Raymond Williams - Anahtar Sözlükler - PDFCOFFEE.COM (2025)

RAYMOND WILLIAMS

Anahtar Sözcükler

Keywords. A vocabulary of culture and society © 1976, 1983 Raymond Wılliams Bu kitabın lngilizce baskısı HarperCollins Publishers tarafından yapılmıştır. Akcalı Telif Haklan lletişim Yayınlan 1104 •Politika Dizisi 51 ISBN-13: 978-975-05-0339-9 © 2005 lletişim Yayıncılık A.

Ş.

1-4. BASKI 2005-2011, İstanbul 5. BASKI 2012, İstanbul

EDITÖR Asena Günal - Kerem Ünüvar DIZI KAPAK TASARIMI Utku Lomlu KAPAK Suat Aysu UYGUIAMA Hüsnü Abbas

DÜZELT! Ekrem Solgun BASKI ve ClLT Sena Ofset SERTIFlKA Nü. 12064 ·

Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi B Blok 6. Kat No. 4NB 7-9-11 Topkapı 34010 İstanbul Tel: 212.613 03 21

lletişim Yayınlan . SERTiFiKA Nü. 10121 Binbirdirek Meydanı Sokak lletişim Han No. 7 Cağaloğlu 34122 İstanbul Tel: 212.516 22 60-61-62 •Faks: 212.516 12 58 e-mail: [emailprotected] • web: www.iletisim.com.tr

RAYMOND WILLIAMS

Anahtar Sözcükler Kültür ve Toplumun Sözvarlığı Keywords A vocabulary of culture and society ÇEVlREN Savaş Kılıç

�,,,,

....

.

iletifim

RAYMOND WILLIAMS 192l'de Galler'deki Pandy köyünde bir işçi ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. Trinity College ve Cambridge'te burslu olarak eğitim gördü. Bu dönemde İngiliz Komünist Paıtisi'nin öğrenci derneğinde görev aldı. 1941'de okuldan aynlarak savaşa kauldı. 1946'da Cambridge'e dönerek eğitimini tamamladı. Aynı dönemde Oxford Üniversitesi'ndeki yetişkin eğitimi programında (1946-1961) görev aldı. Workers Educational Association'da işçi eğitimi dersliklerinde çalışu. Wılliams tiyatro ve edebiyat üzerine araşurmalannda, bunlan sahip olduklan siyasi ve sosyal çerçeve içinde ele alan çalışmalara yönelirken ayın zamanda örgün ve de­ mokratik eğitim konusuna da ilgi gösterdi. Bu dönemdeki önemli eserleri arasında Reading and Criticism (1950), Dramafrom Ibsen to Eliot (1952), Drama in Perfomıan­ ce (1954) sayılabilir. Bu dönemi takiben yöneldiği kültür ve toplum ilişkisi konusun­ da ise Culture and Society, 1780-1950 (1958) [Kültür ve Toplum 1780-1950, çev. Uy­ gur Kocabaşoğlu, lletişim Yayınlan, 2011), The Long Revolution (1961) en önemli eserleri arasındadır. 1974'te Cambridge Üniversitesi'nde drama profesörü olan Wılli­ ams'ın Culture and Society 1780-1950'de sanayi, demokrasi, sıruf, sanat ve kültür ke­ limeleri aracılığıyla giriştiği toplum ve kültürün arkeolojisi uğraşısı -henüz kültürel çalışmalar kavramı icat edilmeden- modem kültürel çalışmalar alanının şekillenme­ sine doğrudan etki etmiştir. özellikle '60'lann sonu ve 1970'lerde televizyon üzerine yönelen ilgisi, geçmiş çalışmalanyla pekişmiş bir kültür eleştirisini de beraberinde getirmiştir. 27 Şubat 1988'de dünyadan aynlınışur.

Kirsti, Annika, David ve Rosalind için

iÇINDEKILER

KISALTMALAR

.

.

... .

.

.................. .......................................................... ....... . . ... ................................... ......

12

ÇEViRENiN ÖNSÖZÜ ..........................................................................................................................13

GIRIŞ

77

...........................................................................................................................................................

iKiNCi BASKIYA ÖNSÖZ ...................................................................................................................37

AESTHETIC [Estetik, güzelduyu] ALIENATION [Yabancılaşma] ANARCHISM [Anarşizm] .

.

.39

.............................................................. ....................

.. .

. .

.

41

.................... . ..... ........ ..... ............... .................................

. .

.. .

.

.

. . . 46

. ....... .. ...................... . .... ...... ....................................... ....... . . .

ANTHROPOLOGY [Antropoloji, insanbilim] ART [Sanat].

.......................................................

.

.

.

.

.

48 57

............................................................................. ........ ................. ....... ........... ..........

BEHAVIOUR [Davranış]

54

...........................................................................................................

BOURGEOIS [Burjuva, kentsoylu]

. .

.

..

57

....... .... .................... ................................. .. ..........

BUREAUCRACY [Bürokrasi].

.

.

.

. . .

. 60

........................... ...... ...... ............................. .... .... ........... ..

CAPITALISM [Kapitalizm] .

.

. ................................................... ...............................................

CAREER [Meslek yaşamı, kariyer] .

.

.

CHARITY [iyilik, hayır, iyilikseverlik, hayırseverlik] CITY [Şehir, kent]

.

.

62

. 64

.

.

.......................................

.

66

. 68

...... .............. ................ ................... ..................................... .................... ...

CIVILIZATION [Uygarlık, medeniyet] CLASS [Sınıf]

.

................................. ....... .................. .................. .

..

.

..........................

,.............................................70 ..73

.................. .. .................................... ........................................................................

COLLECTIVE [Kolektif, toplu]. . . .

.

.

..... .. .... ............... .................................... ........................

84

COMMERCIALISM [Ticaretçilik)...................................................................................... 85 COMMON [Ortak; yaygın]

.

.

..

.

.

. 86

................................... ...... ............ . .................. .......... ...... ...

COMMUNICATION [iletişim] . .

.

.

.

..

88

. .. ................. ................ ...................... ...... . ....................

COMMUNISM [Komünizm] COMMUNITY [Topluluk]

... .

.

.

.

.

97

. .

. .

.

.

.

.93

........ .... ....... .... ...... ...... ................. ...............

.

.

.................................................. ..................... ....................................

CONVENTIONAL [Geleneksel, uzlaşımsal] . .

. .. .

.

.

.

..... .. ........ ... . ..... ....... ...... ........ .....

COUNTRY [Ülke, kırlık] . .. . .... ..

CREATIVE [Yaratıcı].

.

..

.

.

. .

.

.

..

CRITICISM [Eleştiri, tenkit] .

. ..

...

.

.

.

.

.

.

.

.

102 105

.

172

........................................ .......... ......................... .................

DETERMINE [Belirlemek, tayin etmek]. . .

.

.

178

... ... ....................... ....... ........................

OEVELOPMENT [Gelişme].

.

.

.

724

.................................. ........... ........ .......................................

DIALECT [Ağız, lehçe, diyalekt] .

ETHNIC [Etnik]

.

. .

.

126

..

.

..

128

.

130

................ ............................................ . .............. .................

. ..

.

131

............................................ ......... .... . ...........................................

.

.

.

.

. .

.

133 134

......... .............. ....................................................................................

.

.

.

. .

.

.................... ................ ...... ............ ................................... .... ..................

EMPIRICAL [Ampirik, görgül] EQUALITY [Eşitlik]

.

................. ............ ................. ....... ..... ...................................................

EDUCATED [Eğitimli] ELiTE [Elit, seçkin]

.

..... ........ .................. ........................................... .....

...... ............................. ... ...... ............................................ . .........

DOCTRINAIRE [Doktriner]

ECOLOGY [Ekoloji].

.

97

. 99

............... .. . ........ . . ................... ...

................. ....... ............ ............................... ................................

DEMOCRACY [Demokrasi]

DRAMATIC [Dramatik]

96

.

. ......................................... ...... ...........................................

DIALECTIC [Diyalektik]

94

. .................... ..................... .. ...... ........... ...............................

...... ..................... ... ..... ........ .........

CULTURE [Kültür, hars].

89

. .

....................................... ....................................... ...... .... ...........

CONSENSUS [Mutabakat, uzlaşma] CONSUMER [Tüketici]

. .

............ . . .. ..................... .... ............................... ....... ........

.

135

.

........................................................... ............................

.

738

. . 141

............... ................ ......................................................................... ... .....

.

.

.................................................................................... .............................. .........

EVOLUTION [Evrim] .

.

..

.

.................... ....... ...................................................... . ........................

EXISTENTIAL [Varoluşsal]

.

.

.

.

....... ................................ .................. ............................... ......

744 144 148

EXPERIENCE [Deneyim, tecrübe]. ..............................................................................751 EXPERT [Uzman]

FAMILY [Aile].

. 755

...................................................................................................................... .

EXPLOITATION [Sömürü]

.......................................... .......................................................

.

756

................................................................................................................................

757

FICTION [Kurgu]. .......................................................................................................................167

FOLK [Halk].

....................................................................................................................................

FORMALiST [Biçimci, şekilci].

.

.

GENERATION [Kuşak, nesil] GENETIC [Genetik]

. 169

...................................................... ................................... .

.

.

. 171

...... .............................. .......................................................................... .

GENIUS [Deha, dahi]

..

.. . . .. . . . .

. . ... . ...........

172

........ .....................................................................................

174

....................................................... . ....................

HEGEMONY [Hegemonya] HISTORY [Tarih]

.

763

166

................................ ................................................. ......

.. . .

.

.

. .

.

176

.......................... ............ .... ....................................... ....................................

HUMANITY [insanlık] .

......... .................... ................................ ...........................................

.

.

.

178

.............................................................................................................

183

IDEALISM [ldealizm].

IDEOLOGY [ldeoloji).............................................................................................................. 185 IMAGE [imaj, imge, suret, hayal]. .

.

. 190

. .................................... .................................... ..

IMPERIALISM [Emperyalizm]. IMPROVE [Geliştirmek]

.

. .. .

........... ............................. ..

. .

.

797

.. ............. .........................

.

.

. ..

193

................ .... ...... ............................................. ... . ............ .........

INDIVIDUAL [Birey, bireysel].

.

.

.

194

............ ..................................... ............................. ........

INDUSTRY [Sanayi, endüstri]......................................................................................... 198 INSTITUTION [Kurum].

.

.

.

.

. 202

........... ..................................... ........ ...... ................................... ..

INTELLECTUAL [Entelektüel, aydın; zihinsel] INTEREST [ligi, çıkar, faiz]

..

.................................................

203

.

206

...................................... . ......... ..............................................

ISMS [lzmler] . . .

.

..

.

.. . .

208

.. .

270

. ... ... ............................................... . .......... .............................. ....... . ..... ... ......

JARGON [Argo, jargon] LABOUR [Emek].

.

........................... .............................................................. . .. .......

........................................................................................................................

LiBERAL [Liberal, serbest]

..

.

.

. .

..................................................... .. ............................. .........

LIBERATION [Özgürleş(tir)me] LITERATURE [Edebiyat, yazın] MAN [Erkek, insan, adam]

.272 .216

............................................ ...................... ..... ..........

.

..

219

.227

...................................................... ........... . .................

.

.

227

.................. .................................................................. ..........

MANAGEMENT [Yönetim, idare]

. . . .229

................................................................... .. .... .

MASSES [Kitleler)......................................................................................................................237 MATERIALISM [Materyalizm, maddecilik] MECHANICAL [Mekanik]

.

.

....................... ................................

.

.

.

238 243

................................... ....................... ..................... ...... ..........

MEDIA [Medya, .kitle iletişim araçları]...................................................................245

MEDIATION [Dolayımlama]

..

............................................................................ . ............

MEDIEVAL [Ortaçağ; ortaçağa özgü, ait]. MODERN [Çağdaş, çağcıl, asri].. MONOPOLY [Tekel, monopol] MYTH [Mit, söylen]

250

. .257

.............................................................................. ..

253

.....................................................................................

.

........................................................................................................ .......

NATIONALIST [Milliyetçi, ulusalcı] NATIVE [Yerli]

.247

..........................................................

.255 257

...........................................................................

.260

..............................................................................................................................

NATURALISM [Doğalcılık] NATURE [Doğa, tabiat].

................. ................................................................................

267

.......................................................................................................

265

ORDINARY [Sıradan, alelade]. ORGANIC [Organik]

.......................................................................................

. .

................................................................................................... ... ......

ORIGINALITY [Orijinallik, özgünlük] PEASANT [Köylü]

277

.274 277

......................................................................

. .

.279

..................................................... ... ............................................................

PERSONALITY [Kişilik]

..........................................................................................................

PHILOSOPHY [Felsefe]. POPULAR [Popüler].

280

.

......................................................................... ..............................

.

....................................................................... .......................................

POSITIVIST [Pozitivist, olgucu] PRAGMATIC [Pragmatik]

.

284

.285

........................................... .......................................

.287

..................................................................................................

.289

PRIVATE [Özel].

. .292

......................................................................................................................... .

PROGRESSIVE [ilerici, ilerlemeye ilişkin] PSYCHOLOGICAL [Psikolojik] RACIAL [lrksal].

. .294

.......................................................... .

........................................................................................

..

297

. .300

.......................................................................................................... . ........... ..

RADICAL [Kökten, radikal].

............................................................................................

RATIONAL [Rasyonel, ussal, akli]

................................................................................

REACTIONARY [Tepkili, tepkisel; tutucu, gerici]. REALISM [Gerçekçilik]

..303

.......................................

305

..309

. ..311

...................................................................................................... .

REFORM [Reform, yeniden yapılan(dır)ma]

.................................................

..317

REGIONAL [Bölgesel].

..........................................................................................................

REPRESENTATIVE [Temsilci, temsilij

.......................................................................

REVOLUTION [Devrim, ihtilal, inkılap] ROMANTIC [Romantik].

.

.320 .322

................................... ...........................

..326

....................................................................................................

..332

SCIENCE [Bilim]

..335

........................................................................................................................

SENSIBILITY [Duyarlılık, hassasiyet] SEX [Seks, cinsel ilişki; cinsiyet] SOCIALIST [Sosyalist]. SOCIETY [Toplum]

.

..

.

339

. .

.343

.............. . ....................................... ....... ..... ...........

. .

.

................................... ... ............................................... ..................

...

.

.347

. 353

......................................... . . ..................... ........................................... ...

SOCIOLOGY [Sosyoloji, toplumbilim] STANDARDS [Standartlar] STATUS [Statü]

. .

............ ....................................... ... ...............

.358

..................................................................

.

.

.359

............... .......................................................... ....................

363

............................................................................................................................

STRUCTURAL [Yapısal]..

. . .

.366

................................. .... ..... .........................................................

SUBJECTIVE [Öznel] .

.

.

.

. ..

..... ....... ...... ................................. .................... .... . ......................

TASTE [Beğeni; tat] .

.. .

.. .

..

.....

.

.380

.... ................................. . ... ............. . ... ................................... ...........

TECHNOLOGY [Teknoloji]

.

. .

TRADITION [Gelenek, rivayet]

. . .

..

.

. .

UNCONSCIOUS [Bilinçdışı, bilinçaltı, bilinçsiz] UNEMPLOYMENT [işsizlik]

VIOLENCE [Şiddet] .

.382

.......................................................... ... ..... ........

.............. .. ..................... .................. ..... ...................

UNDERPRIVILEGED [Ayrıcalıksız] UTILITARIAN [Faydacı]

.

................. ................................. ... ............. .........................

THEORY [Teori, kuram, nazariye]

.388

.

.393

.

........................................ ........ ....... ...................................

........................................................................................................

.

.

.

. .

.

................ ....... ........ ... ............................. ..................... ......................

WEALTH [Servet, zenginlik)

.383

.386

...........................................

..............................................................................

.

. .

.394

.397 .399

.

402

................. ..... ................................ ...................................

WELFARE [Refah]

........................................................................................ ..............................

WESTERN [Batılı]

.................. ... .................... ......................... ............................... .................

.

. .

.

WORK [Çalışma, iş; çalışmak] . .

.

.

403

.

.

..

...

.. . ...... ..................................... ......... . .......... . . ...........

SEÇME KAYNAKÇA

..........

..

. .. . .

374

. . . .....

........................ ... .. ... ..... ......................................... ... ..... ....

404 406

.......

410

TÜRKÇE KAVRAM DiZiNi .............................................................................................................413

KISALTMALAR

Krşl. : Bkz. : OED.: Yak. :

Karşılaştırınız Bakınız Oxford English Dictionary Yaklaşık

Çevirenin Önsözü

Okuru uyarmak isterim: elinizde tuttuğunuz sözlük, her şeyden önce lngilizce bir sözlüktür, lngilizce sözcüklerin anlam tarihlerine ilişkin bir sözlük. Çeviri süreci de lngiliz ya da lngilizce bilen okura yönelik olarak hazırlanmış bir (tekdilli) sözlüğün çevirisinde karşılaşılacak bü­ tün güçlükleri içeriyordu. Tarihsel bir sözlük olmasının güçlükleri de eklendi buna: 13. yüzyıldan ya da 15. yüzyıldan verilen bir örnek cümle olduğu biçimde bırakılamayacağı gibi, çevirisi de kolay değil­ di. Burada kısaca karşılaşılan sorunlar ve bulduğumuz çözüm yolla­ rından söz etmek isterim. - ilk güçlük sözlüğün düzenine ilişkindi. Maddebaşlan lngilizce mi bırakılmalı yoksa Türkçe'ye mi çevrilmeliydi? lngilizce'ye ait bir söz­ lük olduğu ve Türkçe'ye çevirdiğimiz takdirde maddelerin özgün düzeni değişeceği için, olduğu gibi bırakmayı, ancak parantez için­ de maddebaşı sözcüklerin Türkçe anlamlarını vermeyi daha uygun bulduk. - Bu durumda Türkiyeli okurun sözlükten daha kolay yararlanabil­ mesi için maddebaşındaki Türkçe karşılıkların bir dizinini hazırlamak gerekli göründü.

13

- Kavramlardan çok lngilizce sözcüklerin tarihçelerinin (örneğin ln­ gilizce history sözcüğünün kökeni) açıklandığı durumlarda, madde­ başı sözcükler madde içinde çevrilmeden bırakıldı, kavram olarak (örneğin tarih kavramına ilişkin anlayışlar ele alınınca) kullanıldıkla.

rındaysa çevrildi. Ancak kullanımların her zaman açık bir ayrıma el­ vermediği de görülecektir. - Tanık cümleler Türkçe'ye çevrildiklerinde çoğu zaman bütün iş­ levlerini yitirdikleri için, ağırlıkla özgünlerinin yanı başında köşeli ay­ raç içinde çevirilerine yer verildi. 19. yüzyıldan bu yana olan tanıklar günümüz lngilizce'sine yakın oldukları için özel bir nitelik sunmadık­ ları durumlarda doğrudan çevrildiler. Peki bu haliyle sözlük, Türkiyeli okura ne ifade eder? Her şeyden ön­ ce belli lngilizce sözcüklerin, dolayısıyla kavramların tarihini sunma­ sıyla, bizim kendi kültürümüz içinde doğrudan doğruya çevirdiğimiz ya da öyle veya böyle uyarladığımız onlarca kilit kavramın nasıl bir geçmişin ürünü olduklarını ve belki nasıl kavranmaları gerektiğini an­ lamamıza olanak veriyor. Böylelikle lngilizce'den Türkçe'ye çeviri ya­ panların kimi ihtiyaçlarına da cevap vereceğini umut ediyoruz. Sözlükten bekleyebileceğimiz bir diğer yarar da, Türkçe'nin benzer bir sözlüğünün oluşturulmasına, dolayısıyla bizim kültür tarihimizin araştırılmasına, örnek olmak suretiyle katkıda bulunması ümididir. Yaklaşık yüzyıldır ülkemizde filoloji çalışmaları yapılmasına, üniversite­ lerde ilgili bölümler bulunmasına karşın, böylesi bir sözlüğü hazırlama enerjisi ve yeterliğinden uzak görünüyoruz; dilciler tarihsel sözlüğün filolojik yararlan (tarihsel metinlerin daha iyi anlaşılması) dışında, kül­ tür tarihi için taşıyabileceği değerin bilincinde görünmüyor. Elinizdeki çevirinin bu alanda yapılacak çalışmalara yol göstermesini diliyoruz.

il

Bu önemli yapıtın ortaya çıktığı bağlamdan söz etmek yerinde olur. R. Williams'ın çalışması iki ayak üstüne oturuyor: sözcüklerin anlam

tarihçeleri ve bu tarihçelerin kültür tarihi açısından yorumlanması. Bunlardan ikincisinin varoluşu ister istemez ilkine bağlı. Ve bu ilki, ya­ ni sözcüklerin anlam tarihleri konusunda ise Williams bizlerin hayal

14

edemeyeceği kadar şanslı; çünkü yararlandığı Oxford Sözlüğü daha 19. yüzyılda başlanmış çok büyük bir projedir. Yaklaşık yarım yüzyıl süren bir kolektif çalışmanın ürünü olan, tam adıyla, Oxford English Dictionary on Historica/ Principles (Tarihsel ilkelere Dayalı Oxford lngi­

lizce Sözlüğü) 1933 yılında 12 cilt olarak tamamlandı; bugün güncel ekleriyle birlikte 20 cildi buldu. Adından da anlaşılacağı üzere sözlük, 19. yüzyılın en gözde bilim­ lerinden tarihsel dilbilimin anıtsal verimlerinden biri. Fransız Devri­ mi'nin ardından ve Darwin'in evrim kuramıyla birlikte kaçınılmaz bi­ çimde bir "tarih yüzyılı"na dönüşen 19. yüzyılda, dilbilim de kendini tarihsel ilkelere dayandırmak zorunda hissediyordu. Sanskritçe'nin keşfiyle birlikte, 18. yüzyılın felsefi ağırlıklı dil yaklaşımı, doğru ya da yanlış, terk edilecek, F. Bopp'un çalışmaları alanın kurucu kitapları olacaktı. Çalışmalar daha çok dillerin ses düzeninin tarih içinde nasıl değiştiğine, bir dilin yerini nasıl bir diğerine bıraktığına odaklanıyor­ duysa da, sözcüklerin anlamı üstüne önemli çalışmalar da görülüyor­ du. Tarihin, bilincin kurucu öğelerinden olması ve presentisme'in etki­ sinden çıkılmasıyla, belli bir dilde o anda kullanılan sözcüklerin ezel­ den beri o anlamla kullanılmadığı da fark edilecekti. Ses değişmelerinin ardında yatan/yattığı varsayılan yasalar araştı­ rıldığı gibi, anlam değişmelerinin de yasaları olup olmadığı günde­ me gelecekti. Ama bu çalışmaların yapılabilmesi için, veritabanını oluşturmak üzere, tarihsel sözlüklerin hazırlanması gerekiyordu. Bu konuda E. Littre'nin 7 ciltlik ünlü sözlüğünün (Dictionnaire de la /an­ gue française, 1863-1872) önemli bir örnek oluşturduğuna kuşku

yok. Anlambilimin adının konulması ve alanının tanımlanmasının M. Breal (Essai de semantique - Science des significations, 1897) tarafın­ dan Fransızca'da gerçekleştirilmesi de bir rastlantı değil elbet. Oxford Eng/ish Dictionary on Historical Principles da bu bilimsel bağ­

lam içinde yayınlanmış, herbir sözcüğün anlamını kullanıldığı çağa göre saptayıp, tarihsel anlamların tanıklarını sunmasıyla, eski metin­ leri anlamaya çalışan filologlar kadar kültür tarihçileri için de eşsiz bir hazine oluşturmuştur. Çünkü Breal'den el alan Saussure'ün modem dilbilimi kurmasıyla birlikte, sözcüklerin nesnelere değil, kendilerine, yani konuşanların algılamalarına gönderme yaptığını anlamak fazla zaman almayacaktı.

15

Sözcüklerin anlam tarihlerinin kültür tarihi için bulunmaz bir kay­ nak sağladığını ilk fark eden olmasa da, R. Williams en önemli çalış­ malardan birini ortaya koymuştur. Yaklaşık aynı dönemlerde Fran­ sa'da da kimi sözlükbilimciler benzer projeler üstünde çalışıyor, ama Williams'ınki gibi sözcük sözcük belli bir tarihi kat eden araştırmalar yerine, Saussure'ün eşsüremli dilbiliminin etkisiyle, tarihin belli bir döneminde toplumun belli bir kavram alanındaki sözvarlığını araştırı­ yorlardı: örneğin Greimas'ın ünlü La mode en 1830'u (l 830'da Mo­ da). Türkiye'de de Greimas'ın kişisel etkisiyle Berke Vardar benzer iki çalışma ortaya koyacaktı: Structure fondamentale du vocabulaire social et politique en France, de 1815

a 1830 (Fransa'da 1815'ten 1830'a

Toplumsal ve Siyasal Sözvarlığının Temel Yapısı, 1. Ü. Edebiyat Fakül­ tesi, 1973) ve Etude lexicologique d'un champ notionnel: le champ no­ tionnel de la liberte en France, de 1627

1642 (Fransa'da 1627'den

1642'ye Özgürlük Kavram Alanının Sözlükbilimsel incelemesi, 1. Ü. Edebiyat Fakültesi, 1969). Söz konusu iki yaklaşımın hiç olmazsa birinin dilimize aktanlmış ol­ ması bir ilk adım, dileriz diğerinin de önemli bir ürünü Türkçe'ye çevrilir. Böylelikle, dilimizin tarihsel bir sözlüğünün de hazırlanmasıy­ la, Türkçe'nin tarihsel sözvarlığının yorumlanmasının ve tarihimizin "ideolojik" içeriğinin aydınlatılmasının mümkün, dahası pek çok araştırma alanı için sağlam bir zemin sunacak ölçüde verimli olacağı­ na inanıyoruz.

16

G1R1Ş

1945'te, Almanya ve Japonya ile savaş bittikten sonra, Camb­ ridge'e dönmek üzere ordudan terhis edilmiştim. Üniversite eğitim dönemi yeni başlamıştı, pek çok ilişki ve grup oluştu­ rulmuştu bile. Kiel Kanalı'ndaki bir topçu alayından Cambrid­ ge'deki bir koleje dönmek, her halükarda tuhaftı. Sadece dört buçuk yıldır yoktum, fakat savaş hareketleri içinde bütün üni­ versite arkadaşlarımla bağlantım kopmuştu. Sonraları, pek çok tuhaf günün ardından, 1930'ların oluşumlarının baskıya rağmen hala etkin olduğu zamanlarda, savaşın ilk yılında bir­ likte çalıştığım bir adamla karşılaştım. O da ordudan yeni ay­ rılmıştı. Coşkuyla konuştuk, ama geçmişten değil. Zihnimiz, etrafımızda gördüğümüz bu yeni ve tuhaf dünyayla gereğin­ den fazla meşguldü. Sonra ikimiz de, aslında eşanlı olarak, "gerçek şu ki, bizimle aynı dili konuşmuyorlar," dedik. Yaygın bir deyiştir bu. Genellikle art arda gelen kuşaklar arasında, hatta bazen anne babalarla çocuklar arasında kulla­ nılır. Daha altı yıl önce, Galler'deki bir işçi sınıfı ailesinden Cambridge'e geldiğimde ben kendim kullanmıştım. Dilin kul­ lanıldığı pek çok alanda bu ifade elbette ki doğru değildir. Or­ tak dilimiz içinde, belli bir ülkede toplumsal farklılıkların ya da yaş farklılıklarının bilincinde olabiliriz, ama apaçık ritim,

17

aksan ve ton çeşitlemeleri olmakla birlikte, temelde en günde­ lik şeyler ve etkinlikler için aynı sözcükleri kullanırız. Kimi değişken sözcüklere, diyelim ki

lunch, supper ve dinner'a

dik­

kat çekilebilir, ama aralarındaki farklar pek önemli değildir. "Aynı dili konuşmuyoruz," diyecek olduğumuzda daha genel bir şeyi kastederiz: farklı dolaysız değerlerimiz veya farklı tür­ den değerlendirmelerimiz olduğunu, ya da farklı enerji ve ilgi oluşumlarıyla dağılımlarının genellikle sezinleyerek ayırdında olduğumuzu . Böyle bir durumda her grup kendi anadilini ko­ nuşmaktadır, ama özellikle güçlü duygular ve önemli fikirler söz konusu olduğunda kullanımları farklıdır. Her ne kadar ge­ çici olarak başat olan bir grup kendi kullanımını "doğru" diye dayatmaya çalışsa da, hiçbir grup herhangi bir dilbilimsel öl­ çüte göre "yanlış" değildir. Eleştirilerle bu karşılaşmalar (çok bilinçli de olabilir, sadece biraz tuhaflık ve rahatsızlık da his­ sedilebilir) esnasında gerçekte meydana gelen; belli sözcükler, tonlar ve ritimlerle anlamlar sunulur, sezilir, sınanır, doğrula­ nır, öne sürülür, nitelenir, değiştirilirken dilin gelişimi içinde çok önemli yeri olan bir süreçtir. Bazı durumlarda çok yavaş bir süreçtir bu aslında; kendisini herhangi bir şeyde etkin bi­ çimde, yani sonuçlarıyla, olanca ağırlığıyla gösterebilmesi için yüzyılların geçmesi gerekir. Bazı durumlarda da, süreç hızlı olabilir, özellikle de belli kilit alanlarda. Büyük ve etkin bir üniversitede, savaş kadar önemli bir değişiklik döneminde sü­ reç, olağanüstü hızlı ve bilinçli gözükebilir. Yine de, dedik ikimiz de, sadece dört beş yıl oldu. Gerçek­ ten bu kadar değişmiş olabilir miydi? Örnekler ararken politi­ ka ve dine ilişkin kimi genel tutumların değiştiğini fark ettik ve bunların önemli değişiklikler olduğunda hemfikirdik. A ma o sıralar çok sık duyuyormuşum gibi gelen tek bir sözcükle uğraşırken buldum kendimi,

kültür:

tabii ki sadece bir topçu

alayının veya kendi ailemin konuşmasına kıyasla değil, o bir­ kaç yıldan sonraki üniversiteye doğrudan kıyasla. Daha önce­ den sözcüğü iki anlamda duymuştum: birini kamelyalarda, ça­ yevlerinde ve buna benzer yerlerde, düşünceler ve eğitim ba­ kımından değil, salt para veya konum bakımında da değil, da-

18

ha soyut bir alanda, davranışa ilişkin olarak bir tür toplumsal üstünlüğü anlatmak için yeğlenen bir sözcük gibiydi; ikinci olarak arkadaşlarım arasında da şiirler ve romanlar yazmayı, filmler ve resimler yapmayı, tiyatrolarda çalışmayı anlatmak için kullanılan etkin bir sözcüktü. Artık duyduğum, ama ger­ çekten netleştiremediğim iki farklı anlam vardı: Birincisi, ede­ biyat incelemesinde, bazı önemli değer oluşumlarını açıktan açığa olmasa da güçlü bir biçimde anlatmak için kullanılışı (edebiyatın kendisi de aynı vurguyu taşıyordu); ikinci olarak, daha genel bir tartışmada, ama bana öyle geliyordu ki çok farklı içerimlerle, sözcüğü neredeyse toplum'a denk kılan bir kullanım: belli bir yaşam biçimi - "Amerikan kültürü", "Japon kültürü".

O gün olduğuna inandığım şeyi bugün açıklayabilirim. ln­ giltere'de iki önemli gelenek etkinlik kazanmıştı: edebiyat in­ celemesinde merkezi terimlerinden biri kültür olan Amold'dan Leavis'e bir eleştiri düşüncesinin kararlı egemenliği; ve toplum tartışmalarında bir uzmanlık terimi olarak net olan, ama gitgi­ de artan Amerikan etkisi ve Mannheim gibi düşünürlerin ko­ şut etkisiyle artık doğallaşan antropolojik bir anlamın genel söyleşime katılması. Önceki iki anlam besbelli zayıflamıştı: ça­ yevi anlamı hala etkin olduğu halde, daha uzaktı ve gitgide ko­ mikleşiyordu; sanatsal etkinlik anlamı ulusal yerini koruduğu halde hem eleştirinin vurgusu hem de bütün bir yaşama biçi­ mine yapılan daha geniş ve yaygınlaşmakta olan gönderimce dışlanıyordu. Fakat o zamanlar bunların hiçbirini bilmiyor­ dum. Sadece zor bir sözcük, çeşitli yollarla anlamaya çalıştığı­ mız değişimin bir örneği olarak düşünebildiğim bir sözcüktü. Cambridge'deki yılım geçti. Yetişkin eğitimine ilişkin bir işe girdim. lki yıl içinde T.S. Eliot

Notes Towards the Definition of

Culture'ım (1948) yayınladı -anladığım ama kabul edemedi­ ğim bir kitaptı- ve Cambridge'deki o ilk haftaların anımsan­ ması güç tuhaflığı daha güçlü bir halde geri döndü. Yetişkin­ lerden oluşan sınıfımda sözcüğü araştırmaya başladım. Kulla­ nımlarının zihnimde yol açtığı sorunlardan ötürü, bağlantılan­ dırdığını sözcükler sınıf ve sanat, sonra da endüstri ve demok-

19

rasi idi. Bu beş sözcük bana bir tür yapı gibi geliyordu. Üzerle­ rine düşündükçe aralarındaki ilişkiler daha karmaşık hale gel­ di. Her birinin ne anlama geldiğini daha net görmek için kap­ samlı biçimde okumaya başladım. Sonra bir gün taşındığımız Seaford'daki halk kütüphanesinin bodrumunda, neredeyse ge­ lişigüzel biçimde kültür sözcüğüne bakum, şimdi çoğunlukla OED dediğimiz sözlüğün on üç cildinden birinde: Oxford New English Dictionary on Historical Principles. Adeta anlık bir kavrama şokuydu bu. Kavramaya çalıştığım anlam değişmele­ ri, öyle görünüyordu ki, lngilizce'de 19. yüzyılın başında baş­ lamıştı. Sınıf ve sanat, endüstri ve demokrasi ile sezdiğim bağ­ lantılar dilde yalnızca zihinsel değil, tarihsel bir şekil aldı. Bu değişimleri bugün çok daha karmaşık biçimlerde görüyorum. Kültür'ün kendisinin artık ilişkili ama farklı bir tarihi var. Fa­ kat kimi ivedi çağdaş sorunları -birebir dolaysız dünyamı an­ lamaya ilişkin sorunları- anlama çabası içinde başlayan bir araştırmanın bir geleneği anlama çabası olarak belli bir şekli aldığı an, işte bu andı. 1956'da biten bu çalışma sonradan Kül­ tür ve Toplum* adlı kitabım oldu. Bu çalışmayı belli bir akademik konu düzeyinde tanımlamak o zaman kolay değildi, şimdi de değil. Kitap çeşitli başlıklar al­ tında sınıflandırıldı; kültürel tarih, tarihsel anlambilim, dü­ şünce tarihi, toplumsal eleştiri, edebiyat tarihi ve sosyoloji gi­ bi. Bu zaman zaman sıkıntı verici, hatta zor olabilir, fakat aka­ demik konular ebedi kategoriler değildir ve gerçek şu ki bazı genel sorulan bazı özel biçimlerde sormayı istemekle, kur­ makta olduğum bağlantıların ve tarif etmeye yeltendiğim ilgi alanının pratikte başka birçok insan tarafından tecrübe edilip paylaşıldığını anladım; yani bu özel çalışmanın hitap ettiği in­ sanlar tarafından. Bu ilgi alanının önemli bir niteliği sözvarlı­ ğıydı * [ vocabulary]; özelleşmiş bir disiplinin özelleşmiş söz(*) lletişim Yayınlan tarafından 2006 içinde yayımlanacak - e.n. (**) Sadece kelime karşılıklannın biraraya getirilmesi değil, kelimelerin tarihsel, toplumsal ve kültürel miraslan hakkındaki vurguyu muhafaza edebilmek için vocabulary karşılığı olarak sôzvarlığı kullanılmıştır - e.n.

20

varlığı değil (her ne kadar sık sık bunların birçoğuyla örtüşse de), gündelik kullanımdaki kuvvetli, zor ve inandırıcı sözcük­ lerden tutun, başlangıçtaki özelleşmiş bağlamlarından çıkıp, daha geniş düşünce ve deneyim alanlarını tanımlamada ol­ dukça yaygın hale gelmiş sözcüklere kadar uzanan genel bir sözvarlığı. Özellikle ortak yaşamımızın birçok önemli olayını tartışmak istediğimizde, çoğu zaman eksiğiyle gediğiyle başka­ larıyla paylaştığımız sözvarlığıdır bu. Tüm bunların kaynağı olan zorlu sözcük, yani

culture

buna mükemmel bir örnektir.

Özel araştırma alanlarında özelleşmiş anlamlan vardır ve bun­ ları ayıklamak gereksiz bir iş gibi görünebilir. Fakat ilgimi ilk başta çeken, farklı disiplinlerde değil, genel tartışmada bu söz­ cüğün genel ve değişken kullanımının işaret ettiği şeydi. Ge­ nelde ayn olarak düşünülen iki alanda

-sanat

ve

toplum­

önemli olması, yeni sorular doğurup yeni bağlantı biçimleri getirdi aklıma. Devam ettikçe bunun büyük bir sözcük yelpa­ zesi için -aesthetic'ten work'e kadar- geçerli olduğunu fark et­ tim ve bu sözcükleri toplayıp, onları anlamaya çalışmaya ko­ yuldum. Önemli olan, denebilir ki, seçme işlemidir. Bazı dahil etme ve dışlamaların insanlara nasıl keyfi gelebileceğini fark ediyorum. Fakat, tamamen genel tartışma ortamında bana il­ ginç ya da zor gelen biçimlerde kullanıldığım gördüğüm veya duyduğum için seçmiş olduğum, yaklaşık iki yüz sözcükten sonra altmışını seçip, asıl metninde birkaç özel yazar ve düşü­ nür üzerinde duran

Kültür

ve

Toplum

kitabıma bir ek olarak

koymak niyetiyle, bunlar haklarında notlar alıp kısa deneme­ ler yazdım. Fakat kitap bittiğinde yayıncım kitabın kısaltılma­ sı gerektiğini söyledi: çıkarılabilecek maddelerden biri bu ek bölümdü. Seçim şansım pek yoktu. İstemeye istemeye onayla­ dım. Bir notta bu malzemeyi ayn bir yazı olarak sunmaya söz verdim. Fakat ekin bulunduğu dosya raflarımda kaldı. Yirmi yıldan fazla bir süredir daha fazla örnek toplayarak, yeni çö­ zümleme açılan bularak, başka sözcükleri dahil ederek, bu dosyaya yeni şeyler ekliyorum. Bunun kendi başına bir kitap oluşturabileceğini hissetmeye başladım. Tüm dosyayı tekrar gözden geçirdim, bütün notları ve denemeleri yeniden yazıp,

21

bazı sözcükleri çıkardım ve başkalarını ekledim. Elinizdeki ki­ tap bunun sonucudur.

Anahtar Sözcükler'in gelişim sürecini vurgulamamın nedeni, bunun aynı zamanda kitabın boyutunu ve amacını gösterdiği­ ni düşünmemdir. Belirli bir akademik konunun sözlüğü ya da sözlükçesi değildir bu kitap. Birtakım sözcüklerin sözlük ta­ rihlerine veya tanımlarına yazılmış bir dizi dipnot tanımı da değil. Daha çok bir sözvarlığı çerçevesinde bir incelemenin kaydedilmesidir: kültür ve toplum diye gruplandırdığımız uy­ gulamalar ve kurumlar hakkında, İngilizce'de yaptığımız en genel tartışmalanmızdaki ortak anlam ve sözcüklerden oluşan bütünlük çerçevesinde. Dahil etmiş olduğum her sözcük, vak­ tiyle herhangi bir tartışma esnasında dikkatimi çekmek için yırtınmıştı adeta; çünkü anlamlarına ilişkin sorunları, tartış­ mak üzere kullanıldığı sorunlarla ayrılmaz biçimde iç içe gibi gelmişti bana. Yazdığım notun başından kalkıp, aynı sözcüğü aynı önem ve zorluk duygusuyla yeniden duyduğum çok ol­ muştur: elbette genelde hedefi başka olan konuşma ve tartış­ malarda. Bu deneyimi iki anlamda bir

sözvarlığı sorunu olarak

görmeye başladım: bilinen sözcüklerin yerine oturtulması ge­ reken mevcut ve gelişen anlamlan; ve bana gene özel anlam oluşumları gibi görünen, insanların kurduğu örtük olduğu ka­ dar apaçık bağlantılar - sadece tartışma biçimleri değil, başka bir düzeyde merkezi önemdeki deneyimlerimizden birçoğunu görme biçimleri. Bu durumda yapmam gereken sadece örnek­ ler toplamak ve belli kullanımlara dair kayıtlan aramak yahut gözden geçirmek değil, yapabildiğim kadarıyla, tek tek söz­ cükler veya alışılagelmiş öbekler halinde sözvarhğımn içinde bulunan bazı konu ve sorunları tahlil etmekti. Bu sözcüklere, birbiriyle bağlantılı iki anlamda,

Anahtar Sözcükler dedim:

bunlar bazı etkinlikler ve yorumlarında önemli ve bağlayıcı sözcüklerdir; bazı düşünce biçimlerindeyse önemli, işaret noktası türünden sözcüklerdir. Belli kullanımlar belli kültür ve toplumu algılama biçimlerini zorunlu kılar; en başta da bu iki yaygın sözcük gelir. Başka bazı kullanımlar aynı genel

22

alanda, haklarında hepimizin çok daha fazla bilinçli olması ge­ reken konu ve sorunları deşiyor gibi geldi bana. Sözcük listesi üstüne notlar; belirli oluşumların çözümlemesi: işte etkin bir sözvarlığmın öğeleri bunlardı culture ve society sözcüklerinin anlamlarının biçimlendirdiği alandaki anlam sorunlarını bir nevi kaydetme, araştırma ve sunma. Kuşkusuz sorunların hepsi sırf sözcüklerin çözümlenmesiy­ le anlaşılmaz. Tersine, hem aşamalı gelişimler hem de en açık ihtilaf ve çatışmalar da dahil olmak üzere, toplumsal ve ente­ lektüel sorunların birçoğu, dilsel çözümlemenin içinde ve öte­ sinde varlığını sürdürmüştür. Yine de eğer biz sözcükleri so­ runların öğesi olarak görmezsek, bu meselelerin birçoğu, ka­ nımca bir sonuç vermez, hatta inanıyorum ki bir kısmı, üze­ rinde odaklanmaya dahi elvermez. Bu bakış açısı artık çok da­ ha yaygın olarak kabul görüyor. Culture sözcüğünün farklı kullanımları hakkında ilk sorularımı sorarken, nazikçe yahut nezaketten uzak biçimde bunların temelde yetersiz eğitim ol­ gusundan kaynaklandığı yolunda bir izlenim verildi bana; ve bunun doğru olması (gerçek anlamda herkes için doğru bu) sadece sorunun asıl önemli yanlarını bulandırmış oldu. Bir sözcüğün, bir topluluk ya da bir dönemde herhangi bir kulla­ nımına duyulan güçlü güvenin sorgulanması güçtür. 18. yüz­ yıldan bir mektup hatırlıyorum: -

Kibarlar arasında bu denli moda olan sentimental sözcüğünün sence anlamı nedir. . ? Akıllıca ve hoş ne varsa bu sözcük hep­ sini kapsıyor... sık sık birinin sentimental bir adam olduğunu;

sentimental bir gruptuk; sentimental bir yürüyüşe çıktım den­ diğini duyduğumda şaşırmadan edemiyorum.

Neyse, o moda geçti. Sentimental'in anlamı değişip bozuldu. Sözcüğün anlamını bugün soran hiç kimse o bildik, hafif don­ muş, kibar bakışla karşılaşmaz. Belli bir tarihsel süreç tamam­ lanınca hepimiz ondan kurtulup rahatlayabiliriz. Fakat litera­

ture, aesthetic, representative, empirical, unconscious, liberal:

bunlar ve bana sorunlu gelen birçok başka sözcük, sağ çevre­ lerde saydam görünecektir; doğru kullanımları sadece bir eği-

23

tim sorunudur. Oysa class, democracy, equality, evolution, ma­ terialism: bunlar hakkında tartışmamız gerektiğini biliyoruz, fakat her hizbe [sect] belli kullanımlar atayabilir ve bizimki dışında tüm hizipleri hizipçi [sectarian] diye adlandırabiliriz. Dilin bu tür bir güvene dayandığı söylenebilir fakat herhangi bir büyük dilde ve özellikle değişim dönemlerinde, gerekli gü­ ven ve açıklık kaygısı, eğer söz konusu sorularla yüzleşilmez­ se, çok çabuk kınlganlaşabilir. Sorular sadece anlama ilişkin olmamakla birlikte, kaçınıl­ maz olarak çoğu durumda anlamlarla ilgilidir. Bir sözcük gör­ düklerinde, bazı insanlar ilk yapılacak işin onu tanımlamak olduğunu düşünürler. Sözlükler üretilir ve genelde zaman ve mekan çok kısıtlı olduğu için güven vericilik bakımından aşa­ ğı kalmayan bir yetkinlik gösterisiyle asıl anlam diye adlandı­ ran şey yüklenir. Vaktiyle gazetelere gönderilmiş mektuplar ve halk tartışmalarından "Webster'ımda şöyle gördüm" ve "Ox­ ford sözlüğümde şunu buldum" gibi çeşitli cümleleri toplama­ ya başlamıştım. Genelde sorun, tartışmadaki zor bir terim olu­ yordu. Fakat mülkiyete dair ("Webster'ım") ilginç bir imayla bu cümlelerin etkili edası, tartışmaya uyan bir anlama sahip çıkmak ve uymayan fakat bazı cahil kişilerin kullanacak kadar aptal olduğu öbür anlamlan dışlamaya dönüktü. Elbette bam:­ ring, baobab veya barilla, hatta barbel, basilica veya batik hak­ kında ya da daha açık olacak biçimde barber, barley veya bam hakkında kesinlik istersek bu tür tanım etkili olur. Fakat deği­ şik türden sözcükler ve özellikle fikir ve değerleri kapsayan sözcükler için, bu yalnızca imkansız değil, aynı zamanda yer­ siz bir işlemdir. Çoğumuzun kullandığı sözlükler, yani tanım sözlükleri böylesi durumlarda, sözlük adım ne kadar hak et­ tiklerine de bağlı olarak, hepsi kullanımda olan bir anlam yel­ pazesi sunar ve sorun da işte bu yelpazedir. Derken bunların başından kalkıp tarihsel sözlüklere ve tarihsel ve çağdaş an­ lambilim konusunda çalışmalara başvurduğumuzda, artık "asıl anlam" yelpazesinin oldukça ötesindeyizdir. Bir anlamlar tari­ hi ve karmaşası buluruz karşımızda; bilinçli değişimler veya bilinçli olarak farklı kullanımlar; yenilik, eskime, özelleşme,

24

genişleme, çakışma, aktarım; ya da saymaca bir sürekliliğin üstünü örttüğü değişimler; böylece süregelen genel anlamla­ rıyla asırlardır orada duruyor görünen sözcükler, tamamen farklı ya da tamamen değişken, ama yine de bazen fark edil­ mesi güç anlam ve anlam içerimleri ifade etmeye başlar. In­ dustry, family, nature bu tür kaynaklardan bize doğru sıçrarlar; class, rational, subjective yıllarca okuduktan sonra şüpheli ka­ labilir. Bu durumların herbirinde, anlatmış olduğum şekilde başlayan belli bir ilgi alanında anlam sorunları beni meşgul et­ ti ve her tür tanımın zorluklarını bütün kesinliğiyle fark etme­ me yol açtı. Bu kitabın kaydettiği çalışma, birçok disiplinin yakınlaştığı ama genelde kesişmediği bir alanda yapıldı. Yapıt birçok uz­ manlık alanına dayanmaktadır, fakat amacı bunları, seçilen ör­ neklerle birlikte, genel erişime açmaktır. Bunun bir özre değil­ se de böylesi bir girişimin içerdiği kimi zorlukları açıklamaya ihtiyacı var. lki büyük başlık altında toplanabilir bunlar: bilgi sorunları ve kuram sorunları. Bilgi sorunları çetindir. Yine de İngilizce sözcüklerdeki anla­ mın yapısı ve gelişimleri üzerine çalışan herhangi birinin muhteşem Oxford Sözlüğü gibi olağanüstü bir avantajı var. Bu sadece editörleri olan Murray, Bradley ve takipçilerinin biriki­ minin bir anıtı değil, Filoloji Demeği'nin ilk çalışmasına ek olarak, sonralan mektupla katkıda bulunan yüzlerce katılımcı­ nın ortak girişiminin kaydıdır aynı zamanda. Belli sözcükler hakkındaki birkaç araştırma, büyük Sözlük'ün açıklamasıyla sona erdi, fakat çok daha az sayıda araştırma bu sözlük olma­ saydı korkusuzca yola koyulabilirdi. Karmaşık Sözcüklerin Ya­ pısı adlı çalışmasında Sözlük'te birçok hata bulan William Empson gibi, "tek tek sözcükler üzerine yapmaya muktedir olduğum bu tür bir çalışmanın neredeyse bütünüyle o heybet­ li nesneyi olduğu gibi kullanmaya bağlı olduğu"nu düşünüyo­ rum. Fakat bu zorunlu itiraf yapıldıktan sonra, kendi çalış­ mamda OED hakkında bulduğum şey üç biçimde özetlenebi­ lir. Sözlük'ün yapıldığı dönemin çok fazla ayırdmdaydım: as-

25

lında 1880'lerden 1920'lere kadar (şu anki Ekler dizisinin ilk örneği gözden geçirmeden çok ekleme gibi görünüyor). Bu­ nun iki sakıncası var: bazı önemli sözcüklerde 20. yüzyılda ge­ lişmiş kullanımı için tanık gerçek anlamda yok; ve birkaç ör­ nekte özellikle bazı hassas toplumsal ve siyasal terimlerde o dönemdeki ortodoks kanının önkabulleri, ya hemen göze çar­ par ya da yüzeye çok yakındır. Dr. Johnson'ın büyük Söz­ lük'ünü okuyan biri kısa zamanda onun dikkate değer biriki­ mi kadar etkin ve yanlı düşüncesini de fark eder. Kendi not ve denemelerimde, her ne kadar kapsamını göstermeye çalışsam da, kendi konum ve tercihlerimin ortaya çıktığının farkında­ yım. Bunun kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum ve söyledi­ ğim tek şey; Oxford Sözlüğü'nün ilettiği o muazzam tarafsızlık havasının, nadiren başvurduğu kullanımlarının düşündürebi­ leceği kadar, var olan toplumsal ve siyasal değerlerden arınmış ya da tarafsız, bilimsel olmadığıdır. Aslında bu sözlük üstüne yakından çalışmak, editörlerinin ideolojisi diye adlandırılabi­ lecek şeyin zaman zaman olağanüstü bir tablosuna ulaşmak demektir ve popüler bir bilim anlayışının zemin hazırladığı bahanelere başvurmadan, bunu kabul edip hesaba katmak ge­ rek. lkinci olarak, anlamlara olan derin ilgisine rağmen Sözlük her şeyden önce filolojik ve etimolojiktir; bunun sonuçların­ dan biri, erim (range) ve çeşitlilik konusunda, bağlantı ve et­ kileşim konusunda olduğundan daha iyi olmasıdır. Öncelikle anlamlar ve bağlamları üzerinde çalıştığımdan, birçok durum­ da paha biçilemez tarihsel tanıklar buldum, fakat onlardan farklı, hatta zaman zaman karşıt sonuçlar çıkardım. Üçüncü olarak, bazı alanlarda, dil çalışmalarında yakın zamanda mey­ dana gelmiş bakış açısı değişiklikleri konusunda sert uyanlar aldım: apaçık olan nedenlerden ötürü (tabii bir tek ölü diller­ de yapılan ortodoks temel eğitimi söz konusuysa) yazılı dil gerçek yetki kaynağı olarak kabul edilegeldi, sözlü dil ise as­ lında bundan türemişti; oysa şimdi gerçek durumun genelde bunun tam tersi olduğu daha büyük bir kesinlikle anlaşıldı. Bunun sonuçlan karmaşıktır. Öncelikle entelektüel olan kimi terimler için, yazılı dilin doğru kaynak �lması daha olasıdır.

26

Psychology'nin izini takip etmek istersek muhtemelen 19. yüz­ yıl sonlarına kadar yazılı kayıt yeterlidir. Fakat diğer yandan

job'ın izini sürmek istersek, her aşamada anlamın gerçek geli­ şimlerinin yazılı kayda girmeden önce günlük konuşmada meydana geldiğini hemen fark etmemiz gerekir. Bu sadece Sözlük'te değil, her tarihsel açıklamada ayırdmda olunması ge­ reken bir kısıtlamadır. Bazı alanlarda da belirli bir kısaltmaya gitmek ya da taraf olmak gerçekte kaçınılmazdır. Köken ve de­ ğişim için verilen dönem belirticileri daima bu bakış ve koşul­ la okunmalıdır. Kişisel deneyimimden bir örnek verebilirim. Communications'm genelleşen günümüz kullanımı için en son Ek'e bir göz atarken, kendi yazılarımın birinden alınmış oldu­ ğu ortaya çıkan bir örnek ve tarih buldum. Artık sadece daha erken bir tarihten yazılı örnekler bulunmakla kalınmamış, ay­ nca bu anlamın çok daha önce konuşma ve tartışmalarda ve Amerikan lngilizcesi'nde kullanıldığını biliyorum. Bu konu üstünde mızmızlanmak için durmuyorum. Tersine Sözlük hakkındaki bu gerçek, bu tür her çalışmanın gerçeğidir ve özellikle benim açıklamalarım okunurken akıldan çıkarılma­ ması gerekir. Bazı sözcükler için hem genel hem planlı okumalardan ge­ len kendi birkaç örneğimi kattım. Fakat elbette her açıklama, tıpkı seçici olmak zorunda kalması gibi, ciddi anlamda eksik olmaya da mahkumdur. Yeterli bilgi bulma sorunu çetin ve ba­ zen zarar verici olabilir, fakat bunları bir çözümleme süresince gerektiği gibi belirtmek her zaman mümkün değildir. Yine de daima hatırlanmaları gerekir. Gelelim gayet bilincinde oldu­ ğum çok özel bir kısıtlamaya. Üzerinde çalıştığım en önemli sözcüklerden birçoğu ya İngilizce'den farklı dillerde anahtar anlamlar geliştirdiler ya da birkaç büyük dilde karışık ve etki­ leşimli bir gelişimden geçtiler. Alienation ya da culture örne­ ğinde olduğu gibi, kısmen izini sürebildiğim yerlerde bunun önemi o denli açıkur ki, böylesi bir iz sürme mümkün olmadı­ ğında eksikliğini hissederiz. Böyle karşılaştırmalı çalışmaları doğru düzgün bir şekilde yapmak olağanüstü bir uluslararası ortak girişim olurdu; bunun zorlukları ise yeterli bir özür ola-

27

rak görülebilir. UNESCO'nun sponsorluğunu yaptığı, evrensel ve karşılaştırmalı olması düşünülen democracy'nin anlamları­ na ilişkin inceleme, her türden güçlükle karşılaştı; bununla beraber Naess ve çalışma arkadaşlarının başvurdukları daha kısıtlı rapor bile gayet aydınlatıcıdır. İki anahtar İngilizce Marksist terimi -base ve

superstructure- sadece Almanca asılla­

rıyla bağlantılı olarak değil, Fransız, İtalyan, İspanyol, Rus ve İsveçli arkadaşlarla konuşarak, bu dillerdeki biçimleriyle iliş­ kili olarak çözümlemeye çalışma konusunda yeterince deneyi­ mim oldu; üstelik sırf sonuçların büyüleyici ve zor olduğunu görmek için değil, böylesi karşılaştırmalı bir çözümleme, bir tek filoloji olarak değil, entelektüel kesinliğin temel sorunu olarak da müthiş önemli olduğu için. Bu karşılaştırmalı çalış­ maları cesaretlendirme ve destek verme yollarının bulunması­ nı ümit ederim, fakat artık uluslararası önemde olan bazı anahtar gelişimler ilkin İngilizce'de meydana gelmiş olsa da, birçoğunda durumun böyle olmadığının ve nihayetinde ancak diğer dillerin karşılaştırmaya alınması yoluyla anlaşılabileceği­ nin altını çizmek gerekir. Not ve denemelerimdeki bu kısıtla­ ma, okuyucular tarafından dikkate alınmalı ve unutulmamalı. Doyurucu biçimde cevaplayamadığım zihnimdeki birçok so­ ruya karşın, neredeyse sürekli sadece varolan otoritelere baş­ vurduğum klasik diller ve ortaçağ Latince'sindeki çok erken gelişmelerde özellikle belirgindir bu. Aslında kökenler konu­ sunda bu genelde doğrudur ve önemli bir çekince olarak kay­ dedilmelidir. Kuramsal sorunlardan birini açığa çıkarır bu. Sözcüğün kö­ kenlerine başvurarak "asıl" veya "kesin" anlamından bahset­ mek yaygın bir pratiktir. Klasik eğitimin, özellikle de sözlükle­ rin tek bir tanımlama işlevi yorumuyla birlikte, sonuçlarından biri; sözcüklere karşı en iyi deyimiyle kutsal diye adlandırıla­ bilecek bir yaklaşım ve buna bağlı olarak çağdaş kaba yanlış anlama ve yanlış kullanım şikayetlerini üretmektir. Sözcükle­ rin asıl anlamlan daima ilginçtir. Fakat genelde daha ilginç olanı, sonraki dönüşümüdür. Kaba yanlış kullanımlarla ilgili gazetelere yansıyan şikayetler daima çok yeni gelişimlere dair-

28

dir. Gerçek anlam gelişimlerinden yapılacak rastgele bir seçim, genellikle bu tür şikayetler bulunan sözcüklerin birçoğu dahil, şu an "doğru" İngilizce olarak kabul edilen şeyin tam da bu tür değişimlerin ürünü olduğunu gösterecektir. Örnekler bu­ rada alıntılanamayacak kadar çok, ama yine de organic, evolu­ tion ve individual daha gösterişli örnekler olsa da, okuyucuyu sadece interest, determine veya improve üzerine düşünmeye da­ vet ediyorum. Çoğu zaman kökeni keşfederek çözümleme için bir ipucu buldum, fakat ne uygulama ne kuram düzeyinde kö­ ken anlamı belirleyici kabul etmek (yoksa, aesthetic'le nerede olurduk?) ya da ortak kaynağı yol gösterici kabul etmek (yok­ sa peasant ile pagan, idiot ile idiom veya employ ile imply ara­ sında nerede olurduk?) söz konusu olamaz. Bir dilin canlılığı her türlü genişleme, değişim ve aktarımı içerir ve bu artık üs­ tüne kutsal [sacral] bir cila çekilebilecek olan geçmişteki deği­ şimler kadar (her ne kadar belli örnekler için üzülsek de) za­ manımızdaki değişimler için de geçerlidir. (Sacral'ın kendisi de bir örnektir; makat şeklindeki fiziksel anlamından sacred [kutsal] bir şeye yönelik bir tutumu saygısızca içerimleyecek biçimde genişlemesi, benim ortaya atUğım bir şaka değil; fakat bu anlamlı bir şaka, dolayısıyla da anlamlı bir kullanımdır.) Diğer kuramsal sorunlar çok daha zordur. Anlam süreçleri­ ne ilişkin her çözümlemede gayet temel ve çok karmaşık so­ runlar vardır. Bunların bir kısmı, kullanışlı biçimde, genel an­ lamlandırma sorunları diye ayrılabilir: sözcüklerle kavramlar arasındaki zor ilişkiler; ya da genel anlam ve gönderme süreç­ leri; ve bunların ötesinde, aynı anda hem anlam ve gönderme­ nin üretilmesini hem de büyük ölçüde bunları denetlemeyi mümkün kılan toplumsal normlar ve bizzat dil sistemindeki daha genel kurallar. Dil felsefesi ve kuramsal dilbilimde bu so­ runlar yararlı olacak biçimde yeniden ve yeniden araştırıldı; temel sorunlar olarak herhangi bir çözümlemede büyük önem taşıdıklarına kuşku yok. Yine de yürürlükteki her türlü anlamıyla "anlam" [ me­ aning] , genel anlamlandırma [signification] sürecinin çok öte­ sindedir ve "normlar"la "kurallar" herhangi bir soyut sürecin

29

ya da sistemin özelliklerinden ibaret olmadıkları için de, diğer türden çözümlemeler gerekliliğini korur. Kendi çözümlemele­ rimin vurgusu özellikle toplumsal ve tarihsel üstündedir. Her­ hangi bir kullanımın analitik olarak temelini oluşturan gön­ derme ve uygulanabilirlik konularında, en büyük anlam so­ runlarının daima öncelikle var olan ilişkilere sinmiş olduğunu ve belli toplumsal düzenlerin yapılan ve toplumsal, tarihsel değişim süreçleri içinde, hem anlamların hem de ilişkilerin be­ lirgin biçimde çeşitli ve değişken olduğunu ısrarla belirtmek gerekir. Dilin sadece toplumsal ve tarihsel süreçleri yansıttığı anla­ mına gelmez bu. Tersine, bu kitabın en önemli amaçlarından biri, anlam ve ilişki sorunlarının nasıl bir bütün olduğunu gösterecek biçimde, bazı önemli toplumsal ve tarihsel süreç­ lerin dilin içinde gerçekleştiğini göstermektir. Yeni ilişki bi­ çimleri, aynı zamanda da var olan ilişkilere yeni bakış açılan çeşitli biçimlerde dilde kendilerini gösterirler: sözgelimi yeni terimlerin icadında (capitalism); eski terimlerin (society veya individual) uyarlanması ve başkalaşmasında (aslında bazen yürürlükten kalkmasında) ; genişleme (interest) veya aktarım­ da (exploitation). Fakat aynı zamanda, bu örneklerin bize ha­ tırlatacağı gibi, bu tür değişimler her zaman basit ya da nihai değildir. Önceki ve sonraki anlamlan bir arada var olur veya günümüz inanç ve bağlanma sorunlarının dile getirildiği ger­ çek alternatifler değerini kazanırlar. Bu ve buna bağlı diğer sorunları kesinlikle genel anlamlandırma sorunları olarak çö­ zümlemek gerekir, fakat benim burada asıl altını çizdiğim şey; özellikle seçilmiş bir tartışma ve ilgi alanındaki bir anlam da­ ğarcığıdır. Söylemiş olduğum gibi başlangıç noktam, denilebilir ki, bir avuç sözcük; sonradan daha geniş seçimlerimle gelişecek olan, birbirleriyle ilişkili gibi görünen sözcük ve göndermelerden oluşan bir grup sözcüktü. Dolayısıyla aşağıda ele alacağım su­ num sorunlarına karşın, kitabın asıl amacı, aralarından bir kısmı bana bazı yeni bakış açılarıyla sistematik görünen iç bağlantıları vurgulamaktır. Tek tek sözcüklerin, anlamlarını

30

var olan bağlamlarından aldıkları için asla yalıtılmaması ge­ rektiği elbette savunulabilir. Belli bir düzeyde bu seve seve ka­ bul edilebilir. Analiz ettiğim değişken anlamların birçoğu pra­ tikte bağlanılan ile belirlenmişlerdir. Aslında ben de tam bu nedenle, farklı anlamlan, kayıtlı kullanımlar arasından gerçek örneklerle gösteriyorum. Yine de anlam sorunu asla bütünüyle bağlam ile çözülemez. Daima toplumsal dil süreci içinde yer alan bir öğe olduğu için, hiçbir sözcüğün, son çözümlemede tek başına bulunmadığı doğrudur ve bir sözcüğün kullanımları dilin kendisinin karı­ şık ve (değişken olsa da) sistematik özelliklerine bağlıdır. Bu­ nunla birlikte, özellikle sorunlu türden belli sözcükler seçip, şimdilik bunların kendi iç gelişim ve yapılan üstüne düşün­ mek, yine de faydalı olabilir. "Şimdilik" nitelemesi, tüm bu in­ celemenin yola çıktığı bağlantı ve etkileşim olgularını yeniden ileri sürmekle yetinen okurlarca gözardı edildiğinde dahi bu böyledir. Çünkü ancak indirgemeci çözümlemelerde, bağlantı ve etkileşim süreçleri adeta basit birimler arasındaki ilişkiler­ miş gibi incelenebilirler. Pratikte bu süreçlerin çoğu belli söz­ cüklerin karmaşık ve değişken anlamı içinde başlar ve bunu göstermenin (kullanım, gönderme ve perspektif ağlarının na­ sıl geliştiğinin örnekleri olarak) tek yolu, bu durumda haklı olarak iç yapılar diye görülebilecek şeye "şimdilik" odaklan­ maktır. Bu, işi rafa kaldırmak değil; içinde hem değişken söz­ cüklerin hem de onların çeşitli ve değişken iç ilişkilerinin bil­ fiil aktif olduğu, genişletilmiş ve karmaşık bir sözvarlığının anlamım mümkün kılmaktır. Bu durumda, farklı gerçek konuşmacı ve yazarlarda, tarihsel zamanın içinde ve tarihsel zaman boyunca hem özel hem de bağıl anlamlan incelemek, özellikle seçilmiştir. Bunun sınırla­ maları besbelli, üstelik itiraf da edilmiştir. Vurgu da bir o ka­ dar açık ve bilinçlidir. Anlambilimin bir türü, anlamın olduğu gibi incelenmesidir; bir başka türü, biçimsel anlamlandırma dizgelerinin incelenmesidir. Bu not ve denemelerin ait olduğu anlambilim türü, tarihsel anlambilim in içindeki eğilimlerden biridir: vurgunun sadece tarihsel köken ve gelişmeler değil, ta'

31

rih olarak şimdi -şu anki anlamlar, içerimler ve ilişkiler- üs­ tünde de olduğu eklenince daha kesin çizgilerle tanımlanabi­ len bir eğilim. Bu, her dil çalışmasının yapması gerektiği gibi geçmiş ve şimdi arasında aslında bir ortaklık olduğunu, aynı zamanda bu ortaklığın

(community - şu zor sözcük)

geçmiş ve

şimdi arasındaki ilişkileri tanımlamanın tek yolu olmadığını kabul eder; kökten değişimlerin, süreksizlik ve çatışmaların da var olduğunu ve tüm bunların hala yürürlükte ve aslında hala meydana gelmekte olduğunu kabul eder. Seçmiş olduğum söz­ varlığı, içinde hem süreklilik hem de süreksizlik, aynca değer ve inanç konusundaki derin çatışmaların bu alanda içiçe geçti­ ği anahtar sözcükleri içerdiğini düşündüğüm bir sözvarlığıdır. Bu tür süreçlerin, farklı toplumsal değerler ve kavramsal diz­ gelerin analizinde, dolaysız terimlerle tanımlanması da elbette gereklidiİ. Bu not ve denemelerin katmak istediği şey, bizzat sözvarlığı aracılığıyla bir yaklaşımdır. Çünkü bazı sözcükleri genel olarak kullanıldıkları düzeyde alarak, belirli bir farkındalık ve daha az da olsa belli bir açıklık getirmenin mümkün olduğuna inanıyorum ve bu, diğer tüm çalışmalarımda muhtemelen açıkça görülen, bu çalışmalarla ilişkili nedenlerden ötürü, başlıca amacım olmuştur. Bunun dışında, elimde belli sözcükler (örneğin class ve

culture) ve be­ lirli oluşumlar (örneğin art, aesthetic, subjective, psychological, unconscious) için, bazıları tek başına kitap uzunluğunda olabi­ lecek, geniş uzmanlık incelemeleri yazmaya yetip de artacak kadar malzeme var. Sonuçta bunu da yapabilirim, fakat daha genel bir biçim ve daha geniş bir yelpaze özellikle seçildi. Zor sözcüklerin aydınlatılmasının bu sözcükler aracılığıyla yürü­ tülen ve çoğu zaman bu sözcüklerin açıkça daha da karmaşık­ laştırdığı anlaşmazlıkları çözmede yardımcı olacağını varsa­ yan, iki dünya savaşı arasındaki döneme ait, günümüze dek ayakta kalmayı başarmış şu popüler anlambilimin ve onun al­ tında yatan kuramların iyimserliğini paylaşmıyorum.

Class

sözcüğünün anlamlarının karmaşıklığını kavramanın mevcut sınıf tartışmaları ve mücadelelerinin çözümüne çok az yardımı olacağına inanıyorum. Sadece kimsenin "kabilenin lehçesini

32

arındırmayı" başaramayacağından ya da gerçekten bir toplu­ mun üyesi olduğıınu bilen hiç kimsenin, bunu yapmayı iste­ meyecek, bu koşullarda, denemeyecek kadar akıllı olduğun­ dan da değil bu. Aynı zamanda, anlam çeşitlilikleri ve karışım­ ları salt bir dizgenin hatası ya da eğitim eksikliği veya kusuru olmadığı için bu böyle. Çoğıı durumda bunlar, benim için, ta­ rihsel ve çağdaş zenginliktir. Aslında sırf farklı deneyimler ve deneyim okumalarını oluşturdukları için çeşitlilik olarak bun­ ların üstünde durulması gerekir ve bilginlerle kurulların ay­ dınlatıcı çalışmalara ek olarak, etkin ilişki ve çatışmalarda doğruluğıınu sürdürecektir bu. Gerçekten katkı olabilecek şey, çözüm değil, zaman zaman şu farkındalığın eklediği sınırdır belki. Pek çok önemli anlamın egemen bir sınıf ya da büyük ölçüde kendi sınır çizgileri içinde işleyen belli meslekler tara­ fından şekillendirildiği toplumsal tarihte, sınır hissi yanlış de­ ğildir. Anlamların yansız biçimde gözden geçirilişi demek de­ ğil bu. Belirli tarihsel ve toplumsal koşullarda devralınan ve, sözvarlığının kendileri arasında etkin olduğıınu milyonlarca insan görecekse, hem bilinçli hem de eleştirel duruma getiril­ mesi gereken can alıcı bir toplumsal ve kültürel tartışmaya ait -sürekliliğe olduğıı kadar değişime boyun eğen- sözvarlığının araştırılması demektir: ne öğrenilmesi gereken bir kabul edilmesi gereken bir

mutakabat

gelenek

ne

ne de ("bizim dilimiz"

olduğıı için) doğal bir otoritesi olmayan bir dizi anlam; aksine gerçek koşullarda ve derinden farklı, önemli bakış açılarından bir şekillendirme ve yeniden şekillendirme olarak: kendi dil ve tarihimizi oluşturmaya devam ederken kullanacağımız, içinde kendi tarzlarımızı bulacağımız, gerekli gördüğümüzde değişti­ receğimiz bir sözvarlığı. . Anlamlar alanı hakkında yazarken belirli sözcüklerin çözüm­ lemelerinin, bazen karmaşık biçimlerde, birbirlerine kendili­ ğinden bağlı olduğıınun apaçık görüneceği bir sunum biçimi­ nin icat edilebileceğini umdum. Sonuçta karar vermiş oldu­ ğıım alfabetik listeleme, çapraz göndermelerle birçok gerekli bağlantıyı hatırlatmaya yarasa da, bu isteği bazen gölgeliyor

33

gibi görülebilir. Zorluk, başka herhangi bir düzenlemenin, sözgelimi alan veya konuya göre düzenleme, bir dizi bağlantı­ yı kurarken bir diğerini gözlerden saklayacak olmasındadır. Örneğin representative sözcüğü, muhtemelen democracy söz­ cüğü çevresinde kurulacak siyasal sözcükler grubu içine yer­ leştirilirse, representative hükümet ve representative sanat ara­ sındaki çakışmada bulunan önemli bir sorun gözden kaçabilir. Veya realism, muhtemelen literature ya da art sözcükleri çevre­ sinde kurulacak edebi sözcüklerden oluşan bir gruba konursa, bir başka çakışma biçimi, temel felsefi yananlamlar ile siyaset ve iş dünyasındaki tutumların tanımlarının çakışması, kolay kolay anlaşılmayabilir. Bilinen ve birbirinden ayn akademik konular ve ilgi alanlarının özelleşmiş sözvarlıklannın, kulla­ nışlı olmaları bir yana, hem yazılması hem de düzenlenmesi çok daha kolaydır. Sözcük listeleri daha eksiksiz olabilir ve anlamların titiz biçimde uzmanlık alanıyla sınırlanması saye­ sinde, çakışma sorunlarını ortadan kaldırabilirler. Fakat araş­ tırmamın tamamı, genel anlamlar ve anlam bağlantıları alanı­ na yönelik olduğu için, ne titizlikle özelleşmiş alanlan eksik­ siz biçimde kuşatabildim ne de bilinçli olarak sınırladım. Kül­ tür ve toplumun genel tartışma alanının bana önemli görünen sözvarlığım ele alınca, geleneksel konuya göre düzenleme bi­ çiminin artılarını kaybetmiş oldum ve böylelikle en basit gele­ neksel düzenlemeyi kullanmak zorunda kaldım, yani alfabetik düzeni. Bununla birlikte, bir kitap ancak okunduğunda ta­ mamlanacağına göre, alfabetik düzenin, bir yandan doğrudan kullanımı kolaylaştırırken, başka türden bağlantı ve karşılaş­ tırmaların kendilerini okura fark ettireceklerini ve metnin büsbütün farklı bir seçim ve okuma sırası ile takip edilebilece­ ğini umuyorum. Diğer konularda olduğu gibi bunda da, daha ne kadar çok işin yapılması ve üzerine düşünülmesi gerektiğinin son derece bilincindeyim. Aslında bunun büyük bir kısmı, bir tek tartış­ ma yoluyla yapılabilir; kitabın şu anki biçimiyle özellikle amaçladığı da kısmen budur. Çoğu zaman notlar ve deneme­ lerde, farklı tarzda bir çözümlemenin -kapsamlı kuramsal tar-

34

uşma ya da aynnulı toplumsal ve tarihsel inceleme gibi- ge­ rektiği yerlerde durmak zorunda kaldım. Bu yollara sapmak, taruşılan sözcüklerin sayısını ve kapsamım kısıtlamak anlamı­ na gelecekti ve bu kitapta en azından öncelik verdiğim şey bu kapsam oldu. Fakat bunun, alışıldık yanıtlar ve yorumlar ka:.. dar değişiklik, düzeltme ve eklemeleri de yazarının olumlu şe­ kilde kabul edeceği bir kitap olduğu da söylenebilir. Girişimin baştan sona doğası bu yönde. Burada çok önemli bir sözvarlığı alanı var. Sözlüklerin yapabilecekleri; ister istemez kendilerine özgü evrensellikleri ve, diğer etkenlerin yanı sıra, bunun da­ yattığı, değerlendirmeye almak zorunda oldukları uzun zaman dilimiyle sınırlıdır. Elinizdeki inceleme, daha sınırlı -sözlük değil, sözvarlığı- olduğundan, daha da esnektir. Yayıncılanm, sadece not alınması için değil, aynı zamanda incelemenin bit­ mediğinin ve yazarın her türden değişiklik, düzeltme ve ekle­ meleri memnuniyetle kabul edeceğinin işareti olarak birkaç boş sayfa bırakmaya razı oldular. Ortak dilimizin kullanımın­ da, böylesi önemli bir alanda, bu çalışmanın gerektiği gibi ya­ pılabileceği tek anlayış budur. Yıllar boyunca birçok resmi veya gayriresmi tarUşmada bu çözümlemelere katkısı olmuş, şimdi sayabildiğimden çok da­ ha fazla insana teşekkür borçluyum. Aynca, bir tek kitabın kendisine çok yardımı dokunduğu için değil, eski bir iş arka­ daşı olarak tam da dosyanın bir kitap olup olmaması gerekti­ ğini düşündüğüm anda beni görmeye gelen ve karanını cesa­ retlendirmesi belirleyici olan editörüm R. B. Woodings'e özel­ likle teşekkür etmem gerekir. Çalışmanın her aşamasında eşim bana çok yakından yardım etti. Aynca otuz yıl kadar öncesin­ deki yetişkin sınıflanmın birisinin üyesi olarak, bir sözcük tar­ tışması ardından gençken büyük Oxford Sözlüğü'nün kağıt fa­ siküllerini almaya başlamış olduğunu söyleyen ve birkaç yıl sonra sınıfa üç karton kutu dolusu, bana vermekte ısrar ettiği sözlük fasiküllerini getirerek beni şaşırtan Bay W G. Hey­ man'ın pratik yardımını da belirtmeliyim. Onun anısına ve anısı dolayısıyla bu kağıt fasiküllere -bu kağıt fasiküller ciltli kitap ve kütüphane nüshalarının yumuşak kağıdından öylesi-

35

ne farklı ki; yıllardır kullandığım, zamanla sararan ve çatlayan, kenarları açılmamış sert sayfalar, unutulmaz başlıklar (de­

ject'ten depravation'a, heel'den hod'a, r'den to reactive'e vb.)­ özel bir sevgi duyarım. Böylesi büyük bir ilgi ve inceliğe karşı­ lık sunulabilecek küçük bir kitaptır bu. RAYMOND WILLIAMS

Cambridge, 1975, 1983

36

İKİNCİ BASKIYA ÖNSÖZ

llk baskısında bu kitaba gösterilen hüsnü kabul yazarının bek­ lediğinin çok ötesindeydi. Bu, asıl Giriş kısmında belirtilen bi­ çimlerde kitabı gözden geçirme konusunda, çalışmanın hala ister istemez eksik ve bitmemiş olduğuna dair bir hisle birlikte olsa da, beni cesaretlendirdi. Bu yeni baskıda yirmi bir sözcük üzerine daha notlar katabildim: anarchism, anthropology, deve­

lopment, dialect, ecology, ethnic, experience, expert, exploitation, folk, generation, genius, jargon, liberation, ordinary, racial, regi­ onal, sex, technology, underprivileged ve westem. Bunlardan bir kısmı ilk listemden alındı; diğerleri o ilk listeyle bugün arasın­ daki dönemde daha önemli hale geldi. Aynca ilk temel metin­ de düzeltme ve eklemeler içeren gözden geçirmelerim de oldu. Kitap hakkında benimle konuşan veya yazan birçok insana içten teşekkürlerimi sunmak isterim. Yeni maddelerin bir kıs­ mı onların önerilerinden doğdu. llk notlara yapılan ekleme ve düzeltilerden birçoğu da onlardan geldi. Hiçbiri görüşlerim ya da kusurlarımdan sorumlu tutulamaz, fakat özellikle Aidan Foster-Carter'a bir dizi not, özellikle development üzerine olan için; Michael McKeon'a birçok noktada ama özellikle revoluti­

on konusunda; Peter Burke'e çok yararlı bir dizi not için; ve Carl Gersuny'e bir dizi not, özellike interest ve work üzerine 37

olanlar için minnettarım. Daniel Bell'e özellikle generation ko­ nusunda; Gerald Fowler'a scientist konusunda; Alan Hall'a history konusunda; P. B. Home'a native konusunda; R. D .

industrial konusunda; G . Millington, H . S . Pickering ve education konusunda; Darko Suvin'e communist ve social konusunda; Rene Wellek'e literature konusunda min­

Hull'a

N. Pitterger'e

nettarım. Aynca yararlı öneri ve değinmeleri için Perry Ander­ son, Jonathan Benthall, Andrew Daw, Simon Duncan, Howard Erskine-Hill, Fred Gray, Christopher Hill, Denis L. Johnston, A. D. King, Micheal Lane, Colin MacCabe, Graham Martin, lan Mordant, Benjamin Nelson, Malcolm Pittock, Vivien Pix­ ner, Vito Signorile, Philip Tait, Gay Weber, Stephen White, David Wise, Dave Wootton, Ivor Wymer ve Stephen Yeo'ya minnettarım. RAYMOND WILLIAMS

Cambridge, Mayıs 1983

38

A AESTHETIC [Estetik, güzelduyu] Aesthetic İngilizce'de ilk olarak 19. yüzyılda görüldü; 19. yüz­ yılın ilk yansında yaygın değildi. Yunanca biçimine rağmen, Almanca'da eleştirilerle dolu ve tartışmalı bir gelişimden son­ ra, bu dilden alınan bir ödünçlemeydi aslında. llkin iki ciltlik bir kitabın adı olarak Latince biçimiyle, Aesthetica (1750-8), Alexander Baumgarten (1714-62) tarafından kullanılmıştır. Baumgarten güzelliği görüngüsel [phenomenal) kusursuzluk olarak tanımlıyordu ve, sanat üstüne düşünürken, bunun öne­ mi, duyularla kavrayışa başat bir vurgu yüklemesindeydi. Ba­ umgarten'ın Yunanca kök sözcük aisthesis'den türemiş yeni sözcüğünü büyük ölçüde açıklamaktadır bu - duyu algısı. Yu­ nanca'da temel anlam; maddesiz olan veya yalnızca düşünüle­ bilen şeylerden farklı olarak, maddi şeylere, yani duyularla al­ gılanabilen şeylere gönderme yapardı. Kitabı çevrilmemiş ve kısıtlı olarak dolaşıma girmiş olsa da, Baumgarten'm yeni kul­ lanımı; öznel duyu etkinliğine ve bu alanlarda egemen olan ve de kendisinin başlıkta kullandığı sözcüğü devralan insanın

39

özelleşmiş sanat yaratıcılığına yapılan vurgunun bir parçasıy­ dı. Kant'ta da güzellik büyük ölçüde ve öncelikle duyusal bir görüngüdür, ancak o Baumgarten'ın kullanımına karşı çıkmış ve aesthetics'i Yunanca'daki gibi "duyusal algının koşullan"na ilişkin bilim şeklinde daha geniş ve özgün anlamıyla tanımla­ mıştır. Her iki kullanım da, daha sonra, 19. yüzyıl başlanna ait az sayıda metinde görülür, ama 19. yüzyılın ortalanndan itiba­ ren "güzel" anlamı ağırlık kazanır ve sözcüğün sanatla sürekli güçlü bir bağı vardır. Lewes, 1 879'da, sözcüğün değişik bir tü­ remiş biçimini kullandı: Aesthetics, "duyumun soyut bilimi" tanımıyla. Yine de, anaesthesia [anestezi] , fiziksel duyum yoksunluğu anlamıyla, 18. yüzyılın başlanndan beri kullanıla­ gelmişti; ve de 19. yüzyılın ortalanndan itibaren, tıptaki ilerle­ melerle birlikte, anaesthetic -gitgide popüler olan sıfatın olumsuz biçimi- "duyumdan yoksun" ya da bu "yoksunluğun aracısı" anlamına gelmek üzere, özgün geniş anlamıyla yaygın biçimde kullanılıyordu. Bu doğrudan olumsuz biçimin kulla­ nılışı, en sonunda, güzellik ve sanata göndermede bulunan ba­ şat kullanıma bağlı olarak, unaesthetic veya nonaesthetic gibi olumsuz biçimlere yol açtı. 1821'de Coleridge keşke "TASTE ve CRITICISM yapıdan için aesthetics'ten daha tanıdık bir sözcük bulabilseydim" di­ yordu (bkz. bu maddeler) ve 1842 gibi geç bir tarihte aesthe­ tics için "a silly pedantical term" [saçma, ukalaca bir terim] deniliyordu. 1859'da Sir William Hamilton, estetiği "Beğeni Felsefesi, Güzel Sanatlar kuramı, Güzelliğin Bilimi, vb." olarak anlıyor ve "yalnızca Almanya'da değil, diğer Avrupa ülkelerin­ de de" genel kabul gördüğünü söylüyor, ancak yine de apola­ ustic'in daha uygun olacağını düşünüyordu. Fakat sözcük tu­ tunmuştu ve, sanata gönderimle daha genel bir anlamda gü­ zelliğe gönderim arasında (sözcüğün türetilmesine neden olan kuramda örtük olarak) varlığını koruyan bir belirsizlik olmak­ la birlikte, her geçen gün yaygınlaşıyordu. 1880 itibariyle aest­ hete [estet] adı yaygın olarak, çoğunlukla aşağılayıcı anlamda kullanılıyordu. Walter Pater çevresindeki "estetik hareket"in ilke ve uygulamalan, hem saldınya uğramış hem de küçüm-

40

senmişti (en iyi anımsanan örneği Gilbert'ın Patience'mdadır

( 1880)). Matthew Arnold ve diğerlerinin culture'ı [kültür] kul­ lanımı çevresinde gelişen benzer duyguyla dönemdeştir bu. Aesthete bu kullanımdan kurtulamadı, biçimsel bir çalışma olarak estetikle ilgili olan yansız [neutral] sözcük, daha önce­ ki (19. yüzyılın ortaları) aesthetician'dır [estetisyen] . Aesthe­ tic sıfatı, sanat ve edebiyat tartışmasındaki özelleşmiş kulla­ nımları bir yana, görsel görüntü ve etki sorunlarını anlatmak için yaygın biçimde kullanılmaktadır. Bu tarihçeden anlaşılmaktadır ki, SANAT'a (bkz. ART mad­ desi) , görsel görüntüye ve "güzel" olanın kategorisine özelleş­ miş gönderimleriyle aesthetic, ÖZNEL (bkz. SUBJECTIVE maddesi) duyu etkinliğini sözgelimi toplumsal ve kültürel yo­ rumlardan ayn olarak, sanat ve güzelliğin temeli olacak biçim­ de hem vurgulayan hem de yalıtlayan bir dizi anlam içinde ki­ lit rolü oynamış bir oluşumdur.

Sanat

ve toplum'a ilişkin bö­

lünmüş modern bilinçte yer alan bir öğedir bu:

Society

[ top­

lum] sözcüğünün başat biçiminin dışladığı, tıpkı kültür'ün özel bir anlamında olduğu gibi, insan boyutunu anlatmaya meyilli olan toplumsal kullanım ve toplumsal değer biçmenin ötesinde bir göndermedir bu. Vurgu anlaşılabilir, ama yalıtla­ ma zararlı olabilir, çünkü şu anda yaygın ve sınırlayıcı olan "estetik değerlendirmeler" sözünde karşı konulmaz biçimde sürgün edilmiş ve marjinal bir şey vardır, özellikle de aynı te­ mel bölünmenin öğeleri olan pratik veya YARARCI (bkz. UTI­ LITARIAN) değerlendirmelerle karşılaştırıldığında. Bkz. ART, CREATIVE, CULTURE, GENIUS, LITERATURE, SUBJEC­ TIVE, UTILITARIAN

ALIENATION [Yabancılaşma] Alienation şu anda dildeki en zor sözcüklerden biridir. Genel bağlamlardaki yaygın kullanımları bir yana, toplumsal ve eko­ nomik kuramdan felsefe ve psikolojiye bir dizi alanda özgül, ama tartışmalı anlamlar taşır. Üstelik, 20. yüzyıldan itibaren,

41

bu dizideki değişik alanlardan, hem çeşitli özgül anlamlarıyla hem de daha eski genel anlamlarıyla bağlantılı olarak, çakış­ malar ve belirsizlikten dolayı çoğunlukla kafa karıştırıcı olan yeni yaygın kullanımlara geçiş yapmıştır. Her ne kadar çağdaş bir terim havasını verse de, İngilizce bir terim olarak alienation geniş, yine de ilişkili bir dizi anla­ mıyla birlikte, yüzyıllardır dilde bulunmaktadır. Yakınkökü orta Fransızca alitnacion'dur, o da Latince alienationem'den gelmektedir, kök sözcük Latince alienare'dir "yabancılaştırmak ya da başkasının kılmak"; bu da Latince alienus -bir başka kişi ya da yere ait olan- kökünden, o da alius'tan "öteki, bir başka­ sı" gelir. 14. yüzyıldan itibaren İngilizce'de yabancılaşma eyle­ mi ya da durumunu anlatmak için kullanılmaktadır (i): nor­ malde Tann'dan koparılma veya kopma, ya da bir insan veya bir toplulukla ve kabul edilen bir siyasal otoriteyle ilişkilerin kopması. (ii) 15. yüzyıldan itibaren bir şeyin mülkiyetinin bir başkasına aktarılması eylemini anlatmak için kullanılır, özel­ likle de hakların, mülk ya da paranın aktarılması. (ii)'nin daha eski, ikincil, daha az yaygın anlamlan da vardır; bu anlamlar­ da aktarım, yararlanan kişice gerçekleştirilir (gizlilik) ya da aktarım yerli yerinde bir sahip veya amaçtan ayrılma olarak görülür. (ii)'nin bu olumsuz anlamlan sonunda baskın çıktı­ lar; hukuk dilinde gönüllü ve bilincinde olarak aktarım anla­ mı varlığım korudu; ama uygunsuz, gönülsüz, hatta zoraki ak­ tarım, sözcüğün ağırlıklı içerimi oldu. Daha sonra böylesi bir aktarımın sonucunu, yani yabancılaştırılmış bir şeyin duru­ munu (iii) anlatmak üzere genişledi bu. Örnekseme yoluyla, Latince'de daha önce olduğu üzere, sözcük 15. yüzyıldan iti­ baren, zihinsel yetilerin yitimi, kaybedilişi ya da bozulmasını ve böylece deliliği (iv) anlatmak üzere kullanılmıştır. Çağdaş özgül anlamlar dizisi ve sonuçta ortaya çıkan en yaygın kullanım içinde, bu eski anlamların her biri farklı fark­ lı kullanılmıştır. 20. yüzyılın başlarında sözcük başlıca iki öz­ gül bağlamda yaygın olarak kullanılmaktaydı: biçimsel mülki­ yetin yabancılaşması/el değiştirmesi ve geleneksel aile ilişki­ sinde, genellikle kan koca arasında kasıtlı ve zoraki müdahale

42

anlamıyla (19. yüzyıldan itibaren) alienation of affection [sev­ ginin yabancılaşması] söz öbeğinde. Ama sözcük güçlü ve ge­ lişmekte olan entelektüel sistemlerde, kimi zaman kilit bir kavram olarak, çoktan önem kazanmıştı. Anlam (i)'in birçok çağdaş değişik biçimi vardır. Tanrı'nın bilgisinden ya da onun merhametinden veya ona ibadetten kopmayı, uzaklaşmayı anlatan normalde bir eylemden çok du­ rum olan, halen yaşayan teolojik anlam var sözgelimi. Kimi zaman bu, Rousseau'da belirgin bir köken bulan, insanın ken­ di özgün doğasından kopması, uzaklaşması anlamıyla çakışır. Ôzgün (genellikle tarihsel olarak ilkel) doğasından uzaklaşmış insan ile özsel [ essential] (ayrılmaz ve kalıcı) doğasından uzaklaşmış insan gibi iki uç tanımlama konumu arasında bir­ çok değişik biçimi vardır bunun. Bağlanan nedenler geniş öl­ çüde değişiklik gösterir. "Yapay" bir CIVILIZATION'ın [uygar­ lık] (bkz. bu madde) gelişmesiyle özgün insan doğasının yiti­ rilmesi gibi varlığını sürekli koruyan bir anlam görülür; de­ mek ki yabancılaşmanın üstesinden gelmek ya aslında ilkelci­ liktir ya da uygarlığın baskılarına karşı insan duygu ve uygula­ malarının desteklenmesidir. Özsel bir doğadan uzaklaşma du­ rumunda en yaygın iki biçimi "insandaki kutsal"dan uzaklaş­ ma şeklindeki dinsel anlam ile Freud'da ve Freud etkisindeki psikolojide yaygın olan (yine UYGARLIK'la ya da UYGAR­ LIK'm belli aşamaları veya süreçleriyle) insanın başlangıçtaki enerjisinden, libido ya da belirtik cinsellikten uzaklaşması an­ lamıdır. Bur.ada yabancılaşmanın üstesinden gelmek demek, ya kutsal duygusunun yeniden kazanılması ya da, öbür gele­ nekte, libido ya da cinselliğin bütün bütün veya kısmen geri kazanılmasıdır ki, bu beklenti konumlardan biri için zor ya da olanaksız (bu anlamda yabancılaşma uygarlık için ödenen be­ delin bir parçasıdır) , diğeri için ise programlı ve radikal görü­ lür. (bu esaslı yabancılaşmayı üreten belli baskı biçimlerinin -CAPITALISM, BOURGEOIS FAMILY [burjuva ailesi] (bkz. bu maddeler)- sona erdirilmesi) . Hegel'deki ve, alternatif olarak, Marx'taki anlam (ii)'nin bi­ çimlerinin eklenmesiyle anlam (i)'de önemli bir değişme olur.

43

Burada yabancılaşmış olan özsel bir doğadır, bir "kendine ya­ bancılaşmış tin"dir, ama yabancılaşma süreci tarihsel kabul edilir. Özgün insan doğasına ilişkin kavramlara karşıt olarak, aslında insan kendi doğasını yaratır. Fakat kendi doğasını bir nesneleşme [objectification] süreciyle (Hegel'de tinsel bir sü­ reç; Marx'ta emek süreci) yaratır ve yabancılaşmanın son bul­ ması, bu önceden kaçınılmaz ve zorunlu olan yabancılaşma­ nın aşılması demek olacaktır. Zorlu bir tartışmadır bu ve Al­ manca ile İngilizce anahtar sözcükler arasındaki ilişkilerce da­ ha da güçleştirilir. Almanca entaussem öncelikle İngilizce an­ lam (ii)'ye denk düşer: ayrılmak, aktarmak, bir başkasına kar­ şı kaybetmek [lose to another] , bir de ek ve bu bağlamda çok önemli "dışlaştırmak" [making external to oneself] anlamı vardır. Almanca entfremden İngilizce anlam (i)'e daha yakın­ dır, özellikle insanlar arasındaki uzaklaşma edimi ya da duru­ mu anlamında. (Entfremdung'un tarihi konusunda bkz . Scacht. Marx tarafından kullanılan üçüncü bir sözcük, verge­ genstandlichung, zaman zaman yabancılaşma diye çevrilir, fa­ kat artık daha yaygın olarak "şeyleşme" -geniş anlamıyla, bir insan sürecini nesnel bir şey haline getirme- olarak anlaşılı­ yor.) Güçlükler kimi çevirilerde açıkça ortaya konulmuşsa da, İngilizce'deki kritik tartışma anlamlar arasındaki belirsizlik ve (i) numaralı anlamlar ile (ii) numaralı anlamlar arasındaki ay­ nının kaybolmasıyla iyice karışmıştır: kavramın gelişmesinde (i) numaralı anlamlar ile (ii) numaralı anlamlar arasındaki karşılıklı etki çok önemli olduğunda, özellikle Marx'ta olduğu üzere, can alıcı bir konudur bu. Hegel'de süreç, yabancılaşma­ nın daha üst bir birimle yenildiği özne ile nesnenin diyalektik ilişkisinde, dünya tarihine ait bir tinsel gelişme olarak görü­ lür. Bunu izleyen bir din eleştirisinde, Feuerbach Tann'yı en yüksek insan güçlerinin bir yabancılaşması olarak -yansıtma veya aktarma anlamında- tanımladı; modern hümanist tartış­ malar ve teolojik savunmalarda yinelenmiştir bu. Marx'ta sü­ reç, insanın dünyasını yaratarak kendi kendisini yarattığı emeğin tarihi olarak görülür; ama sınıflı toplumda, işçinin hem emeğinin ürününü hem de kendi üretken etkinliğini her

44

ikisine de sermaye tarafından el konulmasıyla yitirdiği iş bö­ lümü, özel mülkiyet ve kapitalist üretim biçiminde özgül ya­ bancılaşma biçimleriyle bu özsel doğasından yabancılaştırı­ lır. İnsanın yarattığı dünya karşısına, kendi gücünü ona aktar­ mış olmasıyla güç sahibi olarak, yabancı ve düşman olarak çı­ kar. Modem üretim süreçlerinin merkezine yerleştirilerek ye­ ni biçimlerde tanımlanmakla birlikte, yabancılaşmanın ayrın­ tılı hukuki ve ticari anlamıyla (ii) , yani Entausserung'la ilgili­ dir. Böylece en genel uzaklaşma anlamıyla yabancılaşma (i) , yabancılaşma (ii)'nin birikmeli ve ayrıntılı tarihsel süreçleri tarafından üretilir.

Enifremdung'a -rekabetçi emek ve üretimde

insanların yabancılaşması, endüstriyel-kapitalist bir fabrika ya da şehirdeki en genel yabancılaşma- denk düşen yabancılaş­ ma (i)'in ikincil anlamlan bu genel sürecin sonuçlan olarak görülür. Tüm bu özgül anlamlar, hiç kuşkusuz herbir sistemin için­ den ve dışından uzun süre tartışma ve ağız dalaşının konusu olmuşlardır, günümüzde kullanımının artmasına ve sözcüğün aslında alternatif kullanımları olan iki anlamı arasında "yanlış­ lık" veya "yanlış anlama" suçlamalarına yol açmıştır. Günü­ müzdeki en yaygın kullanım, herhalde psikolojinin bir biçi­ minden türemiş olan, bir kimsenin kendi en derin duygulan ve ihtiyaçlarından kopması anlamıdır. Fakat modem çalışma, modem eğitim ve modem toplum türlerine özgül gönderme­ lerle "yabancılaştırıcı" bir toplumda yaşadığımız yönündeki yargılarla çok yaygın bir birleşimi vardır bunun. Son zaman­ lardaki bir sınıflandırma (Seeman, 1959) şu tanımları yaptı:

güçsüzlük -yaşadığımız toplumu etkileyemeyeceğimiz duy­ gusu ya da etkileyememe; (b) anlamsızlık- davranış ve inanç konusunda kılavuzların yokluğu duygusu; (c) kuralsızlık (a)

-onaylanan amaçlara ulaşmak için meşru olmayan yollara baş­

yalıtma- verili ölçüler ve kendine yabancılaşma - gerçekten

vurmanın gerektiği duygusu; (d) amaçlardan uzaklaşma; (e)

tatmin edici etkinlikler bulamama. Genel olarak psikolojik durumlara indirgenmiş, belli toplumsal ve tarihsel süreçlere göndermeleri olmayan bu soyut sınıflandırma, terimin yaygın

45

kullanımının şu anda içerdiği geniş yelpazeyi göstermesi bakı­ mından yararlıdır. Yine İngilizce'de benimsenmiş olan Durk­ heim'ın terimi anomie, özellikle (b) ve (c) ile ilişki içinde, top­ lumsal ilişki ve kendini gerçekleştirmeye dönük yeterli ya da inandırıcı ölçülerin [norms] yokluğu ya da ölçüleri bulamama anlamında, yabancılaşma ile çakışır. Yabancılaşma'nm şu andaki kullanımının kapsamı ve yo­ ğunluğundan, sözcüğün ve onun çeşitli özgül kavramlarının tanımlamaya ve yorumlamaya olanak verdiği çok geniş ve önemli bir deneyimin var olduğu anlaşılmaktadır. Güçlükleri karşısında bir sabırsızlık ve bir de salt moda görerek reddetme eğilimi gözleniyor. Ancak sözcüğün güçlükleriyle ve bunlar aracılığıyla sıradışı tarihçesi ve kullanım çeşitliliğinin gösterdi­ ği ve kaydettiği güçlüklerle yüzleşmek, daha doğru görünü­ yor. lnsan ile toplum arasındaki yaygın bir bölünme duygusu­ na tanıklık etmesiyle, çok genel bir anlam yapısı içinde can alıcı bir öğedir. Bkz. CIVILIZATION, INDIVIDUAL, MAN , PSYCHOLOGICAL, SUB­ JECTIVE

ANARCHISM [Anarşizm] Anarchy İngilizce'ye 16. yüzyılın ortalarında yakınkök Fran­ sızca anarchie'den, kök sözcük Yunanca anarchia'dan -önder­ siz devlet- gelmiştir. En eski kullanımları DEMOCRACY'nin (bkz. bu madde) ilk zamanlardaki hasmane kullanımlarından pek uzak değildir: "this unleful lyberty or lycence of the multytude is called an Anarchie" [yığının bu kanunsuz özgür­ lüğü veya serbestisine anarşi denir] (1539). Ancak 17. yüzyı­ lın ortalarından itibaren anarchism ve 17. yüzyılın sonların­ dan itibaren anarchist siyasal anlama daha yakın durur: "Anarchism, the Doctrine, Positions or Art of those that teach anarchy; also the being itself of the people without a Prince or Ruler" [Anarşizm, anarşiyi öğretenlerin öğretisi, konumlan ya da "mesleği"; aynı zamanda halkın hükümdar veya yöneticisiz

46

olması hali] ( 1656). Bu şekilde nitelenen anarşistler, eski an­ lamlarıyla, demokratlar ve cumhuriyetçilere çok yakındır; anar­ şistler ile ateistler arasında da bir çağrışım vardır (Cudworth, 1678). 1862 gibi geç bir tarihte Spencer'm şöyle yazması il­ ginçtir: "the anarchist. . . denies the right of any govemment . . . to trench upon his individual freedom" [anarşist. . . her türlü devletin . . . kendi bireysel özgürlüğünü çiğnemesi hakkını red­ deder] ; artık belli bir modem liberalizmin ya da aslında kök­ ten tutuculuğun terimleri söz konusudur. Ancak terimler Fransız Devrimi'nin özgül bağlamında, Gi­ rondinler radikal düşmanları (eski anlamıyla) anarşistlere sal­ dırdıklarında değişmeye başladı. Bu, anarşizmi bir dizi kökten siyasal eğilimle özdeşleştirme sonucunu doğurdu; hakaret için kullanılan terim olumlu anlamda ilk olarak 1840'ta Proudhon tarafından benimsenmiş gibidir. Bu dönemden itibaren anar­ şizm, sosyalist ve emekçi hareketlerde belli başlı eğilimlerden biri olur, genellikle Marksizm'in ve SOCIALISM'in (bkz. bu madde) merkeziyetçi yorumlarıyla karşıtlık içindedir. 1870'lerden itibaren kendilerini mutualist, federalist veya anti­ otoriter olarak tanımlayan gruplar bilinçli biçimde kimlik ola­ rak anarşist'i benimsediler ve bu geniş hareket, "devlet sosya­ lizmi" ve "proletarya diktatörlüğü"ne karşıt devrimci örgütler olarak gelişti. Dikkate değer anarko-sendikalist hareket top­ lumsal örgütlenmeyi kendi kendini yöneten, sendikalara daya­ lı topluluklar üzerine kurmuştur; bu topluluklar her türlü devlet örgütünün yerine geçecektir. Ancak aynı zamanda, esas olarak 1870'ler ve 1914 arasında anarşizm'deki azınlık eğilimlerden biri, siyasal yöneticilere karşı bireysel şiddet ve suikast taktiğini benimsedi. Bu terörist anlamında anarşist'in süregelen bu güçlü karşılığı (18. yüzyıl­ dan itibaren terörizm'le birlikte) unutulmadı, gerçi bu ana çiz­ gideki anarşist hareketten belirgin biçimde ayrıdır. Bilinçli olarak kendine verdiği adla anarşizm hala önemli bir siyasal harekettir, fakat anarşist pek çok düşünce ve öner­ menin Marksist ve diğer devrimci sosyalist düşüncelerin son­ raki evrelerinde, anarşizm sözcüğüyle, onun tüm eski çağn-

47

şımlarıyla aralarına koydukları mesafe özenle korunduğu hal­ de, benimsenmiş olması ilginçtir. Bkz. DEMOCRACY, LiBERAL, LIBERATION, RADICAL, REVOLU­ TION, SOCIALISM, VIOLENCE

ANTHROPOLOGY [Antropoloji, insanbilim] Anthropology İngilizce'ye 16. yüzyılın sonlarında girdi. Kayıt­ lı ilk kullanımının, 1593'te R. Harvey'den, modem bir tınısı vardır: "Soykütüğü ya da çıktıkları yer, inceledikleri sanatlar, yaptıkları işler. Tarihin bu kısmına Antropoloji denir." Ancak sonraki üç yüzyılda farklı bir anlam üstün çıkacaktı. Yi.ınanca anthropologos -insana dair söylem ve insanın incelenmesi, onun içerimlediği isim biçimi anthropologia- Aristoteles tara­ fından kullanılmıştı ve 1594-S'te Casmann tarafından yeniden canlandırıldı: Psychologica Anthropologica, sive Animae Huma­ nae Doctrina ve Anthropologia: II, hoc est de fabrica Humani Corporis. Casmann'm çalışmasının iki bölümü için uygun mo­ dem terimler PSYCHOLOGY [psikoloji] (bkz. bu madde) ve fizyoloji olurdu, fakat kuşkusuz kastı, standart bir 18. yüzyıl tanımında hala etkin olan bir anlamda, aradaki bağdı: "Antro­ poloji insan bedeni ile ruhunun ikisini birlikte, birliklerine ilişkin yasalarla, duyum ve hareket vb. gibi sonuçlarıyla bera­ ber ele almayı kapsar. " Bunu izleyen ise, (i) duyularla ilişki içinde -"en bayağı antropoloji kitaplarındaki duyularımızın çözümlenmesi" (Coleridge, 1810)- ya da insanın fiziksel çe­ şitliliğinin (bkz. RACIAL) ve insanın EVOLUTION'ıyla [ev­ rim] (bkz. bu madde) ilgili sorunlara uygulanması anlamında fiziksel incelemelerin ihtisaslaşması oldu. Böylece 19. yüzyılın sonlarına dek, başat anlamı artık "fiziksel antropoloji" olarak ayırdığımız çalışma dalına denk düşüyordu. Daha genel bir anlamın, artık "toplumsal" ya da "kültürel" antropoloji olarak ayırdığımız anlamın ortaya çıkışı (belki de, Harvey'i anımsayacak olursak, yeniden ortaya çıkışı), CIVILI­ ZATION [uygarlık] (bkz. bu madde) ve özellikle CULTURE

48

[kültür] (bkz. bu madde) düşüncelerinin gelişmesiyle yakın­ dan ilişkili bir gelişmedir. Aslında Tylor'ın Primitive Culture'ı (1870) genel olarak İngilizce konuşan dünyada yeni bilimin kurucu metni olarak kabul edildi. Bu bir yandan Herder'in 18. yüzyıldaki çoğul cultures [ kültürler] -Avrupa uygarlığının izindeki doğru DEVELOPMENT [gelişme] (bkz. bu madde) aşamaları olarak değil de, birer bütün olarak incelenmesi gere­ ken ayn yaşama biçimleri - ayrımına kadar geriye gider. Diğer yandan, tam da bu gelişme aşamaları düşüncesinden ( 18. yüz­ yıl Aydınlanma düşünürlerinde yaygındı) türetilen kavramla­ ra, özellikle de G. E Klemm'in Allgemeine Kulturgeschichte der Menschheit [ lnsanlığın Genel Kültürel Tarihi] ( 1 843-52) ve Allgemeine Kulturwissenschaft [Genel Kültür Bilimi] (1854-5) adlı kitaplarına gider. Klemm yabanıllık, evcilleşme ve özgür­ lük gibi insan gelişmesinin üç aşamasını ayırt ediyordu . 187l'de akrabalığa ilişkin dilbilimsel incelemelerin öncüsü olan Amerikalı Lewis Morgan, Ancient Society; or Researches in

the Line of Human Progress from Savagery through Barbarism to Civilization adlı kitabında etkileyici biçimde üç aşama tanım­ ladı. Engels aracılığıyla bu kitap Marksizm'in ilk dönemi üs­ tünde büyük bir etkide bulundu. Fakat antropoloji düşüncesi­ nin bu çizgisinin önemi, "gelişme" bakış açısından olsun ol­ masın, "ilkel" (veya "yabanıl") kültürler üstündeki vurgusuy­ du. Avrupa emperyalizmi ve sömürgeciliği döneminde, ve Amerika'nın fethedilen Kızılderili kabileleriyle buna bağlı iliş­ kileri döneminde, hem bilimsel çalışma hem de daha genel il­ giler için bol bol malzeme vardı. (Bu genel ilgilerin bir kısmı daha sonra hükümet ve yönetim politikaları üzerinde etkili ol­ mak üzere kullanılan bilimsel bilgi anlamında "pratik" veya "uygulamalı" antropoloji olarak sistemleştirildi.) Yine de en önemli etkisi antropoloji'nin "ilkel" kültürlerle göreli olarak sınırlandırılmasıydı; gerçi bu çalışmalarla (bittiklerinde) , hem bir yandan birbirleriyle yakından ilişkili olan dilbilim ve ant­ ropolojide STRUCTURALISM [Yapısalcılık] (bkz. bu madde) eğilimi olarak, diğer yandan toplumsal kurumların temel in­ san ihtiyaçlarına verilen (değişken) kültürel cevaplan oluştur-

49

duğu işlevselcilik eğilimi olarak genellenen "insan yapıları"nın incelenmesi üstündeki etkileriyle birlikte "farklı yaşam biçim­ lerinin bir bütün olarak" incelenmesine ilişkin modelleri; hem de, uygarlığa doğru tek çizgideki düzenli aşamalar düşünce­ sinden keskin bir ayrımla, daha genel olarak alternatif kültür­ ler ve gelişme çizgileri düşüncesini teşvik eden geniş karşılaş­ tırmalı kanıtlar toplamını sağladı. Böylece 20. yüzyılın ortalarında, hala fiziksel antropoloji, "ilkel halkların" zengin ve kapsamlı antropolojisi vardı; her ikisinin de ötesinde belirsiz bir alanda, modem insanın yaşa­ ma biçimlerini kapsayan daha genel bir inceleme biçimi ve ta­ nıklık kaynağı şeklinde antropoloji'nin bir anlamı vardı. Kuş­ kusuz bu dönem itibariyle SOCIOLOGY [Sosyoloji] (bkz. bu madde) modem toplumların (ve bazı ekollerde, modem kül­ türlerin) incelendiği alan olarak değişik biçimlerde kurulmuş bulunuyordu ve artık (fiziksel antropoloj i'den ayırt etmek için) "toplumsal" veya "kültürel" antropoloji ("toplumsal" ln­ giltere'de, "kültürel" de Amerika'da daha yaygın; bununla bir­ likte kültürel antropoloji Amerika'da genellikle maddi nesne­ lerin incelenmesini anlatıyor) denen şeyle arasında zorlu ça­ kışmalar vardı. Bu karmaşık terimler ve araştırma alanlarının kapsadığı önemli entelektüel konular, zaman zaman sözcüklerin karma­ şık tarihçesiyle açığa çıkarılır, belki de çoğunlukla daha çok bulandırılır. Bu birbiriyle yakından ilişkili ve çoğunlukla çakı­ şan ilgi ve araştırma alanlarının yeni bir gruplandırmasının, 20. yüzyılın ortalarından bu yana, aslında modem bir dilde ve çoğul olarak antropoloji'nin birebir, ama çeşitli biçimlerde özelleşmiş olan anlamıyla yeniden var olmaya başlayan "insan bilimleri" (özelikle Fransa'da "les sciences humaines") adıyla gitgide tanınması ilginçtir. Bkz. CIVILIZATION, CULTURE, DEVELOPMENT, EVOLUTION, PSYCHOLOGY, RACIAL, SOCIOLOGY, STRUCTURAL

50

ART [Sanat] Art'ın her türden beceriye gönderme yapan başlangıçtaki anla­ mı, lngilizce'de hala etkindir. Ama daha özelleşmiş bir anlamı yaygınlaşmış ve the arts [sanatlar] ile büyük ölçüde artist söz­ cüklerinde başat hale gelmiştir. Art İngilizce'de 13. yüzyıldan bu yana kullanılıyor, yakınkö­ kü Eski Fransızca art, kök sözcük Latince artem "beceri" . Ba­ şat bir anlam özelleşmesi olmadan, matematikten tıbba, oltay­ la balık tutmaya kadar çeşitli konularda 17. yüzyılın sonlarına kadar yaygın biçimde kullanılmıştır. Ortaçağın üniversite müf­ redatında arts ("yedi sanat" ve daha sonra "LiBERAL (bkz. bu madde) arts") dilbilgisi, mantık, retorik, aritmetik, geometri, müzik ve astronomiydi ve artist 16. yüzyıldan itibaren önce­ likle bu bağlamda kullanıldı; gerçi neredeyse aynı dönemde herhangi bir becerikli kişiyi (aslında bu anlamıyla 16. yüzyılın sonlarına kadar artisan [zanaatçı] ile özdeşti) ya da bir başka gruplandırmadaki sanatların, yedi ilham perisinin gözettiği sa­ natlardan birinin uygulamacısını tanımlayacak gelişmeler gö­ rülür: tarih, şiir, komedi, trajedi, müzik, dans, astronomi. Son­ ra, 1 7. yüzyılın sonlarından itibaren, sözcüğün o güne dek açıkça temsil edilmemiş bir grup beceriye gitgide yaygınlaşan özelleşmiş bir uygulanışı gözlemlendi: boyama, çizme, oyma ve heykel. Art ve artist'in bu becerilere gönderme yapan şu andaki başat kullanımları 19. yüzyılın sonlarına kadar tam olarak yerleşmemişti, ancak 18. yüzyılın sonlarında bu grup­ landırma içinde ve oyınacıların Kraliyet Akademisi'nden çıka­ nlmalanna özel bir göndermeyle, artist [sanatçı] ile artisan [zanaatçı] -ikincisi "entelektüel", "düşsel" ya da "yaratıcı" amaçlan olmayan "hünerli el işçisi" olarak özelleşmiştir- ara­ sındaki artık genelleşmiş ayrım güçlenip tutundu. Artisan'ın bu gelişmesi ve scientist'in 19. yüzyılın ortalarındaki tanımı ar­ tist'in anlam özelleşmesine ve şimdi liberal değil de güzel de­ nen sanatların (fıne arts) ayrılmasına olanak verdi. Soyut, büyük harfli Art'ın kendi iç, ama genel ilkeleriyle or­ taya çıkış yerini belirlemek güç. Çok sayıda akla yakın 18.

51

yüzyıl kullanımı var, fakat kavram 19. yüzyılda genelleşti. Bu anlamda, CULTURE ve AESTHETICS'in (bkz. bu maddeler) gelişmesiyle tarihsel olarak ilişkilidir. Wordsworth 181S'te res­ sam Haydon'a şöyle yazmıştı: "High is our calling, friend, Cre­ ative Art" [bizim uğraşımız, dostum, yücedir, yaratıcı sanat­ tır] . Yaratıcı ve düşsel ile şimdiki çakışması, bir sınıflandırma sorunu olarak, aslında 18. yüzyılın sonlarına ve 19. yüzyılın başlarına gider. Anlamlı artistic [sanatsal] sıfatı 19. yüzyılın ortalarından bu yana var olur. Artistic temperaınent [sanatçı mizacı] ve artistic sensibility [sanatçı duyarlılığı] aynı döne­ me gider. Oyuncu ve şarkıcı gibi sahne sanatçılarını ayırt et­ mek ve böylece artist sözcüğünü ressam, heykeltıraş ve son olarak (19. yüzyılın ortalarından bu yana) yazar ve besteciye ayırmak üzere kullanılmış olan artiste de öyledir. Hangi sözcüklerin değişik dönemlerde art'tan ayn tutuldu­ ğunu ya da onunla karşıtlaştınldığını görmek ilginç olacaktır. Artless 17. yüzyılın ortalarından önce "hünersiz" ya da "hü­ nerden yoksun" demekti ve bu anlam varlığım korudu. Ama daha önce art ile doğa arasında düzenli bir karşıtlık vardı: yani, insan becerisinin ürünü ile doğuştan gelme bir niteliğin ürünü arasında. Artless o zaman, 1 7. yüzyılın ortalarından itibaren, ama özellikle 18. yüzyılın sonlarından itibaren "sanat"ta ken­ diliğindenliği anlatmak üzere olumlu bir anlam kazandı. Hala art hüner ve INDUSTRY (Sanayi, endüstri) (bkz. bu madde) azimli hüner anlamlarına geliyorduysa da, sık sık birbirleriyle ilişkilendiriliyorlardı, fakat ikisi de soyutlanıp özelleştirilince, 19. yüzyılın başlarından itibaren çoğunlukla düşgücü ve yarar­ lılığın birbirinden ayrı alanlan olarak karşıtlaştınldılar. 18. yüzyıla kadar çoğu bilim birer art'tı; bilimle sanat arasındaki modem insan hüner ve çabasının kökten farklı yöntem ve amaçlara sahip karşıt alanlan biçimindeki ayrım, aslında 19. yüzyılın ortalarından bu yana vardır; gerçi sözcüklerin kendi­ leri çok daha önce "kuram" ve "uygulama" anlamında zaman zaman karşılaştınlıyorlardı (Bkz. SCIENCE, THEORY) . İnsan becerisinin değişik türleri ve bu becerilerin kullanı­ mındaki çeşitli temel amaçlar arasındaki karmaşık tarihsel ay-

52

rımlar kümesi, çok açık ki, emeğin pratik bölümlenişine ve becerinin hayata geçirilmesindeki amaçların pratik tanımların­ da gerçekleşen kökten değişmelere bağlıdır. Öncelikle özelleş­ mesi ve kullanım değerlerini mübadele değerlerine indirgeme­ siyle, kapitalist meta üretiminin doğasındaki değişmelere bağ­ lanabilir. Bunun sonucunda belli beceri ve amaçların, doğru­ dan mübadele tarafından belirlenmemiş genel kullanım biçim­ leri ve niyetlerin hiç değilse kavramsal olarak soyutlanabilece­ ği arts veya humanities'e hasredilmesi gibi savunmaya dönük bir gelişme de oldu. Art ile industry arasındaki ve fine arts [güzel sanatlar] ile useful arts [yararlı sanatlar] (bu ikincisi sonunda yeni bir özelleşmiş terim aldı, TECHNOLOGY (bkz. bu madde)) arasındaki aynının biçimsel zemini işte budur. Dolayısıyla artist bu temel bakış açısı içinde yalnızca -önce­ ki çağlarda kendilerine artist denilen- scientist [bilim adamı] ve technologist'ten [teknoloji uzmanı] değil, artık özgül bir ta­ nımla WORK [iş] (bkz. bu madde) örgütlenmesinde kullanı­ lan artisan [zanaatçı] , craftsman [usta] ve skilled worker'dan [hünerli, nitelikli işçi] da ayndır. Bu ayrımlar baskın hale gel­ dikçe, belli bir üretim biçimi içinde, art ve artist genel bir in­ sancıl ilgiyi (yani yararcı olmayan bir ilgiyi) anlatmayı sağla­ yan daha da genel (ve daha bulanık) çağrışımlar kazanıyor; oysa ironik biçimde çoğu sanat yapıtı meta muamelesi ve ço­ ğu sanatçı, dürüstçe tam tersi niyetler taşıdıklarını iddia ettik­ lerinde bile, aslında bir tür marjinal meta üreten bağımsız bir craftsmen [usta] veya skilled worker [hünerli işçi] kategorisi muamelesi görüyor. Bkz.

AESTHETIC, CREATIVE, CULTURE, GENIUS, INDUSTRY,

SCIENCE, TEHCNOLOGY

53

B BEHAVIOUR [Davranış] Behave [davranmak] hala güçlükler sunan çok ilginç bir söz­ cüktür. Eski İngilizce'de be -çevresinde- ve habban -tutmak­ kökünden gelen, kapsamak anlamında bir behabban vardı. Fa­ kat modern sözcük 15. yüzyılda have (krşl. Almanca'da sich

behaben) fiilinin niteleme biçimi olarak, özellikle de "kendine sahip olmak, (uygun olmak)" dönüşlü anlamıyla zuhur etti. 16. yüzyıl örneklerinde geçmiş zaman biçimi behad olabilir. Buradan çıkan başat anlam toplum içinde davranış ya da tavır idi: en yakın modem özelleşmiş anlam belki deportment [hal ve hareket] ya da ( 16. yüzyıldan itibaren) özelleşmiş manners [görgü] (krşl. 14. yüzyıl mannerly) olabilir. Fiilde bu halil bas­ kın bir anlamdır, to behave badly hemen anlaşılsa da, to beha­ ve ("yourself') hilla konuşma dilinde iyi davranmak demektir. Başlangıçtaki bir hayli sınırlı ve ağırbaşlı toplum içindeki dav­ ranış Qohnson'm hala dışsal'a bir vurguyla kaydettiği) anla­ mından, çok daha genel ahlaksal bir anlamda, bütün bir etkin­ likler dizisini özetleyen bir sözcük olmak üzere gelişmesi sıra­ sında, behave belli bir anlam bulanıklığı kazandı ve behavi­ our'un ilgili gelişmesinde özellikle önemli oldu bu. lsim biçi­ minin toplum içindeki davranışı ya da, ahlaksal anlamda, ge­ nel bir dizi etkinliğe gönderme yapmak için kullanılması hala oldukça yaygındır; klasik örneği "when we are sick in fortune, often the surfeits of our own behaviour"dır (Kral Lear, I, ii) . Fakat asıl önemli gelişme, sözcüğün yansız, hiçbir ahlaksal içerim olmadan, belli bir durumda birinin ya da bir şeyin nasıl hareket ettiğini (tepki gösterdiğini) anlatmak için kullanılma­ sıdır. 17. yüzyılda bilimsel betimlemede başladı bu, ancak 19. yüzyıldan önce yaygın değildir. Asıl önemli olan anlam aktar­ ması, daha önceden var olan toplum içindeki gözlemlenebilir davranış temel anlamına muhtemelen bağlı olan güçlü bir göz­ lem anlamıyla maddi nesnelerin betimlemelerinde gerçekleş-

54

miş gibidir. Örneğin: "To watch. . . the behaviour of the water which drains off a flat coast of mud" [çamurdan bir fırından süzülen suyun davranışlarını. . . izlemek] (Huxley, 1878). Fakat terim bitkiler, daha düşük organizmalar ve hayvanlarla ilişkili olarak da kullanılıyordu ve 19. yüzyılın sonlarından itibaren halen dolaşımdaki "bütün bir organizmanın dıştan görülebilir etkinliği" anlamıyla genel kullanıma girmişti. (Krşl. animal behaviour [hayvan davranışı] , ve bunun özelleşmiş eşanlamlı­ sı ethology; ethology daha önceden, 1 7. yüzyılda, mimicry [vü­ cudun korunmak amacıyla bulunduğu ortama uyum sağlama­ sı] ; 18. yüzyılda ahlak bilimi; karakter bilimi (Mill, 1913) ola­ rak tanımlanmıştı. Ahlaksal tanımlardan yansız tanımlara dek yayılan aralık behaviour'da olduğu kadar açıktır ve character sözcüğünde de görülebilir kuşkusuz.) Fiziksel ve biyolojik bilimlerin yöntemlerinin kendini beha­ viourist ve (çok geçmeden) behaviourism olarak tanımlayan etkili bir psikoloji okuluna (Watson, 1913) uygulanmasından özel bir anlam türedi. Psikoloji "doğa biliminin bütünüyle nesnel, deneysel bir kolu" olarak (Watson) görülüyordu ve "zihinsel" ya da "yaşantısal" türden veriler bilimdışı kabul edi­ liyordu. Bu tanımdaki kilit nokta, gözlemlenebilir anlamıydı; kavram başlangıçta "nesnel olarak fiziksel bakımdan ölçülebi­ len"le sınırlıydı, ama hala behaviourist veya neo-behaviourist (yeni anlamına gelen Yunanca neo'nun bir öğretinin yeni veya gözden geçirilmiş biçimini anlatmak üzere kullanımı 17. yüz­ yıldan itibaren kaydedilir, 19. yüzyılın sonlarından itibaren çok yaygındır) adlandırılan sonraki gelişmeler tarafından, çe­ şitli "zihinsel" ya da "yaşantısal" (krşl. SUBJECTIVE) veriler denetlenen gözlem koşullan altında kabul edildiğinden, "de­ neysel olarak ölçülebilir" olarak değiştirildi. Psikolojideki yöntem tartışmasından belki de daha önemli olan, bu okul ve ilgili birçok toplumsal ve entelektüel eğilim dolayısıyla, beha­ viour'ın bir anlamının, her (? gözlemlenebilir) etkinliğe, özel­ likle insan etkinliğine dönük yeni geniş gönderimiyle, "bir or­ ganizma" ile "çevre"sinin etkileşimi (bu da "uyaran" ve "ya­ nıt" biçiminde genelde özelleşmişti) olarak genişlemesiydi.

55

Belli alanlarda, diğer "niyet" ve "amaç" kavrayışlarının redde­ dilip, en iyi durumda ikincil olarak değerlendirilmesi, baskın vurgunun her zaman (gözlemlenebilir) etki, yani davranış üs­ tünde olmasıyla, insan etkinliğinin yalnızca incelemesinin de­ ğil, doğasının da bir çevre tarafından BELlRLENMlŞ (bkz. DE­ TERMINE maddesi) olan etkileşimlerle sınırlanması sonucu­ nu doğurdu bu. İnsan bilimlerinde ve COMMUNICATIONS [lletişim] (bkz. bu madde) ve ilancılık/reklamcılık [adverti­ sing] ( 1 5 . yüzyıldaki "bildirme" genel anlamından özellikle 19. yüzyıldaki TÜKETlCl (bkz. CONSUMER) davranışı üs­ tündeki örgütlü etki sistemi anlamına doğru gelişmiştir) gibi pek çok toplumsal uygulamalı (yansız olmaktan çok uzak) alanda, uyaran ve yanıt'ın görece yansız fiziksel anlamlan, tüm anlamlı insan etkinliğinin bir özeti olarak "denetimli" behavi­ our'ın indirgeyici bir sistemi olarak gelişti. (Denetimli, gözlem­ lenebilir deney koşullan -15. yüzyıldan itibaren ticari muha­ sebede çek sistemi anlamından gelişmiş- anlamı ile yine 15. yüzyıldan gelme başkaları üstünde kısıtlama ya da güç uygula­ ma koşullan anlamı arasındaki çakışma dolayısıyla ilginçtir. Bu iki modem anlam ayn tutulur, ancak uygulamada araların­ da geçiş olmuştur.) En önemli etkisi ise, kimi "kasıtlı" ve "amaçlı" insan pratikleri ve sistemlerinin, adeta kendilerine verilen yanıtlann "normal", "anormal" ya da "sapkın" olarak derecelendirilebileceği "doğal" ya da "nesnel" uyaranlar olarak tanımlanmasıdır. "Özerk" ya da "bağımsız" yanıt anlamı (ya genel olarak ya da verili bir sistemin koşullarının dışında ol­ mak anlamında) böylelikle zayıflaulabilir; bunun da politika ve sosyolojide (krşl. "sapkın gruplar" , "sapkın siyasal davra­ nış"), psikolojide (krşl. RATIONALIZATION [akılcılaştırma] ) ve zekanın ya da genişletilmiş anlamda behaviourist açıklama­ larla üretici ya da YARATICI (bkz. CREATIVE maddesi) gibi terimlere dayalı açıklamalar arasında dikkate değer bir tartış­ manın bulunduğu dilin (language behaviour) anlaşılmasında önemli etkileri olabilir. Bu özel ve merkezdeki tartışmalar bir yana, . toplum içindeki davranışı anlatan bir sözcüğün her türlü etkinliği anlatmak

56

için en yaygın biçimde kullandığımız ve görünüşe göre en yansız terim haline gelmesi önemini korumaktadır.

BOURGEOIS [Burjuva, kentsoylu] Bourgeois İngilizce'de kullanımı çok zor bir sözcük: birincisi, bir hayli yaygın olarak kullanılmasına karşın hala açıkça Fran­ sızca bir sözcük, ilk lngilizce'leştirilmiş biçimi burgess'dır, eski Fransızca

burgeis

ile orta İngilizce

kısıtlı anlamında kalan

burgeis, burges,

ilk baştaki

borges'ten -kasaba sakini- gelir;

ikinci

olarak, özellikle üzerine düşmanlık ya da dışlama çekebilecek (bu bağlamda, daha tamdık İngilizce

orta-sınıf sıfatıyla

tam

olarak çevrilememesi önemlidir) Marksist savunuyla ilgilidir; üçüncü olarak, son yirmi yılda özellikle İngilizce'de, kısmen bu Marksist anlamdan, ama büyük ölçüde daha önceki Fran­ sızca anlamlardan dolayı, daha genel ve çoğunlukla belirsiz bir toplumsal küçümseme sözü oldu. Bu yelpazeyi anlamak için, sözcüğün Fransızca'daki gelişimini izlemek ve Almanca bür­ gerlich'in Fransızca ve İngilizce'ye çevirisindeki özel bir güçlü­ ğü kaydetmek zorunlu. Fransa'daki feodal yönetimde bourgeois toplumda ikamet süresi gibi koşullarla tanımlanan hukuksal bir kategoriydi. Te­ mel tanım, yaşam biçimi hem istikrarlı hem de borçlarım öde­ yebilen güvenilir yurttaştı. En erken ters anlamlar daha üst bir toplumsal kesimden geldi: özellikle 18. yüzyılda bu "orta" sı­ nıfın istikrarlı olsa bile kısıtlı yaşamı ve düşüncelerine yönelik felsefi ve entelektüel bir küçümsemeye dönüşen bourgeois'mn orta halliliğine dönük aristokrat küçümsemesi (İngilizce'de 1 7 v e 1 8 . yüzyılda benzer bir

citizen v e onun kısaltması cit kulla­

nımı vardı) . Bourgeois sürekli ticaretle ilişkilendiriliyordu, ama bir burjuva olarak başarılı ve

bourgeoisement

[burjuva gi­

bi] yaşamak, emekli olmak ve yatınmlandınlmış gelirle yaşa­ mak içindi. Bourgeois evi içinde hiçbir ticaret ve mesleğin (sonradan avukatlar ve doktorlar istisna tutulacaktı) yürütüle­ meyeceği bir yerdi. Ticaretin genişlediği yüzyıllarda bu bourgeois sınıfının bü-

57

yüklüğü ve önemindeki sürekli artış siyasal düşüncede büyük sonuçlar doğurdu, onların da sözcük üzerinde işleri karmaşık­ laştıran önemli etkileri oldu. Özellikle 18. yüzyılda yeni bir TOPLUM kavramı,

sivil

toplum, dile getirilip İngilizce'ye çev­

bourgeois ve Al­ bürgerlich idi, belli anlamlarda hala da öyledir. Sonraki

rildi, ama bu sıfatın eşdeğerlileri Fransızca manca

İngilizce kullanımda bunlar daha özgül 19. yüzyıl anlamında bourgeois diye çevrildiler, çoğunlukla karışıklığa yol açarak. Özgül Marksist anlamdan önce, bourgeois küçümseyici bir söz oldu, ama aynı zamanda aşağıdan bakılınca da saygı anla­ tıyordu. Göçmen işçi veya asker yerleşik bourgeois'yı kendi karşıtı olarak; işçiler sermayelenmiş bourgeois'yı işveren ola­ rak görüyordu. Sonraki kullanımın toplumsal boyutu böylece

18. yüzyılın sonlarında tam olarak kuruldu, gerçi özü bakı­ mından farklı olan aristokratik ya da felsefi küçümseme hala etkin bir anlamdı. Bourgeois toplumunun tanımlanması Marx'ta merkezi bir kavramdı, yine de özellikle erken dönem yapıtlarının bir kıs­ mında terim . bulanıktır, çünkü Hegel'le ilişkisi içinde

(bürgerlich)

sivil

toplum Marx için DEVLET'ten (bkz. STATE mad­

desi) ayırt edilmesi gereken önemli bir kavramdı. Marx önceki ve sonraki anlamları kullanmış ve sonunda birleştirmiştir. Marx'taki yeni bourgeois toplumu anlamı daha önceki tarihsel kullanımı izledi, yerleşik ve borcunu ödeyebi­ len kentlilerden palazlanan tüccarlar, girişimciler ve işverenler sınıfına kaydı. Bourgeois siyaset teorisi

(sivil toplum

teorisi)

dediği şeye saldırısı, aslında belli bir bourgeois toplumunun, yani bourgeoisie'nin (sınıf adı artık çok daha öne çıkmıştı) başatlığını kurmuş olduğu ya da gitgide başat hale geldiği bir toplumda, kavram ve kurumlan olan sözümona evrensel kav­ ram ve kurumlar olarak gördüğü şeye dayanıyordu. Bourgeois toplumunun değişik aşamaları CAPITALIST (bkz. bu madde) üretim biçiminin değişik aşamalarına götürmüştü, ya da daha sonra keskin biçimde ifade edildiği üzere, kapitalist üretim bi­ çiminin değişik aşamaları bourgeois toplumunun, dolayısıyla da bourgeois düşüncesinin, bourgeois duygusunun, bourge58

ois ideolojisinin, bourgeois sanatının değişik aşamalarına gö­ türmüştü. Marx'm kullandığı anlamıyla sözcük evrensel kulla­ nıma geçti. Ancak çoğunlukla bunu, belli bakımlardan, silin­ memiş olan aristokrat ve felsefi küçümsemeden ve de özellikle Marx'ın merkezi tanımını paylaşması gerekmeyen ve çoğun­ lukla da paylaşmayan, ama (orta halli) yerleşik ve saygınlara karşı o eski düşmanlığı besleyen yerleşik sayılamayacak sanat­ çılar, yazarlar ve düşünürler arasında yaygın daha sonraki bir biçimden ayırmak güçtür. Sözcüğün karmaşıklığı artık ortada. En kesin Marksist kul­ lanımda bile bir sorun var: aynı sözcük, yani bourgeois, top­ lumsal ve kültürel gelişmenin tarihsel olarak farklı dönem ve aşamalarını anlatmak için kullanılıyor. Özellikle kimi bağlam­ larda kafa karıştırması kaçınılmazdır: Yerleşik, bağımsız yurt­ taşların bourgeois ideolojisi tüm ülkeye yayılmış [para-nati­ onal] bir şirketin çok hareketli temsilcilerinin bourgeois ide­ olojisiyle aynı olmadığı çok açıktır. Petit-bourgeois aynını ön­ ceki tarihsel niteliklerin bir kısmını korumaya dönük bir giri­ şimdir, ama aynı zamanda daha karmaşık ve hareketli bir top­ lum içindeki özgül bir kategori için kullanılmaktadır. Çoğun­ lukla birbirinden ayırt edilemeyecek biçimde kullanılan bour­ geois ile

kapitalist

arasındaki ilişkide de sorunlar vardır, ama

Marx'ta öncelikle toplumsal ve ekonomik terimler olarak bun­ lar birbirlerinden ayırt edilebilirler. Kentli olmayan sermaye­ darların (öm. tanın alanındaki sermayedar işverenler) , kur­ dukları toplumsal ilişkiler 19. yüzyılda gelişen anlamıyla bo­ urgeois olmakla birlikte, sözcüğün bir türlü silinmeyen kentli vurgusuyla, bourgeois olarak tanımlanmalannda özel bir güç­ lük vardır. Bourgeois toplumu ile bourgeois ya da bourgeoi­ sie sınıfı arasındaki ilişkilerin tanımlanmasında da güçlük var­ dır. Marx'a göre, bourgeois toplumu, bourgeois sınıfının ege­ men olduğu toplumdur, ama, tek bir sınıfın egemen olduğu (fakat ister istemez başka sınıfların da bulunduğu) bütün bir toplumla, o toplumdaki belli bir sınıfı anlatmak için aynı söz­ cük kullanıldığında, en hararetli tahlil tartışmalarından birine bağlı olarak, kullanıma dönük güçlükler olabilir. Bourge-

59

ois'nın apaçık toplumsal ve ekonomik içeriğiyle tanımlanma­ yan bir pratiği anlatan bir sıfat olarak bourgeois'nm kullanım­ larında bu güçlük özellikle dikkat çeker. Dolayısıyla sözcüğün İngilizce'de kullanılmasına direnilme­ si şaşırtıcı değildir, fakat Marksist ve diğer tarihsel, siyasal tar­ tışmalardaki sınırlan belli kullanımı için İngilizce'de gerçek bir alternatifin bulunmadığını da söylemek gerek. Orta-sınıf şeklindeki çeviri, aynı türden insanları, onların yaşama biçimi ve görüşlerini, o zaman bourgeois'nın, öncesinde de citizen, cit ve civil'in anlattığı gibi göstererek, daha çok 19. yüzyıl ön­ cesi anlamların çoğunu karşılar; citizen ve cit'in genel kulla­ nımları 18. yüzyılın sonlarına kadar yaygın, ancak bu dönem­ den sonra o rta-s ınıfın ortaya çıkmasıyla daha az yaygındı. Fa­ kat, modem bir terim olmakla birlikte, orta-sınıf (bkz. CLASS) daha eski bir üç katmanlı toplum -üst, orta ve alt- bölümle­ mesine dayanır; bu bölümleme en çok feodal ve feodaliteden hemen sonraki toplumda anlamlıdır ve daha sonra kullanıldı­ ğı anlamlarda, gelişkin ya da tam oluşmuş bourgeois toplu­ munun tanımlanmasıyla ya hiç ilgisi yoktur, ya da çok az var­ dır. Gelişkin bir kapitalist toplumun tarihsel olarak tanımlan­ ması bağlamında bourgeois'nm sosyalist anlamı olan yönetici sınıf, özü bakımından farklı olan orta sınıf tarafından kolay kolay ya da açıkça temsil edilmez. Bu nedenle, özellikle bu bağlamda ve güçlüklerine karşın, bourgeois kullanılmaya de­ vam edecek. Bkz. CAPITALISM, CIVILIZATION, CLASS, SOCIETY

BUREAUCRACY [Bürokrasi] Bureaucracy İngilizce'de 19. yüzyılın ortalarında görülür. Cariyle Latter-day Pamphlets'da ( 1850) '"Bürokrasi' denen Kıta kaynaklı baş ağrısı"ndan ve Mill 1 848'de örgütlü eylemin tüm gücünü "başat bir bürokrasi"ye yoğunlaştırmanın gereksizli­ ğinden söz etti. 1818'de, daha eski bir biçimi kullanarak Leydi Morgan, "öteden beri lrlanda'yı yöneten Bureacratie ya da ofis

60

zorbalığı" diye yazdı. Sözcük Fransızca yakınkök bureaucra­ tie'den alınmıştı, o da kök sözcük bureau'dan geliyordu. Bure­ au'nun ilk anlamı, çalışma masalarını kaplamak için kullanı­ lan çuhaydı. Bureau'nun İngilizce'de ofis anlamıyla kullanımı 18. yüzyılın başlarına kadar gider; Fransız etkisiyle, yabancı şubelere özel bir göndermeyle, Amerikan kullanımında daha çok yaygınlık kazandı. Ticari düzenlemenin artan önemi, bu­ na eşlik eden devlet müdahalesi ve yasal denetimlerdeki artış­ la, örgütlenmiş ve profesyonel merkezi yönetimin öneminin artmasıyla birlikte, yeni terimin işaret ettiği siyasal olguları üretti. Fakat o zaman değerlendirilmelerinde ciddi bir farklılık vardı. İngiliz ve Kuzey Amerikan kullanımında bu yabancı te­ rim, bureaucracy, kamu yönetiminin katılığını ya da gereğin­ den fazla olan gücünü anlatmak için kullanılıyorken, kamu hizmeti ya da sivil hizmet gibi terimler tarafsızlığı ve benliksiz profesyonelliği anlatmak üzere kullanılıyordu. Almanca'da Bu­

reaukratie çoğunlukla daha iyi bir anlam taşırdı, Schmoller'de ("sınıf savaşında" monarşiden ayn olarak "tek yansız öğe") ol­ duğu üzere ve Weber tarafından daha sonra yasal olarak kuru­ lu ussallık anlamı yüklenecekti. Terimlerin değişiklik göster­ mesi hala değerlendirme değişmelerini ve aslında "kamu hiz­ metçileri topluluğu" ya da bureaucracy'nin hizmet ettiği ço­ ğunlukla farklı siyasal sistemler arasındaki ayrımları da karış­ tırabiliyor. Ancak bunun da ötesinde, bureaucracy'nin yalnız­ ca memurlar sınıfını değil, eski aristokrat toplumların yanı sı­ ra halk DEMOCRACY'lerinden (bkz. bu madde) de farklı kimi modem, örgütlü, merkezileştirilmiş toplumsal düzen türlerini de anlatan daha genel bir kullanımı da görülür. "Kamu çıka­ rı"nın "kamu hizmeti"yle "bureaucracy" arasındaki değişmeye [ variation] özellikle maruz kaldığı sosyalist düşüncede bu önemlidir. Daha yerel biçimlerde, Daily News'un 187l'de "the Ministry . . . with all its routine of tape, wax, seals and bureauism" [bü­ tün o bant, balmumu, mühür ve kırtasiyecilik rutiniyle. . . Ba­ kanlık] diye tanımladığı resmi süreçlerin karmaşık formalite­ lerini anlatmak için kullanılır bureaucracy. "İş yöntemleri" ve

61

"ofis düzenlemesi" gibi daha yansız anlatımların üretilmesi ve çoğunlukla bureaucracy'nin devletteki benzer ya da aynı işlem süreçleri için ayrılmasından anlaşılacağı üzere, iki tür gönde­ rim arasında bir belirsizlik bölgesi yer almaktadır. Bkz.

DEMOCRACY, MANAGEMENT

c CAPITALISM [Kapitalizm] Belli bir ekonomik sistemi tanımlayan bir sözcük olarak capi­ talism İngilizce'de 19. yüzyılın başlarında ve neredeyse aynı sıra Fransızca ve Almanca'da görülmeye başladı. İsim olarak capitalist biraz daha eskidir; Arthur Young

Travels in France

( 1 792) adlı günlüğünde kullanır, ama görece gevşek bir biçim­ de: "paralı adamlar ya da kapitalistler". Coleridge

Tabletalk'ta

( 1823) sözcüğü gelişmiş bir anlamda kullanır - "emeği el aun­ da bulunduran. . . kapitalistler". Thomas Hodgskin

fended against the Claims of Capital'da

Labour De­

şöyle yazmıştı: "Avru­

pa'nın bütün kapitalistleri, dolaşımdaki bütün sermayeleriyle birlikte, kendi başlarına bir haftalık yiyecek ve giysi bile arz edemezler," ve "gıda üretenle giysi üreten arasına, çalgı üre­ tenle kullanan arasına kapitalist girer, ne yapar ne de kullanır, ama her ikisinin ürettiğini de sahiplenir." Ekonomik bir

siste­

min tanımıdır bu açıkça. Capital'in ekonomik anlamı 17. yüzyıldan ve tam gelişmiş olarak ise 18. yüzyıldan bu yana İngilizce'de görülüyordu. Chambers

Cyclopaedia'da ( 1 727-5 1 )

"Parlamento tarafından

Güney Denizi şirketine sermayelerini artırmak için verilen güç"e rastlanır ve "dolaşımdaki sermaye"nin tanımı Adam Smith'te ( 1 776) bulunur. Sözcük bu özel anlamını "baş" veya "ana" biçimindeki genel anlamlarından aldı: yakınkök Fran­ sızca

capital,

Latince

capitalis,

kök sözcük Latince

caput

"baş,

kafa". Pek çok başka türemiş özel anlam vardı; ekonomik an-

62

lam "capital stock" (ana mal ya da para) ifadesinin kısaltılma­ sıyla gelişti. Klasik ekonomide capital'in ve capital'in çeşitli biçimlerinin işlevi betimlenip tanımlanmıştı. Capitalism böyle bir ekonomik sistemi anlatmaktan çok belli bir tarihsel ekonomik sistemi anlatmak üzere bir anlam gelişmesini temsil eder. Capital ve capitalist başlangıçta her ekonomik sistemdeki teknik terimlerdi. Capitalist'in sonraki (19. yüzyıl başı) kullanımları tarihsel gelişimin belli bir aşa­ masında özgül işlevlere doğru kaydı; capitalism'i billurlaştıran da işte bu kullanımdır. Yararsız, ama kontrolü elinde bulundu­ ran aracı ya da işveren veya son olarak üretim araçlarının sahi­ bi olarak capitalist biçiminde bir anlam vardı. Bu sonunda, özellikle Marx'ta biçimsel bir ekonomik kategori olarak capi­ tal'in üretim araçlarının bir tek elde toplanmış, ücretli emek sistemini beraberinde getiren özel bir sahipliği olarak capita­ lism'den ayırmayı içeriyordu. Bu anlamda capitalism palazla­ nan burjuva toplumunun bir ürünüdür; capitalist üretimin daha eski biçimleri vardır, ama bir sistem olarak capitalism -Marx'ın "kapitalist dönem" dediği şey- ancak 16. yüzyıla ka­ dar gider ve endüstriyel kapitalizm aşamasına 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın başlarında ulaşır. Bu tanımlamanın ayrıntıları ve elbette ki sistemin kendisi­ nin yararlan ve işleyişi üstüne büyük tartışmalar yapıldı, fakat 20. yüzyılın başlarından itibaren, dillerin çoğunda, capitalism diğer sistemlerle karşılaştınlabilen ayn bir ekonomik sistem anlamını kazandı. Terim olarak capitalism, Alman sosyalist yazısında kullanılmaya ve diğer sosyalist olmayan yazılara ya­ yılmaya başladığı 1880'lerden öncesine gitmez. tık İngilizce ve Fransızca kullanımları ancak 20. yüzyılın ilk yıllarına dek ge­ riye gider. 20. yüzyılın ortalarında, sosyalist savunuya tepki olarak, capitalism ve capitalist sözcüklerinin yerine sistem sa­ vunucuları tarafından "özel girişim" ve "serbest girişim" gibi ifadeler kullanıldı. Kapitalizmin başlangıç dönemindeki kimi koşullan hatırlatan bu terimler çok büyük veya tüm ülkeye yayılmış "kamu" şirketlerine ya da onların denetlediği ekono­ mik sisteme hiç tereddütsüz uygulandı. Geriye kalan durum-

63

lardaysa capitalism artık yaygınlaşmış olan kendi adıyla savu­ nuldu. Denetimin hissedarlardan profesyonel yönetime sözde geçişini veya belli NATIONALIZED [millileştirilmiş] (bkz. bu madde) veya "devlete ait" sektörlerin aynı anda varoluşunu anlatmak için, post-capitalist veya post-capitalism şeklinde bir kullanım gelişti. Bu ifadelerin mantıklılığı, nitelemek üzere seçildikleri kapitalizm tanımına bağlıdır. Açıkça kapitalizmin belli türlerini niteleseler de, temel anlamına göre marjinal ka­ lırlar. Yeni bir ifade, state-capitalism [devlet kapitalizmi] tanı­ mın özgün koşullarının -ücretli emek sistemine doğru götüre­ cek biçimde üretim araçlarının tek elde toplanması- gerçekten değişmediği devlet mülkiyetinin biçimlerini anlatmak için 20. yüzyılın başlarından itibaren, ama özellikle ortasında yaygın biçimde kullanıldı. Capitalist bir ekonomik sistemin egemen olduğu durumlar­ da bütün toplumu, toplumun özelliklerini anlatmak üzere sı­ fat olarak capitalist'in anlam genişlemesine uğradığını da kay­ detmek gerekir. Bu noktada capitalist ile BOURGEOIS (bkz. bu madde) arasında yer yer çakışma ve ara sıra karışıklık gö­ rülmektedir. Birebir Marksist kullanımda capitalist üretim bi­ çimini ve bourgeois belli bir toplumu anlatır. Anlam çakışması­ na neden olan üretim biçimi ile toplum türü arasındaki ilişki­ ler hala tartışma konusudur.

Bkz. BOURGEOIS, INDUSTRY, SOCIETY

CAREER [Meslek yaşamı, kariyer] Career artık bir kişinin yaşamdaki ya da buradan türetilerek mesleğindeki ilerlemesini anlatmak için o kadar çok kullanılı­ yor ki, aynı bağlamda hipodromdaki koşuyolu ve dörtnala koşma anlamlarını hatırlamak güç - gerçi kimi bağlamlarda, "careering about" [süratle gitmek] deyiminde olduğu üzere, yaşamaktadır. Career İngilizce'de 16. yüzyılın başlarında görülür, Fransız­ ca yakınkök carriere'den -koşuyolu-, Latince kök sözcük

64

car-

raria'dan -araba yolu-, o da Latince kök carrus'tan -araba- ge­ liyor. 16. yüzyıldan itibaren koşuyolu, anlam genişlemesiyle hızlı ya da kesintisiz etkinlik anlamında kullanılıyordu. Kimi zaman yansız olarak kullanılsa da, güneşin seyrinde olduğu gi­ bi, 1 7 ve 18. yüzyılda hızlı olduğu kadar kısıtlamasız etkinlik şeklinde bir anlam taşıyordu. 1 767 tarihindeki "a . . . beauty. . . in the career of succes" [haşan yolunda . . . bir güzellik] ile 1848 tarihindeki Macauley'nin "in the full career of succes" [bütün o haşan dolu yolunda] kullanımları arasındaki içerim değişik­ liğinden emin olmak kolay değil. Fakat 19. yüzyılın başların­ dan itibaren yerici içerim olmadan, özellikle diplomat ve dev­ let adamlarına göndermeyle, kullanmaya başlamış olmamız muhtemel. 19. yüzyılın ortalarından itibaren sözcük meslekte­ ki ilerlemeyi, sonra da mesleğin kendisini anlatmaya başlar. Bu noktada, özelikle de 20. yüzyılda, career WORK, LABO­ UR [iş, emek] (bkz. bu maddeler) ve özellikle job'm [iş] başlı­ ca örneklerini oluşturduğu bir grup sözcükten ayrılamaz hale gelir. Career hala politikacılar ve eğlence işindekileri anlatmak üzere soyut ve parlak bir anlamda kullanılıyor, ama daha genel olarak, bilinçli ve bilinçsiz bir sınıf ayrımıyla, üstü örtülü bir ilerleme vaadi içeren işler'i dile getiriyor. Açıkça içeride geliş­ me olanağı olan işleri - devlet memurluğu kariyeri -anlatmak için yaygın biçimde kullanıldıysa da, artık rağbet gören, arzu edilir ya da gurur duyulan uğraşılan kapsıyor- "kömür ma­ denciliği kariyeri" . Career artık her zaman terfi ya da ilerleme­ yi olmasa bile sürekliliği ima ediyor genellikle, yine de career ile iş arasındaki ayrım ancak kısmen buna dayanıyor ve farklı iş türleri arasındaki sınıf ayrımlarıyla da ilişkili çoğu zaman. Öte yandan, terim kapsamı, "careers tavsiyesi" örneğinde ol­ duğu gibi, kimi zaman bu çağrışımların üstünü çizer ve "yan yarıya yetenekli işçiler"i anlatmak üzere Amerikalıların "düz career yörüngesi" biçiminde bir kullanımları da olmuştur.

17 ve 18. yüzyıldaki yerici anlamıyla birlikte özgün eğretile­ meye benzer bir şeyin rat-race gibi kimi iş ve terfi alanlarının anlatılmasında yeniden ortaya çıkması ilginçtir. Fakat elbette ki yerici anlam, career'in olumlu içerimlerinden özenle ayrı

65

tutulan careerism ve careerist gibi türetimlerde doğrudan doğruya görülür. Careerist 1 9 1 Tde kayıtlara geçer ve care­ erism ise 1933'te; ilk kullanımlar meclis politikasına gönder­ me yapar. Bkz. LABOUR, WORK

CHARITY [iyilik, hayır, iyilikseverlik, hayırseverlik] Charity İngilizce'ye 12. yüzyılda eski Fransızca yakınkök cha­ ritt'den geldi, o da Latince caritas'tan, bu sözcük de kök söz­ cük carus'tan -dear [sevimli, sevgili, aziz] anlamında- gelmiş­ tir. Latince sözcük sevgi anlamının yanı sıra fiyatın pahalılığı anlamını da kazandı (eski İngilizce'den bu yana dear'ın kendi­ sinde yinelenen, sürdürülen bir çağrışım) . Fakat charity 'nin başat kullanımı İncil bağlamındaydı. (Yunanca agape Vulga­ te'te dilectio ve caritas'a ayrışmıştır ve Wyclif bunları love ve charity olarak çevirmiştir. Tyndale caritas'ı love'a çevirmiş ve 1 6. yüzyılın ateşli öğreti tartışmalarında bu çeviri eleştirilmiş­ tir, Bishop'ın İncil'i ve sonra Onaylanmış Versiyon'da kiliseye özgü charity tercih edildi. Love, 19. yüzyılın Gözden Geçiril­ miş Versiyon'unun anahtar terimlerinden biridir.) Charity o zamanlar insanla Tanrı arasındaki, insanlarla komşuları ara­ sındaki Hıristiyan sevgisiydi. Komşulara iyilikseverlik ve özel­ likle de yardıma muhtaçlara iyilikseverlik anlamı eşit derecede eskidir, fakat önceleri şu Paul kullanımında olduğu üzere Hı­ ristiyan sevgisi anlamıyla doğrudan ilişkilidir: "though 1 bes­ tow all my goods to feed the poor. . . and have not charity, it profiteth me nothing" [eğer bütün mallarımı sadaka olarak ye­ dirirsem. . . fakat sevgim olmazsa, bana hiç faide etmez] ( 1 Co­ rinthians 13 I. Korintoslulara Mektup 13: 3), burada duygu­ nun olmadığı eylem bir hiç olarak görülmektedir. Yine de muhtaç olanlara yardım etmeye ilişkin başat anlam istikrarlı bir biçimde bugüne geldi; bu anlam büyük olasılıkla daha 16. yüzyılda baskındı ve 1 7 . yüzyılın sonlarından ve 18. yüzyılın başlarından itibaren yeni bir soyutlama anlamıyla kullanıl-

66

maktaydı. Bir kurum olarak charity 17. yüzyılın sonlarından itibaren yerleşmişti. Bu anlamlar kuşkusuz süregeldi. Ama sözcükte bir hareket daha var. Charity begins at home [İyilik/hayırseverlik evde başlar] 17. yüzyılın başlarında popü­ ler bir sözdü ve 14. yüzyıldan itibaren öncüleri görülmektey­ di. Cold as charity daha da anlamlıdır ve Matta 24: 12'deki orijinal kullanımın ilginç bir terse çevrilişidir; Incil'de "savaş­ lar ve savaş söylentileri"nin ve "pek çok sahte peygamber"in çıkışının kehaneti, şu sözle öncelenir: "because iniquity shall abound, the love of many shall wax cold" [fesat çoğalacağın­ dan ötürü, birçoklarının sevgisi soğuyacak] . Bu en genel Hıris­ tiyanca anlamdır. Daha önceki çeviriler (örneğin, Rhemish, 1 582) şu ifadeyi kullanmıştır: "charity of many shall wax cold" [birçoklarının sevgisi soğuyacak] . Browne ( 1 64 2) "complaint of these times ... that Charity grows cold"dan [za­ manımızın şikayeti... Sevginin soğuduğundan] söz eder. 18. yüzyılın sonlarından itibaren anlam terse çevrilmiştir. Bu an­ lam, sevgi ve iyilikseverliğin kurutulması veya dondurulması anlamı değildir; daha ilginç olan, iyiliksever davranışın muha­ tabına en iyiliksever kurumların alışkanlık ve tavırlarının uzun süreli deneyiminden sonra nasıl geldiğidir. Bu anlam çok önemli olmuştur ve bazı insanlar hala kendilerinin bağışta bu­ lundukları kamu fonlarından dahi "charity" [bağış] almaya­ caklarını söylüyorlar. Bunun başkalarından yardım almaya karşı bir bağımsızlık duygusu içerdiği doğru, ama bu bağlam­ daki charity etrafında toplanan nefret ve ret duygusu, tarihsel olarak eylemin her iki tarafında, iyilikseverlik ve sınıf duygu­ larının etkileşimine ait olan yaralanmış özsaygı ve gurur duy­ gularından ileri gelmektedir. Bu etkileşimin kritik işaretleri charity'nin (komşu sevgisinden değil, onaylanan toplumsal davranışın ödülü için) hak eden yoksullara hasredilmesi ve Je­ vons (1878) tarafından özetlenen burjuva ekonomi politiğin­ deki hesaptır: "all that the political economist insists upon is that charity shall be really charity, and shall not injure those whom it is intended to aid" [siyasal iktisatçının ısrar ettiği tek şey, hayırseverliğin gerçekten hayırseverlik olması ve yardım

67

etmeyi amaçladığı kimseleri incitmemesidir) (ihtiyacın gide­ rilmesi değil, ücretli emeğe yönelik teşviki korumaya yönelik seçici kullanım). Bir zamanlar başkalarına dönük sevgi ve du­ yarlılık için kullanılan en yaygın ifadenin (hayır kurumlarının yaşamakta olan hukuki tanımlarına uygun olarak bazı özel bağlamlar hariç) , modern hükümetlerin refah yardımlarını (ayrıma ilişkin zengin bir toplumsal tarihin de etkisiyle) "cha­ rity [bağış, sadaka) değil hak" diye tanıtmalarını gerektirecek kadar üzerine gölge düşmüş olması şaşırtıcı değil.

CITY [Şehir, kent] City İngilizce'de 13. yüzyıldan bu yana görülür, ama büyük ya da çok büyük bir kenti anlatmak üzere modem kullanımı ve buna bağlı olarak kent alanlarını kırsal alanlardan ya da ra'dan

taş­

ayırmak üzere kullanılması 16. yüzyıldan bu yanadır.

Sonradan kazandığı anlam ve ayrım açıkça kent yaşamının öneminin 16. yüzyıldan itibaren artmasıyla ilişkilidir, fakat 19. yüzyıla dek başkentle, Londra'yla sınırlıydı bu. Daha genel kullanımı, İngiltere'yi 19. yüzyılın ortalarında nüfusunun bü­ yük kısmı kentlerde yaşayan dünya tarihindeki ilk toplum ya­ pan Sanayi Devrimi sırasındaki kent yaşamının hızlı gelişmesi­ ne karşılık gelir. City eski Fransızca yakınkök cite'den, Latince kök civi­ tas'tan türemiştir. Fakat civitas moden anlamda şehir değildi; bu anlama gelen urbs idi, Latince civitas, civis'ten -kentli, as­ lında bugünkü "ulusal'' daha yakındır- türetilmiş genel bir isimdi.

Civitas, o zaman belli bir yerleşim ya da yerleşim tü­

ründen çok yurttaşlar topluluğuydu. Romalı yazarlar tarafın­ dan Gaul kabilelerine uygulandı. Uzun ve karmaşık bir geli­ şimle civitas ve ondan türeyen sözcükler böyle bir devletin başlıca kentini, kiliseyle ilgili kullanımlarda da katedral kenti­ ni anlatmaya başladı. Daha önceki İngilizce sözcükler borough

burh) ve town (yakınkökü eski İngi­ Town etrafı çevrilmiş yer ya da bahçeden böyle

(yakınkök eski İngilizce lizce tun) idi.

etrafı çevrilmiş bir yerin içindeki binalara doğru (ki hala kimi

68

modem köy ya da köy bölümü adlannda yaşar) , buradan da 13. yüzyıldaki modem kullanımlannın ilk örneklerine doğru bir gelişme izledi.

Borough ve city sık sık birbirlerinin yerine

geçebiliyordu ve farklı ortaçağ ve ortaçağ sonrası yönetim dö­ nemlerinde çeşitli hukuksal aynmlar görülür. City'yi belirle­ yen bu tür aynmlardan biri 16. yüzyılda katedral bulunmasıy­ dı ve bu hala geçmişten kalma bir alışkanlıkla, ama yanlış ola­ rak, ileri sürülür. City'nin büyüklük bakımından town'dan ay­ nlmaya başladığı dönemde, temel olarak 19. yüzyıldan itiba­ ren ama Londra'nın baskın olmasına bağlı daha önceki örnek­ lerle 16. yüzyıldan itibaren, her ikisi de hala yönetimsel olarak borough idi ve bu sözcük bir yerel yönetim biçimi olacak şekil­ de özelleşti. 13. yüzyıldan itibaren city her durumda town'dan onurlandıncı bir sözcük oldu; bu şekilde daha çok Kutsal Ki­ tap'ta adı geçen köyler için ya da ideal veya anlamlı yerleşimi anlatmak üzere kullanılıyordu. Daha genel olarak, 16. yüzyıl itibariyle city daha çok Londra'yı anlatıyordu ve 17. yüzyılda city ve taşra karşıtlıklan çok yaygındı. Finans ve ticaret mer­ kezi olarak özelleşmiş anlamıyla city, Londra Şehri'nde bulun­ malanndan dolayı, bu finans ve ticaret faaliyetinin gözle görü­ lür ölçüde genişlediği 18. yüzyılın başlanndan itibaren yaygın biçimde kullanıldı. Büsbütün farklı bir yaşam biçimini ima eden gerçekten fark­ lı bir yerleşim türü olarak city, her ne kadar bu düşünce Rö­ nesans, hatta Klasik düşünceden bu yana çok uzun bir tarihe sahipse de, modem çağnşımlanyla 19. yüzyılın başlanna ka­ dar tam olarak yerleşmiş değildir. Modern vurgu sözcükte, belli yerler veya belli yönetim biçimlerinden sıfat olarak gitgi­ de soyutlanmasıyla ve büyük ölçekli modem kent yaşamının anlatımının gitgide yaygınlaşmasıyla takip edilebilir. Milyon­ larca sakiniyle modem city böylece kesin olmamakla birlikte genel olarak daha önceki dönemler ve yerleşimlerin temel ni­ teliklerini taşıyan birçok şehir türünden aynlır katedral şeh­ -

ri, üniversite şehri, taşra şehri. Aynı zamanda modem city ken­ di içinde de bölünmüştür; suburb'ün [banliyö] değişen konu­ munun sorunlu kılmasıyla

inner city nin [iç şehir] günümüzde '

69

kullanımı her geçen gün artmaktadır. Suburb, 1 7 . yüzyıldan bu yana dış ve aşağı bir alan olmuştur ve bu anlam, darlığı an­ latmak üzere suburban'm kullanılmasında yaşamaktadır. Fakat 19. yüzyılın sonlarından itibaren tercih edilen alanlarda bir sı­ nıf farklılığı göze çarpar: suburb'ler sakinleri çeker ve inner city işyerleri, dükkanlar ve yoksullara terk edilir.

Bkz. COUNTRY, CIVILIZATION

CIVILIZATION [Uygarlık, medeniyet] Civilization artık genel olarak ulaşılmış bir durumu ya da dü­ zenli toplumsal yaşam koşulunu anlatmak üzere kullanılıyor. Uzun bir süre için, gerçekte hala da zorlu bir etkileşim içinde olduğu CULTURE [kültür] (bkz. bu madde) gibi, aslında bir sürece gönderme yapar ve bazı bağlamlarda hala bu anlamı yaşar. Civilization sözcüğünden önce İngilizce'de civilize (uygar­ laş(tır)mak] görülür, sözcük 1 7. yüzyılın başlarında 16. yüz­ yıldaki Fransızca yakınkök civiliser'den gelişmiştir, o da orta Latince civilizare -bir suç sorununu uygar bir sorun haline ge­ tirmek, buradan da bir toplumsal örgütlenme biçimi içine taşı­ mak. Kök sözcük- yurttaş anlamına gelen Latince civis'den tü­ remiş, yurttaşlara ait ya da değgin olan -Latince civilis'ten ge­ len civil'dir. Bu haliyle civil İngilizce'de 14. yüzyıldan itibaren kullanıldı ve 16. yüzyılda terbiyeli ve eğitimli anlamlarını ka­ zandı. Hooker 1594'te "Sivil Toplum"dan söz eder- 1 7 . ve özellikle 18. yüzyılda merkezi önem kazanacak bir anlatımdır bu - ama düzenli bir toplumun tanımlamasına dönük asıl önemli gelişme, orta Latince yakınkök civilitas'tan -topluluk­ gelen civility [kibarlık] idi. Civility 1 7 ve 18. yüzyıllarda bu­ gün civilization diyeceğimiz bağlamlarda kullanılır ve ta l 772'de Johson'ı ziyaret eden Doswell şöyle yazar: "onu meş­ gul buldum, folyo Sözlük'ünün dördüncü baskısını hazırlıyor­ du ... Civilization'u almayacak, bir tek civility'yi dahil edecekti. Ona büyük saygı duymakla birlikte, civilize'dan civilization'un

70

barbarlığın [barbarity] karşı anlamında civility'den daha iyi ol­ duğunu düşündüm." Boswell, özellikle barbarlıkla [barba­ rism] bilinçli tarihsel ve kültürel karşıtlığı içinde toplumsal düzen ve incelik durumunu süreçten daha fazla vurgulayan gitgide yerleşecek kullanımı doğru tanımlıyordu. Civilization hem durum hem de süreci anlatmak üzere Ash'ın 1 775 tarihli sözlüğünde görüldü. 18. yüzyılın sonlarından itibaren, özel­ likle 19. yüzyılda yaygınlaştı. Bir yönüyle civilization'ın yeni anlamı 18. yüzyılın sonların­ dan itibaren süreç ve ulaşılmış durum anlamlarının özgül bir birleşimidir. İnsanın kendi kendine seküler ve ileriye doğru ge­ lişmesine yaptığı vurguyla Aydınlanma'nm genel ruhu vardır gerisinde. Civilization bu tarihsel süreç anlamını dile getiriyor, aynı zamanda buna bağlı modernlik anlamını yüceltiyordu: ulaşılmış bir incelik ve düzen durumu. Bu civilization iddiala­ rına karşı gösterilen Romantik tepkide, insanın gelişiminin di­ ğer türlerini anlatmak için başka sözcükler ve insanın refahı konusunda başka ölçütler, özellikle CULTURE (bkz. bu mad­ de) geliştirildi. 18. yüzyılın sonlarında civilization'ın davranış­ lardaki incelikle birleşmesi hem İngilizce hem de Fransızca'da normaldi. Burke

Rejl.ections on the French Revolution'da şöyle

yazar: "our manners, our civilization, and all the good things which are connected with manners, and with civilization" [görgü kurallarımız, uygarlığımız ve görgü kurallları ve uygar­ lıkla ilgili olan bütün iyi şeyler] . Burada, her ne kadar manners [görgü kuralları] modem olağan kullanımından daha geniş bir gönderime sahipse de, terimler neredeyse eşanlamlı görünüyor.

19. yüzyılın başlarından itibaren civilization'ın, davranış ve tu­

tumdaki incelik kadar toplumsal düzen ve düzenli bilginin (sonradan SCIENCE'm [Bilim] (bkz. bu madde)) de vurgulan­ dığı sözcüğün modem anlamına doğru gelişimi, bir bütün ola­ rak İngilizce'de Fransızca'dan öncedir. Mill� Coleridge üstüne denemesini yazdığında, 1830'larda belirleyici bir an vardı: İnsanlığın uygarlıkla ne kadar çok şey kazandığı sorusunu ala­ lım sözgelimi. Gözlemci fıziksel rahatlığın artması; bilginin ge-

71

lişmesi ve yayılması; baul inancın çökmesi; karşılıklı ilişkinin kolaylıkları; davranışların yumuşaması; savaş ve kişisel çaUş­ manın gerilemesi; güçlünün zayıf üstündeki zorbalığının gitgi­ de kısıtlanması; kalabalıkların işbirliğiyle yeryüzü üstünde ba­ şarılan büyük işler karşısında ister istemez şaşkınlığa düşer...

Mill'in civilization'a ilişkin olumlu örneklerinin yelpazesi budur ve çok modem bir yelpazedir bu. Olumsuz sonuçlarını da tanımlar: bağımsızlığın yitirilmesi, yapay gereksinimlerin yaratılması, tekdüzelik, dar mekanik anlayış, eşitsizlik ve çare­ siz yoksulluk. Coleridge ve diğerleri tarafından kurulan karşıt­ lık culture veya

cultivation ile civilization arasındaydı:

Kültürle uygarlık arasındaki sürekli aynın ve yer yer kendini gösteren karşıtlık... ulusun kalıcılığı... ve ilericilik ile kişisel özgürlüğü ... sürekli ve ilerici uygarlaşmaya bağlıdır. Fakat uy­ garlığın kültürde, yani insanlığımızı belirleyen nitelikler ve yetilerin uyumlu gelişiminde temellenmediği, parlaktan çok cilalı bir halk denebilecek kadar seçkin bir ulus ve de yıkıcı bir etki, yani sağlığın sonucu olmaktan çok hastalığın ateşi değilse şayet gerçekten, uygarlığın kendisi karışık bir iyiliktir.

(On the Constitution of Church and State, V) Coleridge bu alıntıda uygarlığın davranışların parlatılmasıy­

la ilişkisinin açıkça ayırdındadır; ciladan söz etmesi bundandır ve aradaki aynın 18. yüzyılda İngilizce ve Fransızca'daki aynı kökten gelen polished [parlatılmış] ile polite [kibar] arasındaki tuhaf çakışmayı hatıra getirir. Fakat civilization'ın "karışık bir iyilik" olarak nitelenmesi, tıpkı Mill'in olumlu ve olumsuz so­ nuçlarını ayrıntılı olarak açıklaması gibi, sözcüğün bütün bir modern toplumsal süreci anlatmaya başladığını göstermekte­ dir. Bu andan itibaren bu anlam başat olur, ister sonuçlan iyi, ister kötü isterse karışık olsun. Yine de öncelikle genel ve aslında evrensel bir süreç olarak görülür hala. Civilization'ın çoğul biçimde kullanıldığı önemli bir an vardır. Civilizations, cultures'dan sonra ortaya çıkar; en açık ilk kullanımı 1819'da Fransızca'dadır. İngilizce'de, daha

72

önce, örtük kullanımlarla eski uygarlıklara gönderme yapar, ama 1860'lara kadar yaygın değildir bu. Modem İngilizce'de civilization hala genel bir duruma gön­ derme yapar ve hala

vahşilik

ya da barbarlıkla karşıttır. Ama

karşılaştırmalı çalışmaların doğasındaki görelilik, ve bunun ci­ vilizations'm kullanımına yansıması, bu temel anlamı etkiledi ve sözcük artık belli tanımlayıcı sıfatları düzenli olarak çevre­ sine topluyor: Western civilization, modern civilization, in­ dustrial civilization, scientifıc and technological civilization [Batı uygarlığı, modem uygarlık, sanayi uygarlığı, bilimsel ve teknolojik uygarlık] . Böylelikle ulaşılmış herhangi bir toplum­ sal düzen ya da yaşama biçimini anlatan yansız bir sözcük ha­ lini aldı ve bu anlamıyla

culture'ın

modem toplumsal anlamı

arasında karmaşık ve çok tartışılmış bir ilişki vardır. Yine de ulaşılmış durum anlamı, hala kural koyucu bir niteliği barın­ dıracak kadar güçlüdür; bu anlamda civilization, a civilized way of life, the conditions of civilized society [uygarlık, uy­ gar bir yaşama biçimi, uygar toplumun koşullan] kazanılmaya olduğu kadar yitirilmeye de yatkın görülebilir.

Bkz. CITY, CULTURE, DEVELOPMENT, MODERN, SOCIETY, WESTERN

CLASS [Sınıf] Class hem anlam yelpazesi hem de toplumsal bir kesimi anla­ tan özel anlamının karmaşıklığı bakımından açıkça güç bir sözcüktür. Roma halkının mülkiyete göre bir kesimini oluştu­ ran Latince

classis

sözcüğü, İngilizce'ye 16. yüzyılda Latince

biçimiyle geçti, çoğulu da

classes ya da dassies idi.

16. yüzyılın

sonlarına ait (King, 1594) neredeyse modern bir kullanımı vardır: "all the classies and ranks of vanitie" [ tüm sınıflar ve tabakalar] . Fakat

classis öncelikle Roma tarihini anlatmak için

kullanılıyordu ve önce kilise örgütüyle ilgili bir terim olarak ("assemblies are either classes or synods" [meclisler ya sınıftır ya da kurul] ) ve sonra kesim ve zümreyi anlatmak üzere genel

73

bir terim olarak ("classis of Plants" , 1 664 [bitkiler sınıfı]) kap­ samı genişletildi. Fransızca yakınkök

classique classic biçimin­

de 17. yüzyılın başlarında İngilizce'ye giren Latince türemiş

classicus

sözcüğünün standart otorite ve sonra da Yunan ve

Roman antik çağına özgü (başlangıçta

classic ile birbirinin ye­

rine geçebilen classical biçimiyle artık ayırt ediliyor çoğunluk­ la) anlamını kazanmasından önce, toplumsal içerimleri oldu­ ğunu belirtmekte yarar var. Gellius şöyle yazmıştı:

scriptor, non proletarius" .

"classicus...

Fakat İngilizce'ye 1 7. y'da giren class

biçimi, eğitimle ilgili özel bir değer kazandı. Blount, 1656'da classe'ı yorumlarken, hala öncelikle Latince'ye özgü olan "De­ recelerine göre insanların mertebe ya da grubu" anlamını ve­ rir, ama eklemeden de edemez: "Okullarda (ki sözcüğün en çok kullanıldığı yerdir) belli bir öğrenci grubuna hasredilmiş düzey ya da ders" - bu kullanım eğitimde hala yaygındır. Classic ve classical'm gelişmesi büyük ölçüde öğrenilmesi ge­ reken yapıtlar ilişkisinin sonucudur. 1 7 . yüzyılın sonlarından itibaren class'ın bir grup ya da ke­ sim için genel bir sözcük olarak kullanılması gitgide yaygın­ laşmıştır. Bu dönemle ilgili olarak güçlük çıkaran şey; class'in bitkiler ve hayvanların yanı sıra insanlar hakkında da, ama modem türden toplumsal içerimler olmaksızın kullanılması­ dır. (Krşl. Steele, 1 709: "this Class of modem Wits" .) Belli sı­ nıfların nispeten değişmeyen adlarıyla (lower class, middle class, upper class, working class vb.) class'ın modem top­ lumsal anlamının gelişimi, aynı zamanda Sanayi Devrimi'nin ve onun toplumu önemli ölçüde yeniden düzenleyişinin döne­ mi olan 1 770 ve 1840 arasındaki döneme aittir esasen. En uç durumlarda (i) herhangi bir gruplandırmanın adı olarak class ile (ii) toplumsal bir oluşumun özgül adının adayı olarak class arasında aynın yapmak güç değildir. Sözgelimi Steele'in "Class of modem Wits"i [ "Günümüzün Nüktedanlar Sınıfı"] ile "hal­ kın orta ve alt sınıflarının Parlamento'nun Avam Kamarası'nda yeterli biçimde temsil edilmedi"ğine ilişkin Birmingham Siya­ sal Birliği'nin B ildirge si (1830) arasında kesin çizgiler çekmek '

güç değil. Fakat geçiş döneminde ve aslında onun biraz önce-

74

sinde, belli kullanımların anlam (i)'i mi yoksa (ii)'yi mi kastet­ tiğinden emin olmak gerçekten güç. Modem anlamda okuna­ bilecek benim bildiğim en eski kullanım, Defoe'nun "'tis plain the deamess of wages forms our people into more classes than other nations can show" [ücretlerin pahalılığı halkımızı diğer ulusların gösterebileceğinden daha çok sınıfa ayırıyor] (Revi­ ew , 14 Nisan 1 705) cümlesidir. Fakat bu bile ekonomik bağ­ lamda kesin olmaktan uzaktır. Hanway'in 1 772 tarihli başlığı konusunda da kuşku bulunmalıdır: "Observations on the Ca­ uses of the Dissoluteness which reigns among the lower clas­ ses of the people" [halkın aşağı sınıfı içinde hüküm süren se­ fahatin nedenleri üstüne gözlemler] . Bunu, tıpkı Defoe'nun­ kinde olduğu gibi, tamamen toplumsal anlamda okuyabiliriz, ama anlam (i) ile (ii) arasında bizi duraksatacak kadar çakış­ ma var. Bu gelişimin can alıcı bağlamı toplumsal kesimler için alternatif sözvarlığıdır ve 18. yüzyılın sonlarına kadar, hatta 19. yüzyıl ve ta 20. yüzyıla kadar, en yaygın sözcükler ranh ve

onler iken, estate ve degree hala class'ten daha yaygındır. Orta­ çağdan itibaren estate, degree ve order toplumsal konumu an­ latmak için yaygın biçimde kullanılagelmişti. Ranh 16. yüzyı­ lın sonlarından itibaren yaygındı. Bugün class diyebileceğimiz neredeyse tüm bağlamlarda, bu diğer sözcükler standartlaş­ mıştı ve

lower order ve lower orders

18. yüzyılda özellikle yay­

gınlık kazanmıştı. Toplumsal kesimleri anlatan eski adlan aşacak bir sözcük olarak class'ın girişinin ana çizgileriyle tarihi, toplumsal ko­ numun miras alınmaktan çok elde edildiği bilincinin artma­ sıyla ilişkilidir. Durma, atlama ve sıralar halinde düzenlenme­ ye ilişkin bütün o temel eğretilemeleriyle birlikte tüm diğer sözcükler, konumun doğumla belirlendiği bir topluma aittir. Bireysel hareketlilik, bir estate, degree, order veya ranh'ten diğe­ rine geçiş olarak görülebilir. Bilinci değiştiren, büyük ölçüde eski terimlerin de içine katılabilecek olan daha çok bireysel hareketlilik kavramı değildi yalnızca, SOCIETY (bkz. bu mad­ de) sözcüğünün yeni anlamı ya da yeni türden kesimler dahil olmak üzere aslında toplumsal kesimleri yaratan belli bir

top75

lumsal sistemdi. tık belirgin kullanımlardan birinde, Madi­ The Federalist'inde (ABD, yak. 1787) çok açıktır: para­

son'ın

sal ve üretimsel çıkarlar "uygar uluslarda ihtiyaçtan doğar ve onları farklı duygular ve görüşlerle hareket eden değişik sınıf­ lara böler". Sanayi Devrimi'nin ekonomik değişiklikleriyle Amerikan ve Fransız devrimlerinin siyasal çatışmalarının bü­ yük ölçüde keskinleştirdiği bu ayırdındalığm baskısı altında, class sözvarlığı kontrolü eline alır. Fakat yavaş ve düzensiz bir süreçti bu, ama yalnızca eski sözcüklerin varlığını koruyan ta­ nıdıklığmdan, tutucu düşünürler bir ilke sorunu olarak kulla­ nabilecekleri yerlerde kullanmaktan kaçınmayı ve eski (sonra­ lan bazı yeni) terimleri tercih etmeyi sürdürdüğünden değil. Class'm özgül bir toplumsal kesim olarak değil, genel olarak kullanılabilen ve çoğunlukla ad

hoc bir gruplandırma terimiy­

le kaçınılmaz biçimde çakışmasından ötürü süreç yavaş ve dü­ zensizdi, güçlüğünü korumuştu. Bunu söyledikten sonra, yakın zamanlarda özgül olmuş olan class sözvarlığı oluşumunun izini sürebiliriz. Lower clas­ ses 1 772'de kullanılmıştı ve lowest classes ve lowest class 1 790'lardan itibaren yaygındı. Bunlar geçişin bazı izlerini taşı­ yor, ama geçişi tamamlamıyor. Lower class'ın COMMON (bkz. bu madde)

people'dan [ avam) pek de farklı olmadığı eski

bir genel anlama daha az bağımlı olduğu için çok daha ilginç olansa, yeni ve gitgide sıklığı artan bilinçli ve kendi kendine kullanılan middle classes adıdır. "Men of a middle condition" [orta halli insanlar] (1716) , "the middle Station of life" [haya­ tın orta Durağı] (Defoe, 1719), "the Middling People of Eng­ land . . . generally Good-natured and Stout-hearted" [tngilte­ re'nin orta halli insanları . . . genelde iyi huylu ve yürekli ] (1 718), "the middling and lower classes" [orta ve alt sınıflar] ( 1 789) gibi örneklerde bunun öncüleri görülür. Gisborne 1795'te "Enquiry into the Duties of Men in the Higher Rank and Middle Clases of Society in Great Britain"ı [ toplumun yüksek mevkilerindeki ve orta sınıflarından insanlara düşen görevler üstüne araştırma) yazacaktı. Hannah More 1796'da "middling classes" üstüne yazıyordu . "Vergi yükü" 1809'da

76

bütün ağırlığıyla "orta sımflar"m omuzlanndaydı (Monthly Re­ pository, 501) ve 1812'de "such of the Middle Class of Society who have fallen upon evil days"den [Toplumun orta sınıfının kötü günler geçirdiğinden] söz ediliyordu (Examiner, Ağus­ tos) . Rank hala bir o kadar sık kullanılıyordu, james Mill'de olduğu gibi (1820): "the class which is universally described as both the most wise and the virtuous part of the community, the middle rank" [evrensel olarak toplumun en akıllı ve er­

(Essay on Govemment), fakat burada class çoktan genel bir toplumsal

demli kısmı diye tanımlanan sınıf, yani orta tabaka]

anlam kazanmış, kendi başına kullanılmıştır. Kendi kendini kutlayan tanımlamanın şişinmesi Brougham'm 183 1 tarihli konuşmasında geçici bir doruğa ulaşır: "halk adına, yani orta sınıflar, ülkenin servet ve zekası, Britanyalı adının şanı." Bu gelişimde hala bir tuhaflık vardır.

Orta, alt ile üst arasın­

da bir yere, aslında gitgide sürdürülemez olan üst ile alt ara­ sındaki bir ilaveye aittir. Higher classes Burke tarafından kul­ lanılmıştı l 79 1'de kullanılmıştı (Thoughts on French Affairs), upper classes ise 1820'lerden itibaren kaydedilir. Bu modelde eski bir hiyerarşik bölümleme hala kendisini gösterir; middle

rank [mevki sahibi insanlar] ile common pe­ ople [avam] arasına bilinçli olarak girer. Tanımı gereği bu hep belirsizdi: özgül rank sözcüğü yerine gruplandırma sözcüğü class, persons of

class'ın yaşamım sürdürmesinin bir nedeni de budur. Fakat Brougham'da açıkça, ondan bu yana da çok sık biçimde, mo­ delin üst kısmı neredeyse gözden kaybolur, daha doğrusu daha üst bir sınıfın farkındalığı farklı bir boyuta, hala varlığını ko­ ruyan ve saygı duyulan, ama esasen yerinden olmuş aristokra­ sininkine özgü kılınır. Şimdi ele alacağımız karmaşanın nedeni de budur. 1 790'lar­ la 1830'lar arasındaki siyasal, toplumsal ve ekonomik haklara ilişkin sert tartışmalarda, class bir başka model dahilinde, yal­ nızca productive [üretici] veya useful class [yararlı sınıf] (aristokrasiye karşı güçlü bir terim) aynmıyla kullanıldı. Vol­ ney'in çok okunmuş

The Ruins, or A Survey of the Revolutions

of Empires'mm (2 bölüm, 1 795) çevirisinde, "toplumun ayakta 77

tutulmasına yararlı emekleriyle" katkıda bulunanlarla (halkın çoğunluğu, "emekçiler, zanaatkarlar, tüccarlar ve topluma ya­ rarlı her türden meslek") Privileged class [ayrıcalıklı sınıf] ("rahipler, saray adamları, hazineden sorumlu olanlar, komu­ tanlar, kısacası, sivil, askeri ya da dinsel yönetimdeki yetki sa­ hipleri") arasında bir konuşma geçer. Fransız usulü aristokra­ tik yönetime karşı

halk'ın

tanımıdır bu, yaygın biçimde lngil­

tere'nin koşullarına uygulandı bu tanım ve l 790'larla 1830'lar arasındaki gerçek siyasal duruma karşılık gelen tek bir sonucu oldu: hem bilinçli middle classes hem de bu dönemin sonun­ da kendilerini working classes olarak tanımlayacak çok farklı insanlar,

ayncalıklı ve aylak'tan farklı olarak ve onlarla

karşıt­

lık içinde useful veya productive classes tanımlarını benimse­ diler. Diğer

alt, orta ve üst modeliyle tuhaf biçimde karışan bu

kullanım, önemini ve karışıklığını korudu. Çünkü

yararlı

ya da

üretken

anlamından aktarmayla wor­

king class önce adlandırıldı. Burada önemli ölçüde çakışma vardır: krşl. "middle and industrious classes" [orta ve çalışkan sınıflar]

(Monthly Magazine,

1 797) ve "poor and working clas­

ses" [yoksul ve çalışan sınıflar] (Owen, 1813) - bunlardan ikincisi muhtemelen working classes'm ilk İngilizce kullanı­

Two Memorials on the Behalf of the Working Classes'ı yayınladı ve aynı yıl The Gorgon (28 Kasım) working classes tamlamasını "işçiler"le

mı, fakat hala son derece genel. 1818'de Owen

"onların işverenleri" arasındaki ilişkileri anlatmak üzere özgül ve yanlış anlaşılamayacak bir bağlamda kullandı. Kullanım sonra hızla gelişti ve 183 1 itibariyle National

king Classes düşmanları

Union of the Wor­

olan "mülkiyet ya da sermayeyi koru­

mak için yapılmış yasalar" kadar ayrıcalık görmezler. (Bu tür yasaları, hala uygulanan emek anlamında kullanılan IN­ DUSTRY'yi (bkz. bu madde) korumak üzere yapılmamış olan yasalardan ayırıyorlardı.)

Poor Man's Guardian'da

( 1 9 Ekim

1 833 ) , O'Brien "üretken sınflar için kendi el emeklerinin ürünleri üstüne tam bir egemenlik" kurulmasından söz edi­ yordu ve böyle bir değişikliği "çalışan sınıflar tarafından tasar­ lanıyor" diye tanımlamaya kadar uzanır; bu bağlamda iki te-

78

rim birbirinin yerine geçebilecek niteliktedir. Useful clas­

işçiler ile işverenler ya da insanlar ile efendiler arasındaki aynına: ekonomik olarak kaçı­

ses'dan birini diğerinden ayırmaya,

nılmaz ve siyasal olarak 1830'lardan itibaren etkin olan aynına denk düşmeye dönük görünen labouring classes ve operative classes gibi ifadelerle karışıklık vardır. Aslında başkalarının verdiği working class terimi sonunda benimsenip en az midd­ le classes kadar gururla kullanıldı: "bütün serveti çalışan sı­ nıflar yarattı"

(Rules

of Ripponden Co-operative Society; alın­

tılayan ]. H. Priestley,

History of RCS;

1833 veya 1839 tarihli) .

1840'lardan itibaren, middle classes ve working classes yaygın terimlerdi. tlki önce tekil oldu; ikincisi 1840'lardan iti­ baren tekildir, ama günümüzde hala tekil ve çoğul biçimler birbirinin yerine geçer; çoğu zaman ideolojik bir değerle, tekil sosyalist kullanımlarda, çoğul muhafazakar tanımlarda nor­ maldir. Fakat bu karmaşık tarihin çok anlamlı sonucu; çok farklı modeller içinde kurulmuş olan ve karşılaştırma, aynın ve karşıtlık anlatmak üzere gitgide daha çok kullanılan iki yaygın terimin bulunmasıdır. Bir yandan

middle

hiyerarşi ve

dolayısıyla lower class'ı içerimler: üstelik yalnızca kuramsal olarak değil, sık sık uygulamada da. Öte yandan working, üret­ ken veya yararlı etkinliği içerimliyor ki, bu da working class olmayan herkesi üretimsiz ve yararsız bırakır (aristokrasi için kolayca, ama üretken bir middle class için zor kabul edilebi­ lir) . Bu karışıklık günümüze de yansır. Daha 1 844'te Cock­ burn "çalışan sınıflar diye adlandınlanlar"a gönderme yapar, "sanki bir tek elleriyle işleyenler çalışıyormuş gibi." Yine de

working man

ya da

workman

sürekli el işçiliğini çağrıştırırdı.

1875 tarihli bir yasada buna yasal tanım verilmişti: "workman ifadesi. . . emekçi, çiftlikte hizmetçi, kalfa, zanaatkar, el sanatla­ rı ustası, madenci ya da başka şekilde el işçiliğiyle uğraşanla­ rı. . . sözleşmeyle bir işverenin yanında çalışanları anlatır" . Do­ layısıyla

workman

ile working class'm birbirini çağrıştırması

çok güçlüydü, fakat tanımın el işçiliği kadar işverenle sözleş­ meyi kapsadığı da fark edilecektir. 1890 tarihli bir yasa: "Çalı­ şan Sınıfların iskanı Yasası, 1885'in on birinci bölümünün hü-

79

kümleri. . . working classes ifadesi geçimini ücretli ya da aylıklı olarak sağlayan her sınıftan insanı kapsayacak biçimde uygu­ lanmalı" . Geçimi ücrete bağlı olanlar (professional class [meslek sahibi sınıf] ), kara bağlı olanlar (trading class [tüccar sınıf) ) ya da mülke bağlı olanlardan (independent [bağımsız) ) ayırmaya olanak veriyordu. Yine de, özellikle kilise ve ayin uğ­ raşlarının gelişmesiyle birlikte, salary [aylık, maaş) hatta wage (gündelik, emek karşılığı alınan ücret) için çalışıp da el işi yapmayanların sınıf konumlan konusunda önemli bir belirsiz­ lik vardı. (Sabit ödeme anlamıyla salary 14. yüzyıldan itibaren görülür; wages and salaries 19. yüzyılda hala normal bir ifade­ dir; ancak 1868'de "banka ya da demiryolu müdürü -hatta bir yapımevindeki ustabaşı ya da katip- aylık alır" ve aylıkla gün­ delik arasında kurulmaya çalışılan sınıf ayrımı çok açık; 20. yüzyılın başlarından itibaren salariat, proletariat'dan ayrılır.) Burada yeniden, kritik bir noktada, iki class modeli belirgin­ dir. Normalde aylık alanların kendilerini dahil ettikleri middle class göreli toplumsal konumun ve böylelikle toplumsal ayrı­ mın bir anlatımıdır. Farklı bir yararlı ya da üretken sınıflar kavramından özelleşmiş olan working class, ekonomik ilişki­ lerin anlatımıdır. Böylece iki yaygın modem sınıf terimi aslın­ da farklı modellere dayanır ve göreli toplumsal konumun, do­ layısıyla toplumsal ayrımın bilincinde olanlar, yine de bir eko­ nomik ilişki içinde, emeklerini satan ve emeklerine bağımlı olanların konumu, modellerle terimler arasındaki kritik çakış­ ma noktasıdır. Yalnızca working classes'ın ÇALIŞTIGI (bkz. WORK maddesi) sonucunu çıkarmak saçma olur, fakat "el" emeğinden başka bir şekilde çalışanlar kendilerini göreceli toplumsal konum terimleriyle (middle class) tanımlarlarsa, karışıklık kaçınılmaz olur. Bu güçlüğün bir yan etkisi clas­ sing'in [sınıflandırma) daha titiz yapılmasıdır ( 18. yüzyılın sonlarından 19. yüzyılın sonlarına kadar olan dönem türemiş sözcükler bakımından zengindir: classify, classifier, classifica­ tion) . 1860'lardan itibaren middle class alt ve üst kesimlere ayrılmaya başladı, sonra da working class skilled [nitelikli) , semi-skilled [yan-nitelikli] ve labouring [niteliksiz] gibi alt böso

lümlere bölündü. Başka çeşitli sınıflandırma sistemleri, özel­ likle iki class ve STATUS (bkz. bu madde) modelini evlendir­ me girişimi olarak görülmesi gereken sosyo-ekonomik grup bunları izledi. Son olarak, class'ın çeşitlemelerini soyut bir düşünce olarak değerlendirmek gerek. Tekil toplumsal terimin en eski kulla­ nımlarından birinde, Crabbe'nin To every class we have a school assign d '

Rules for all ranks and food for every mind [her sınıfa bir okul tayin ettik her mertebeye kurallar ve her zihin için gıda)

ikiliğinde class neredeyse rank'e [mertebe] denktir ve orta sı­ nıf anlamıyla kullanılmıştır. Fakat gruplandırma için genel bir terim olarak class'm, anlam (i)'in etkisi, en azından eşit ölçü­ de güçlüydü ve yararlı veya üretken sınıflar da esasen bundan türüyordu. Ancak faal bir ekonomik sistemin algılanması ola­ rak üretken aynını, ne rank'in eşanlamlısı ne de tanımlayıcı bir gruplandırma biçimi olmayıp, temel ekonomik ilişkileri anla­ tan bir class anlamı çıkardı. Modem kullanımda, rank anlamı, geçmişten kalmış olsa da, hala görülür; belli bir kullanım tü­ ründe class hala büyük ölçüde doğumla tanımlanır. Fakat da­ ha ciddi kullanımlar tanımlayıcı gruplandırma ile ekonomik ilişki arasında bölünür. Temel ekonomik ilişkilere dair bir ter­ minolojinin (işverenlerle işgörenler arasında, mülk sahipleriy­ le mülksüzler arasında) çizgileri kesin bir tanımlayıcı gruplan­ dırma gibi çok farklı bir amaç için fazlasıyla kaba ve genel bu­ lunacağı açıkur. Dolayısıyla, class'ı temel ilişki anlamında kul­ lanarak iki ya da üç temel sınıf önerenlerle terimi tanımlayıcı gruplandırma için kullanarak bu bölümlemeleri daha küçük kategorilere bölmek gerektiğini düşünenler arasındaki bu inatçı ama karışık tartışmalar da öyle. Sözcüğün tarihi temel­ deki bu belirsizliği taşıyor. Herbir gelişme class dili geliştiği dönemde, 19. yüzyılın baş­ larında, fark edilebiliyor. The Gorgon (21 Kasım 1818) çok do-

81

ğal bir şekilde "garretmasters denilen daha küçük bir tüccar sı­ nıfı "na gönderme yapar. Fakat 1825'te Cobbet yeni bir anlam yüklemişti: "dolayısıyla burada başka bir sınıfa karşı çıkmak için birleşmiş bir toplum sınıfı var" . Charles Hall 1805'te şunu savunmuştu: Uygar bir devletteki insanlar dört ayn gruba bölünebilir; fakat beden ya da zihinlerinin sağlığını korumak için gerekenler­ den yararlanabildikleri ya

da yoksun olduklarım araşurmak

için, yalnızca iki sınıfa, yani zenginler ve yoksullar olarak bö­ lünmeleri gerekir.

(The E.ffects of Civilization on the People in

European States)

Burada gruplar (rank) ile etkili ekonomik gruplandırmalar (class) arasında bir aynın vardır. 1818'de pamuk eğiren biri (alıntılayan The Making of the English Working Class; E. P. Thomson, s. 199)* işverenlerle işçileri "iki ayn insan sınıfı" olarak tanımlayacaktı. Farklı biçimlerde bu ikili gruplandırma yerleşti, gerçi üçlü gruplandırmalarla yan yana kullanılacaktı: hem toplumsal gruplandırma (üst, orta .ve alt) hem de mo­ dernleştirilmiş bir ekonomik gruplandırma: john Stuart Mill'in "üç sınıf'ı, "toprak sahipleri, sermayedarlar ve emekçi­ ler" (Monthly Repository, 1834, 320) ya da Marx'ın "üç büyük toplumsal sınıf'ı "ücretli-emekçiler, sermayedarlar ve toprak sahipleri" (Kapital, III) Kapitalist toplumun fiili gelişmesi için­ de, üçlü bölümleme gitgide yerini ikili bölümlemeye bıraktı: Marksist dilde burjuvazi ve proletarya. (Üçlü bölümlemenin güçlükleri ve İngilizce middle class teriminin öncelikle top­ lumsal tanımından ötürü, burjuvazi ve hatta proleterya'nın çevrilmesi çoğu zaman güçtür.) Bu durumda yeni bir güçlük doğar: tanımlayıcı gruplandırma ile ekonomik ilişki arasındaki farklılaşmanın [variation] farklı bir düzeyde yinelenmesi. Ekonomik ilişkiler açısından görülen class bir kategori (ücret­ li-emekçiler) ya da oluşum (the working class) olabilir. Marx'm sınıf ta�ımının temel eğilimi oluşumlara doğrudur: (*) lngiliz işçi Sınıfının Oluşumu, çev. Uygur Kocabaşoğlu, Birikim Yayınlan, 2004. s.

82

254.

Ayn ayn bireyler ancak başka bir sınıfa karşı ortak bir savaş yürütmek zorunda kaldıklarında bir sınıf oluştururlar; aksi takdirde rakip olarak birbirleriyle düşmanca bir ilişkileri var­ dır. Öte yandan, sınıf gerektiğinde bireylere karşı bağımsız bir varoluş kazanır, böylece bireyler varoluş koşullarım önceden belirlenmiş olarak bulurlar ve dolayısıyla sınıflarının onlara yaşamda sağladığı konum ve kişisel gelişime sahip olurlar . . .

(Alman ideolojisi)

Bu zorlu savunu yine karışıklığa neden olur. Class bazen nesnel biçimde o ekonomik durumda olan herkesi kapsayan bir ekonomik kategoridir. Fakat sınıf bazen de (Marx'ta çok daha sık) tarihsel nedenlerle bu durumun bilincinin ve onunla uğraşacak örgütlenmenin geliştiği bir oluşumdur: Milyonlarca aile yaşama biçimleri, çıkarları ve kültürlerini di­ ğer sımflannkinden ayıran ve onları diğer sınıflarla düşmanca bir karşıtlık içine sokan varoluş koşullarında yaşadıkları ölçü­ de bir sınıf meydana getirirler. Bu küçük toprak sahibi köylü­ ler arasında yalnızca yerel bir bağlaşım olduğu ve çıkarlarının birliği aralarında ortaklık, ulusal bağ ve siyasal örgütlenme yaratmadığı ölçüde, bir sınıf oluşturmazlar.

(Louis Bonapar­

te'ın 18 Brumaire'i)

. Kategori ile oluşum arasındaki fark budur, fakat class her ikisini de anlatmak için kullanıldığından karışıklığa çokça ola­ nak yaraulmış olur. Varsayılan class consciosness'ın [sınıf bi­ linci] nesnel olarak ölçülen bir class'la olan ilişkisi hakkındaki ve kendini sınıf olarak tanımlama ve konumlandırma kaprisle­ rine ilişkin sık sık yinelenen tartışmaların alunda yatması do­ layısıyla bu sorun hala can alıcı türdendir. Türemiş çoğu terim bu belirsizliği yineler. Ancak Class consciousness açıkça bir oluşuma aittir. Class struggle, class conflict, class war, class legislation, class bias oluşumların varlığına bağlıdır (gerçi bu classes içinde veya arasında eşitsiz veya kısmi olabilir) . Öte yandan, class culture iki anlam arasında salınır: working class culture oluşumun anlam, değer ve kurumlan olabileceği gibi

83

kategorinin beğeni ve yaşam biçimleri de olabilir (bkz. aynı zamanda CULTURE) . Günümüzdeki bütün tartışmalarda, class'm tüm bu değişken anlamlan işbaşında görülür, çoğun­ lukla belirgin bir ayrım olmaksızın. Dolayısıyla temel yelpaze­ yi (genel sınıflandırma ve eğitime ilişkin tartışmalı anlam bir yana) yinelemeye değer:

(i)

grup (nesnel); çeşitli düzeylerde toplumsal ya da ekono­

mik kategori,

(ii) mertebe; doğuştan ya da toplumsal hareketlilikle elde edilen göreli toplumsal konum,

(iii) oluşum; algılanan ekonomik ilişki; toplumsal, siyasal ve kültürel örgütlenme. Bkz. CULTURE, INDUSTRY, MASSES, ORDINARY, POPULAR, 50CIETY, UNDERPRIVILEGED

COLLECTIVE [Kolektif, toplu] Collective İngilizce'de 16. yüzyıldan itibaren sıfat, 17. yüzyıl­ dan itibaren ad olarak kendini gösterir. Esasen Latince yakın­ kök collectus'tan -bir araya toplanmış (eski Fransızca'da vergi ya da diğer türden para toplamak anlamında bir collecter ya­ kınkökü de varclır)- özelleşerek gelişmişti. Sıfat olarak collec­ tive ilk görüldüğü günden itibaren birlikte hareket eden in­ sanları anlatmak üzere ya da collective body (Hooker, Ecclesi­ astical Polity, VIII, iv; 1600) gibi bununla ilgili ifadelerin için­ de kullanılıyordu. Ad biçiminin ilk kullanımları dilbilgisi ya da fiziksel betimlemedeydi. Toplumsal ve siyasal özgül birim anlamı -"your brethren of the Collective" ( Cobbett, Rural Ri­ des, il, 337; 1830)- 19. yüzyılın başlarının yeni DEMOCRA­ TIC (bkz. bu madde) bilincine aittir. Bu kullanım sonraki bir­ çok dönemde, 20. yüzyıl dahil, yeniden canlanmıştır, ama hala yaygın sayılmaz. Daha çok sosyalist ekonomik kuramı anlat­ mak için kullanılan collectivism, sonradan collective'in bir tek siyasal anlamıyla, 19. yüzyılın sonlarında yaygınlaştı;

84

1850'lerden itibaren kaydedilmesine rağmen, 1880'lerde yeni bir sözcük olarak tanımlanıyordu. Fransa'da terim 1869'da "devlet sosyalizmi"ne karşı çıkmanın bir yolu olarak kullanılı­ yordu. Bkz. COMMON, DEMOCRACY, MASSES, SOCIETY

COMMERCIALISM [Ticaretçilik] Commerce 16. yüzyıldan itibaren ticareti anlatan normal bir İngilizce sözcüktü, Fransızca yakınkök commerce'ten geliyor, o da Latince commercium'dan, kök sözcük Latince com -birlik­ te- ve Latince mer.x:'ten -eşya ya da mal- geliyordu. Commer­ ce 16. yüzyıldan itibaren insanların arasındaki her türlü "işi" -toplantı, etkileşim- anlatacak kapsamdaydı. Commercial [ ti­ cari] 17. yüzyılın sonlarından itibaren diğer etkinliklerden ay­ n olarak ticaretle bağlantılı etkinlikler gibi daha özgül bir an­ lamda görülür. Sözcük önce esasen tanımlayıcıydı, ama 18. yüzyılın ortalarından itibaren kritik çağrışımlar kazanmaya başladı. Bütünüyle kritik olan sözcük, 19. yüzyılın ortaların­ dan itibaren, mali kazancı her tür değerlendirmenin önünde tutan bir sistemi anlatmak için kullanılan commercialism'dir. Commerce yansız anlamını korurken, commercial leyh ve aleyhinde kullanılabilirdi. Günümüzde belli bir yayın duyurusunu anlatmak için com­ mercial'ın ilginç bir kullanımı ve l 960'lardan itibaren ilişkili kimi popüler eğlencelerde, başarılı olmakla kalmayan, etkili veya güçlü de olan yapıtları (popüler müzikte olduğu üzere yeğlenen commercial sound [ piyasa müziği] ) anlatan bir anla­ mı görülüyor. Ancak bu arada, commercial broadcasting [ ti­ cari TV ya da radyo yayıncılığı] kendisini bağımsız diye ta­ nımlamayı tercih etti (krşl. CAPITALISM ve serbest ya da özel

girişim).

85

COMMON [Ortak; yaygın] Common'ın İngilizce'de alışılmadık bir anlam yelpazesi var ve özel anlamlarından birkaçı hala etkin olan toplumsal tarihten ayrılamaz. Kök sözcük Latince communis'tir, o da ya Latince com -birlikte- ve Latince munis'ten -zorunlu olan*- ya da com ile Latince unus'tan -bir- türemiştir. Eski kullanımlarında bu anlamların kaynaştığı görülebilir: bir community'ye (14. yüz­ yıldan itibaren örgütlü insan topluluğu) , özgül bir gruba ya da insanlığın geneline common [ortak, yaygın] olan. Bu kullanım­ larda ayrımların yanı sıra önemli ölçüde, sürekliliğini koruyan çakışmalar da vardır. llginç olan, common'm toplumsal bölüm­ lemeye ilişkin bir sıfat ve isim olarak kullanılmasıdır: common, the common ve commons [halk] , lordlar ve soylulukla karşıt­ tır. Bu iki anlamın gerilimi süregelmiştir. Common bütün bir grubu, çıkan ya da büyük bir özgül ve ikincil grubu anlatabilir. (Krşl. Elyot'un (Govemor, 1, i; 1531) sonradan commonwealth olacak commune weale'e itirazı: "There may appere lyke diver­ sitie to be in Englisshe between a publike weale and a commu­ ne weale, as shulde be in Latin, between Res publica & res ple­ beia." [Latince'de olduğu gibi İngilizce'de de, Res publica ile res plebeia'ya tekabül edecek şekilde kamusal topluluk ve ortak topluluk arasında bir aynın gözetilmelidir. ) ) Aynı gerilim bütün bir grup: yani genellik anlamının uygu­ lamalarında da görülür. Common paylaşılan bir şeyi belirtmek ya da ordinary [sıradan) (kendisi de birden çok değer taşır, di­ zi ya da silsile anlamında onler'la ilişkilidir, buradan "sıradan" anlamı türemiştir; aynı zamanda toplumsal ya da askeri merte­ be, rütbe anlamında order'la ilişkilidir, buradan da "özelliği ol­ mayan" anlamı gelişmiştir) bir şeyi anlatmak için kullanılabi­ lir; yine bir kullanımı !ow [aşağı) ya da vulgar'ı [bayağı) (ben­ zer bir kökenden, Latince vu!gus'tan -sıradan halk- gelişmiş­ tir) anlatmaya dönüktür. Common'm yerici anlamının tarihini belirlemek güç. Feodal toplumda bu niteliğin yüklenmesi sis(*) Latince-Türkçe Sözlük "hizmete hazır, yardıma hazır" anlamını veriyor - ç.n.

86

tematikti ve bazen bir iki ek anlam daha taşırdı. 17. yüzyılın ortalarındaki lç Savaş'ta Parlamenter ordunun üyelerinin com­ mon soldiers [halk askerleri) diye adlandırılmayı reddedip,

private soldiers'da [özel askerler) ısrar etmiş olmaları anlamlı­ dır. Common'ın hala varlığını koruyan önemli bir yerici anla­ mı olduğunu gösteriyor bu, gerçi aynı ordunun the commons [halk) için savaşıyor ve commonwealth'i [ Cumhuriyet Ingilte­ resi) kuracak olması ilginçtir. Seçtikleri alternatif de dikkate değer, çünkü devrimlerinin doğru ruhu içinde kendi kendile­ rinin adamları oldukları dile getiriliyor. Sıradanlık anlatımı aracılığıyla common'dan private'a yapılan bu yer değiştirmede: common [ortak, halka ait) bir davada private askerler olarak o zamana kadar karşı çıkılan anlamların yer değiştirmesinde, önemli ölçüde toplumsal tarih etkilidir. Sonraki Britanya or­ dularında, private bu anlamından koparıldı ve daha alt düzey­ dekileri anlatacak teknik bir terime indirgendi.

16. yüzyılın sonlarından itibaren common ware de [ortak eşya ya da mal] olduğu üzere common'm görece yansız kullanımları­ nı, vulgar, unrefined ve nihayet low-class'ı anlatmaya dönük daha '

bilinçli ama daha bulanık kullanımlardan ayırt etmek alabildiği­ ne güçtür. Belirgin olan yerici kullanım, 19. yüzyılın başlarından itibaren, daha bilinçli, yine de daha az özgül sınıf ayrımının (krşl. CLASS) yapıldığı bir dönemde kesinlikle artmıştır. 19. yüzyılın sonları itibariyle "her speech was very common" [ko­ nuşma tarzı bayağıydı) sözünde yanlış anlaşılmayacak biçimde duyulur ve bu kullanım bir dizi davranışta kendisini göstermiş­ tir. Bu arada diğer yansız ve olumlu anlamlar, genel kullanıma girmiştir. insanlar, bazen aynı insanlar, hem "it's

common to eat

ice-cream in the street" [sokakta dondurma yemek kabalıktır] (aslında başka bir anlamda gerçekten common [yaygın] oluyor) ; hem de"it's common to speak of the need for a common effort" [ortak çabaya gerek duyulduğundan söz etmek çok yaygın] di­ yebiliyor (bunu yapmak için gereken insanların çoğu common [bayağı) görülürse aslında hedefe ulaşmak güç olabilir). Bkz. CLASS, FOLK, MASSES, ORDINARY, POPULAR, PRIVATE

87

COMMUNICATION [iletişim] En genel modem anlamıyla communication 15. yüzyıldan bu yana dilde görülüyor. Yakınkökü eski Fransızca communicaci­ on dur ki, o da Latince communicationem'den gelir, bu sözcük de Latince kök sözcük communis'ten -ortak- türemiş communi­ '

care geçmiş zaman ortacından eylem adıdır: buradan da comu­ nicate -paylaşurmak- fiili türemiştir. Communication önce bu eylemdi, sonra, 15. yüzyıldan itibaren, paylaşılan nesne oldu: a communication. Temel kullanım yelpazesi de bu oldu. Fakat 1 7. yüzyılın sonlarından itibaren iletişim araçlarını, özellikle li­ nes of communication gibi ifadelerde, kapsamaya doğru önem­ li bir genişleme oldu. Yolların, kanallar ve tren yollarının geliş­ me döneminde, communications bu fiziksel olanakları anlatan genel terimdi. 20. yüzyılda, diğer bilgi aktarma ve toplumsal bağlantıyı sürdürme araçlarının gelişmesiyle, communications basın ve yayın gibi MEDIA'ya da (bkz. bu madde) , belki önce­ likle onlara, gönderme yapmaya başladı, gerçi bu kullanım (İn­ giltere'den önce Amerika'da görülür) 20. yüzyıldan önce yer­ leşmeyecekti. Şimdiki adıyla coınınunications industry [ileti­ şim sektörü) böylece

ulaşım sektörü'nden ayrıldı: basılı ya da

yayınlanan biçimiyle bilgi ve düşünce coınınunications; insan­ lar ya da eşyaların fiziksel taşınması için ulaşım. tletişim sistemleri ve iletişim kuramına ilişkin tartışmalarda henüz çözünmemiş olan orijinal eylem adını anımsamakta ço­ ğunlukla yarar vardır: en uç durumlarda transmit [iletim) , tek yönlü bir süreç olarak ve

share [paylaşım) (krşl. communion

[söyleşme) ve özellikle conıınunicant [bilgi veren) ) , ortak ya da karşılıklı bir süreç olarak temsil edilir. Arada kalan anlam­ lar -paylaştırmak- her iki yönde de okunabilir ve yöntem se­ çimi çoğu zaman güçtür. Bu nedenle manipulative conıınuni­ cation(s) [aldatıcı iletişim) ve participatory communicati­ on(s) [katılımcı iletişim] gibi karşıt anlatımlarda ayrımı genel­ lemek de kolay değildir. Bkz. COMMON

88

COMMUNISM [Komünizm] Comınunism ve comınunist sözcük olarak 19. yüzyılda ortaya çıku. Avrupa ölçeğinde en iyi bilinen kaynaklan Marx ve En­

Komünist Manifesto'su ve bununla ilişkili Communist League dir. Fakat sözcük bundan bir süre önce kul­ lanıma girmişti. London Communist Propaganda Society 184 l'de Goodwyn Barmby tarafından kuruldu ve bu kullanımında com­ munion'la [Aşai rabbani ayini) açıkça bağlanulıdır: "the Com­ gels'in 1848 tarihli '

munist gives (the Communion Table) a higher signification, by holding it as a type of that holy millenial communitive life" [ "Komünist (Komünyon Masası'na) daha yüceltilmiş bir anlam verir, çünkü onu kutsal birinci yıl hayaunın bir ifadesi olarak anlamlandırır] . COMMON'dan (bkz. bu madde) türeyen söz­ cüklerin akrabalık ve çakışmaları göz önünde tutulursa, bu an­ lam yelpazesi anlaşılabilir ve bazı bağlanular Hıristiyan ütopyacı sosyalistler tarafından bilerek kurulmuştur. Esasen Fransız Dev­ rimi'nden türeyen seküler ve cumhuriyetçi terminolojiyle çakış­ ması da son derece açıktır. Barmby "o zamandan bu yana . . . dünya çapında ü n kazanan Communism adını ilk" kendisinin andığı iddiasındadır. Ama önemlidir, 1840'ta "Fransız metropo­ lünün en ileri kafalarından bazılarıyla konuşurken" , özellikle de "o zamanlar Equalitarian denen Babeoeufün (sic) bazı havarile­

Communiste Cabet'in bir kulla­ communisme ile communism commuionism) aynı yıllarda hemen

riyle sohbet ederken" olınuş bu.

nımıyla yine 1840'ta kaydedilir ve (lngilizce'de aynı zamanda

bunu izler. lngiltere'de olmasa da Fransa ve Almanya'da com­ munist SOCIALIST'ten (bkz. bu madde) daha sert bir sözcük oldu. Engels sonralan, biri işçi sınıfı, diğeri orta sınıf hareketi olduğu için, Marx'la kendisinin Komünist Manifesto'yu

"Sosyalist

manifesto" olarak adlandıramayacaklannı açıklar; "sosyalizm, en azından kıtada, saygındı; Komünizm ise tam tersiydi". Com­ munist ile

socialist arasındaki modem ayrım çoğunlukla bu dö­ Socialism ve so­

neme kadar geri götürülür, fakat bu yanılucıdır.

cialist diğer partilerde olduğu kadar Marksist partilerde de daha sık kullanılınakla kalmaz, communist İngilizce'de hala büyük

89

ölçüde

community ve dolayısıyla

ortak mülkiyete dayalı deney­

lerle birlikte anlaşılır aynı zamanda. 1880'lerde İngilizce'de

alism

soci­

daha zor bir sözcüktü çünkü, farklı eğilimlerine rağmen,

muğlak biçimde, toplumun bir bütün olarak yeniden örgütlen­ mesiyle bağlanulıydı. Communist modern anlamda 1870 tari­ hindeki Paris Komünü örneğinden sonra kullanıldı, fakat an­ lamlı bir biçimde kimileri tarafından isabetsiz bir niteleme ola­ rak eleştirildi; bu anlam için gerçek sözcük communard idi. Wil­ liam Morris 1890'larda apaçık Communism ve Communist te­ rimleriyle Fabian Sosyalizmi'ne muhalefetini dile getirdi. Yme de Rus Devrimi'ne kadar başat terim hala

socialism idi.

19 18'de Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi, artık egemen Bolşe­ vik kanadı tarafından All-Russian Communist Party (Bolşevik­ ler) olarak adını değiştirdi ve neredeyse bütün modern kulla­ nımlar buradan doğdu. Yeniden adlandırma olayı ta Marx ve Engels tarafından sezilen ayrıma ve Paris Komünü'ne dek uza­ nıyordu, fakat kesintisiz süreklilikten çok, sözcüğün tarihsel olarak yeniden kurulmasına dönük bir adımdı bu. İşte bu ge­ lenek içinde communism artık aşılması gereken sosyalizmin ilerisindeki bir üst aşamaydı. Fakat 1918'den sonra (gerçi da­ ha önce ad düzeyinde olmasa da fiilen ilk örnekleri görülmüş­ tü) REVOLUTIONARY [devrimci} ve DEMOCRATIC SOCI­ ALISTS [demokratik sosyalist} (bkz. bu maddeler) arasında doğan ayrımdan daha az etkili olacaktı bu. Komünist hareket­ te sonra görülen bölünmeler daha başka farklılıklar doğurdu; gerçi communist çoğunlukla Sovyet tanımlanyla ilişkili parti­ ler için kullanılıyor ve

revolutionary ile Marksist-Leninist'in çe­

şitli biçimlerine, alternatif veya muhalif communist partileri anlatmak için yaygın olarak başvuruluyordu. Bu karmaşık ve çok tartışmalı tarih içinde özellikle güç kul­ lanımlardan biri de Marksist'tir. Neredeyse bütün devrimci sosyalist partiler ve gruplar, Komünist Partiler dahil, tartışma sırasında çoğunlukla bu ünvanı aynı türden diğer rakip parti­ lerden esirgeseler de, Marksist olma iddiasındadır. Sosyalist hareketin dışında da

marksist sıkça kullanılmıştır;

kısmen çe­

şitli devrimci sosyalist ve komünist partiler ve gruplann hepsi-

90

ni kapsayan bir tanım olarak; kısmen de çoğu zaman siyasal ya da doğrudan doğruya siyasal içerimler olmaksızın özellikle kuramsal ve entelektüel çalışma ve eğilimleri anlatmak için. (Bu sonuncu kullanımda, marksist teori ve pratiğin birliği il­ kesi, günümüzde sıkça kullanılmasına belli bir değer yüklese de, marksist çoğu zaman communist ya da devrimci sosyalist için içeriden ya da dışarıdan bir örtmecedir.) Bkz. SOCIALISM

COMMUNITY [Topluluk] Community 14. yüzyıldan beri İngilizce'de görülüyor, sözcük eski Fransızca yakınkök

communete, Latince communitatem commu­

-duygu ya da ilişkilerin ortaklığı- Latince kök sözcük

nis'ten -COMMON [ortak]- geliyor. İngilizce'ye bir dizi anlam yerleşiyor: (i) halk, soylulara karşıt olarak ( 14-17. yüzyıl) ; (ii) devlet ya da örgütlü toplum, sonraki kullanımlarında görece küçüktür ( 14. yüzyıldan itibaren) ; (iii) bir bölgenin halkı (18. yüzyıldan itibaren) ; (iv) ortak bir şeye sahip bulunma duru­ mu, community of interests, community of goods'da olduğu gibi ( 16. yüzyıldan itibaren); (v) ortak kimlik ve nitelikler duygusu ( 16. yüzyıldan itibaren). (i)'den (iii)'e kadar olan an­ lamların gerçek toplumsal grupları; (iv) ve (v) no'lu anlamla­ rın belli bir ilişki niteliğini (communitas'da olduğu üzere) ifade ettiği görülür. 17. yüzyıldan itibaren, özellikle community'nin SOCIETY'den [toplum] (bkz. bu madde) daha doğrudan ol­ duğu düşünülen 19. yüzyıldan sonra önemli aynın göstergele­ ri ortaya çıkar. Gerçi

society'nin kendisinin 18. yüzyıla kadar

bu "doğrudan" anlamım taşıdığını hatırlamak gerek ve civil society (bkz. CIVILIZATION) bu kullanımlardaki society ve

community gibi, doğrudan ilişkileri rea!m [ülke] veya state'in [devlet] örgütlü kurumundan ayırma girişiminin bir parçasıy­ dı. 19. yüzyıldan itibaren doğrudanlık ya da yerellik anlamı, daha büyük ve daha karmaşık sanayi toplumları bağlamında güçlü biçimde gelişti. Community normalde birlikte yaşama

91

deneyleri için seçilen bir sözcüktü. Hala da bu anlamda kulla­ nılır ve daha sınırlı bir anlamda commune (Fransızca

commu­ ne -en küçük idari birim- ve Almanca Gemeinde- sivil ve kili­ siye ait bölüm - birbirlerini ve community'yi etkiledi; belli toplumsal ilişkileri anlatmak için sosyalist düşünceye (özellik­ le

commune) ve sosyolojiye (özellikle Gemeinde) geçtiler) söz­ , cüğü de ona katılmıştır. Community'nin daha doğrudan, top­ tan ve dolayısıyla daha anlam ilişkileri ile state'in ya da mo­

dem anlamıyla

society'nin [toplum] daha biçimsel, daha soyut

ve araçsal ilişkileri arasındaki 19. yüzyılda gitgide daha çok ifade edilen karşıtlık, Tönnies ( 1887) tarafından Gemeinschaft ile Gesellschaft arasında karşıtlık olarak tanımlandı ve bu te­ rimler artık diğer dillerde bazen çevrilmeden kullanılıyorlar. Benzer bir ayrım community'nin 20. yüzyıl ortasındaki kulla­ nımlarında belirgindir. Bir tek tika] değil,

national politics'ten [ulusal poli­

loca! politics ten [yerel politika] de ayrılan ve nor­ '

malde doğrudan eylem, doğrudan yerel örgütlenmeyi, "insan­ larla doğrudan doğruya çalışma"yı kapsayan community poli­ tics'te olduğu üzere, kimi kullanımlarında buna polemik bir yan katılmıştır. Community politics de resmi zorunluluk ya da ücretli hizmete ek olarak gönüllü çalışma anlamı taşıyan "service to the community"den [topluma hizmet] farklıdır. Community'nin bu karmaşıklığı dolayısıyla tarihsel gelişimi içinde kökenleri ayırt edilen eğilimler arasındaki etkileşimle ilişkilidir: bir yandan doğrudan ortak kaygı anlamı; diğer yan­ dan ortak örgütlenme biçimlerinin maddileşmesi, ki bunu ye­ terli biçimde ifade edebilir de edemeyebilir de. Community var olan bir ilişkiler kümesini anlatmak için sıcak ve ikna edi­ ci bir sözcük olabileceği gibi, başka bir küme için de olabilir. Önemli olan, belki de, diğer toplumsal örgütlenme terimlerin­ den (state, nation, society, vb.) farklı olarak, hiç olumsuz de­ ğerlerle kullanılmaması ve karşısına hiç olumlu karşıt ya da ayrıcı bir terim çıkarılmamasıdır. Bkz. CIVILIZATION, COMMON, COMMUNISM, NATIONALIST, SOCIETY

92

CONSENSUS [Mutabakat, uzlaşma] Consensus, İngilizce'ye 19. yüzyılın ortalarında önce fizyolo­ jik bir anlamla girdi, Latince kök sözcük con -birlikte- ve sen­ tire'den -hissetmek- oluşan Latince yakınkök consensus'tan -fikir birliği ya da ortak duygu- geliyordu. 186l'de böyle bir kullanımı görülür: "bir ulusun uygarlığının farklı bölümleri arasında genel bir bağlanu vardır; yeter ki bir dizi fiziksel or­ gan kavramı bu terime sızmadığı takdirde, isterseniz buna

consensus diyebilirsiniz." Consensual daha eskidir, 18. yüzyı­ lın ortalarından itibaren iki bağlamda görülür: hukuksal - Ro­ ma hukukunun consensual contract'ı; fizyolojik, sinir sistemi­ nin istemdışı

(sympathetic) ya da refleks davranışları. Consen­

sus ve, sonralan, consensual aktarma yoluyla genel bir fikir birliğini anlatmak üzere sürekli geliştiler: "the consensus of the Protestant missionaries" [Protestan misyonerlerinin muta­ bakau] ( 1861). Aynı dönemden itibaren consensus of eviden­ ce gibi bunu destekleyen yan kullanımlar da görülür. Sözcük 20. yüzyılda çok daha yaygınlaşu ve 20. yüzyılın or­ talarında çok önemli bir siyasal terimdi. Var olan görüş birliğini anlatan genel kullanımı çoğunlukla siyasal uygulamalarda ince­ den inceye değişti. Consensus politics, genel anlamdan ötürü, uzlaşılan görüşler temelinde benimsenen politikaları anlatabili­ yor. "Merkezi korumak" ya da "orta noktada olmak" için görüş farklılıklarından kaçınma politikasını da anlatabilir, pratikte de daha çok bunu anlatmıştır. Uygulamada bu coalition'dan (aslın­ da parçaların birlikte büyümesi demektir, 17. yüzyıldan itiba­ ren; Latince yakınkök

coalitionem, Latince coalescere -birlikte

büyümek-; bu anlam hala coalesce'de bulunur; fakat 1 7. yüzyıl­ dan itibaren partilerin birliği ya da bir araya gelmesini, 18. yüz­ yıldan itibaren de bilinçli, çoğu zaman resmi anlaşmayı anlat­ mıştır coalition) çok farklı olmuştur. Consensus politics'in olumsuz anlamı temel ilke çatışmalarından bile bile kaçman, aynı zamanda belli konuların bilerek - ne fiilen anlaşma olduğu ne de koalisyon bir uzlaşmaya vardığı için değil, partilerin ele geçirmek için birbiriyle yarışuğı orta noktayı ararken o an için

93

önemli olmayan konulara (normal gündelik hayatın fiziksel olarak uzağında -uzak ya da yabancı- oldukları, ya da uzun va­ deli veya yalnızca azınlıkları etkiledikleri için) yer olmadığın­ dan - siyasal tartışmanın dışında bırakıldığı süreci anlatmaya yönelikti. Bu durumda consensus, genel anlaşma gibi istenilir bir anlamı korurken, kaçınılmaz konular ya da tartışmalardan kişiliksizce ya da zavallıca sakınma gibi istenmeyen bir anlam kazandı. Bu anlam yelpazesi göz önünde tutulursa, genel fikir birliği arama gibi olumlu bir anlamdan tutun, görece atıl, hatta UNCONSCIOUS [bilinçdışı] (bkz. bu madde) rıza (krşl. ortho­ dox opinion ve conventional wisdom) anlamına, muhalif hareket ya da düşüncelerin dışlanabileceği ya da bastırılabileceği bir ik­ tidar tabanı olarak "sessiz çoğunluk" yaratmaya çabalayan "al­ datıcı" politika gibi bir içerime kadar ki kapsamıyla, kullanımı çok zor bir sözcüktür. O kadar görünüşte mülayim bir sözcü­ ğün böylesine güçlü duygular çekmesi dikkate değerdir, fakat modern seçim ve "kamuoyu" politikasının kimi süreçleri bunu açıklamak için uzun bir yol kat ederler. Günümüzde yazım konularındaki yetersizlikten yakınılan bazı şaşırtıcı metinler dahil olmak üzere, sözcüğün artık sık sık concensus diye yazıldığına da dikkat çekmek gerek. Muh­ temelen census'ı [nüfus sayımı] çağrıştırdığı için, şayet öyleyse kamuoyu anketlerinde olduğu üzere görüşleri saymak prati­ ğiyle bilinçli olmasa da alışılmış bir bağlantıyı göstermesi ba­ kımından ilginçtir bu. Fakat bu tür sözcüklerde c ile s arasın­ da uzun zamandır karışıklık görülüyor (krşl. ta orta İngilizce değişkelerine kadar geriye giden İngiliz İngilizcesi'ndeki defen­ ce ve Amerikan İngilizcesi'ndeki defense). Consent [rıza] de 16. yüzyıla kadar çoğunlukla concent diye yazılıyordu. Bkz. CONVENTIONAL

CONSUMER [Tüketici] Modern İngilizce'de her tür mal ve hizmetin başat tanımlayıcı adı consumer ve consumption'dır. Sözcüğün tarihinin göster-

94

diği üzere, belli bir ekonomik sistemin öz niteliğinden türeyen belli bir ekonomik etkinlikle ilişkili olması bakımından bu ba­ şatlık anlamlıdır. Consume 14. yüzyıldan bu yana İngilizce'de, Fransızca ya­ kınkök consumer ve onun değişkesi consommer'den (bu yanbi­ çimlerin Fransızca karmaşık ve sonunda ayn tarihleri vardır) , onlar da Latince kök sözcük consumere'den -bütünüyle soğur­ mak, yiyip bitirmek, ziyan etmek, harcamak- geliyor. Nere­ deyse İngilizce'deki tüm ilk kullanımlarında, consume'un is­ tenmeyen bir anlamı vardı; yok etmek, kullanıp bitirmek, zi­ yan etmek, harcamak, tükenmek gibi anlamlan vardı. Bu an­ lam "consumed by fire" [alevlerin yuttuğu] gibi kullanımlarda ve veremin halk arasında consumption olarak tanımlanmasın­ da hala mevcuttur. Consumer'ın ilk kullanımları, 16. yüzyıl­ dan itibaren, aynı yok etme ya da ziyan etmeyi anlatan genel anlamı taşıyordu. 18. yüzyılın ortalarından itibaren burjuva siyasal iktisadının tanımlarında yansız bir anlamla kendini göstermeye başladı. Örgütlü piyasanın yeni başatlığı içinde, hizmetler ve mallan yaratma ve kullanma edimleri producer ile consumer, producti­

on ile consumption gitgide yaygınlık kazanan soyut çiftlerle yeniden tanımlandı. Yine de consume'un istenmeyen yanan­ lamlan varlıklarını korudu, en azından 19. yüzyılın sonlarına kadar, ve ancak 20. yüzyılın ortalarında siyasal iktisattaki özel kullanımından genel ve popüler kullanıma geçti. 15. yüzyıl­ dan itibaren satın alan kişiyi anlatmak için kullanılan custo­ mer'ın görece gerileyişi, customer tedarikçiyle belli bir düzenli ve sürekli ilişki içerimlerken consumer'ın daha soyut bir piya­ sadaki daha soyut bir figürü imlemesiyle anlamlıdır. Sözcüğün modem gelişmesi öncelikle Amerika'ya özgü ol­ makla birlikte, çabucak yayılmışur. Terimin egemenliği o ka­ dar büyük olmuştur ki, eğitimli ve seçici kullanıcı ve müşteri­ ler

Tüketici Dernekleri kurmuşlardır. Gelişme öncelikle, özel­

likle 19. yüzyılın sonlarındaki bunalımdan sonra, üretimin yal­ nızca bilinen ihtiyaçlarla değil, daha baştan öngörme aşama­ sında büyük yaunm gerektiren belli üretim türleri ve miktarla-

95

rının planlamasıyla ilişkili olduğu büyük ölçekli endüstriyel kapitalist (ve devlet kapitalisti) üretime içkin olan piyasaların planlaması ve denetimiyle ilişkilidir. Modem ticari advertising [ilan, reklamcılık] (pazarın ikna edilmesi ya da pazara nüfuz edilmesi) gelişmesi kapitalizmin aynı aşamasıyla ilişkilidir: yani advertising'in (bu tür iknanın şişirme olarak görüldüğü) eski temel işlevi olan mevcut arzın durulmasına ek olarak ve ondan farklı biçimde, ihtiyaçlar ve isteklerin ve özellikle onların gide­ rilme biçimlerinin yaratılmasıyla. Başat bir terim olarak consu­ mer bu tür üreticiler ve onların aracılarının yaratılmasıydı. En eski anlamlarıyla aynı zamanda ironik biçimde, üretilecek ola­ nın tüketilmesini/heba edilmesini içerimliyor; gerçi terim yer­ leştikten sonra belli bir özerklik de kazanmış gibidir (consu­ mer choice örneğinde olduğu gibi) . Sözcüğün tarihi bakımın­ dan, bir süre sonra consuıner society [ tüketim toplumu] sö­ züyle müsrif ve "savurgan" bir toplumun eleştirildiğini söyle­ mek yerinde olur. Yine de kapitalist modelin başatlığı, siyaset, eğitim ve sağlık gibi alanlarda yaygın ve çoğunlukla ezici ol­ masını sağlamıştır. Bu alanların herhangi birinde, aynı zaman­ da mal ve hizmet alanlarında, consumer yerine user [kullanıcı] demek hala önemli bir aynını dile getirmek içindir. Bkz. WEALTH

CONVENTIONAL [Geleneksel, uzlaşımsal] Convention aslında toplanma ya da meclis demekti, Fransızca yakınkök convention, Latince conventionem -meclis-, o da La­ tince kök sözcük convenire'den -bir araya gelmek- geliyordu. Bu anlamıyla İngilizce'de 16. yüzyıldan bu yana kullanılmıştır ve hala da epey yaygındır. Anlaşmayı anlatmak üzere kullanı­ mın doğal bir genişlemesi olmuş, bu da İngilizce'de 15. yüzyıl­ dan bu yana görülmüştür. Convention ve özellikle conventional'ın daha güç kulla­ nımları anlaşma anlamının örtük olarak geleneksel veya ka­ bul edilmiş olanı anlatmak üzere genişlemesiyle ve de özelik-

96

le edebiyat ve sanatta örtük olarak kabul edilmiş bir yöntemi anlatmak üzere genişlemesiyle ilişkilidir. Gelenek anlamım kapsayacak biçimde genişlemesi 18. yüzyılın sonlarından iti­ barendir. lronik biçimde başka ülkelerde (Amerika ve Fran­ sa) Convention'larla [sözleşme] resmi olarak tanımlanmış olan haklar'la ilgili siyasal tartışmalarda önemli bir yer tutu­ yordu. Fakat en yaygın kullanımı davranış ve tutumlar konu­ sundaydı ve çok geçmeden istenmeyen bir anlam doğdu, conventional yapay ya da biçimsel, buradan da eski-moda anlamına geldi. Conventions ve conventional ideas'dan [dü­ şüncelerden] yakınmalar 19. yüzyılın ortalarından bu yana bulunabilir. ROMANTIC'lerin (bkz. bu madde) normal ola­ rak kendiliğindenliği ve yeniliği tercih etmelerinin bir parçası olarak, sanat ve edebiyattaki ilk özel kullanımlarının çoğu da aynı dönemdedir. Fakat tüm sanat biçimlerinin temelli ve ço­ ğunlukla örtük yöntem ve amaç convention'ları içerdiğini düşündüren daha teknik bir anlam da 19. yüzyılın ortaların­ dan itibaren görülür ve uzmanlık tartışmalarında önemli bir yer tutmuştur. Bu özel kullanım dışında, aslen convention'da önemli olan resmiyet derecesi artık neredeyse kaybolmuştur. Normal kullanımda convention aslında resmi anlaşmanın karşıtıdır ve epey yansız bir biçimde kullanılabilir. Ancak conventional istenmeyen anlamı ifade etmektedir. Öte yan­ dan, atom ve hidrojen bombalarının icadından sonra, con­ ventional weapons [konvansiyonel silahlar] iyi çağrışımlarla ( l 950'lerden itibaren) nuclear weapons'la [nükleer silahlar] karşıtlaştırıldı. Bkz. CONSENSUS

COUNTRY [Ülke, kırlık] Country modem İngilizce'de iki değişik anlam taşıyor: kabaca ülke ve ülkenin kırsal kesimi. Sözcük tarihsel olarak çok ilginç, çünkü orta Latince cont­ rata dişil sıfatından, Latince kök sözcük contra'dan -karşı-

97

geliyor, ve contrata terra deyişinde "karşıda duran" topraklan anlatıyor. En eski ayn kullanımında gözlemcinin önünde ya­ yılan toprak parçası demek oluyordu. (Krşl. 1 6 . yüzyılda landskip'in, 18. yüzyılda landscape'in sonraki kullanımlan; es­ ki İngilizce'de landscipe bölge ya da toprak parçasıydı; sözcük sonradan Felemenkçe landschap'ten resim terimi olarak be­ nimsenmişti.) Contrata İngilizce'ye eski Fransızca cuntree ve contree'den geçti. 13. yüzyıldan itibaren vatan ve 16. yüzyılın başlanndan itibaren belirgin biçimde kırsal alan anlamı vardı. Tyndale (1526) Markos 5 : l 4'ün bir bölümünü şöyle çevir­ mişti: "tolde it in the cyte, and in the countre" . [ "Kentte ve Kırda söyledi" Ama İncil'deki şeklini de ekle "şehirde ve çift­ liklerde" diye. ] Country'nin kent'e karşıt biçimde özel yaygın kullanımı, kentleşmenin artması ve özelikle başkentin, Londra'nın, büyü­ mesiyle birlikte 16. yüzyılın sonlannda başladı. İşte bu dö­ nemde country people ve country house ayırt edildi. Öte yan­ dan countryfied ve country bumpkin [kıro] 17. yüzyılın bü­ yük kent argosunda yer alıyordu. Belli bir yeri anlatmaya dö­ nük aslında lskoçça bir terim olan countryside [kırlık] , 19. yüzyılda kırsal alanlann yanı sıra bütün bir kırsal yaşam ve ekonomiyi anlatan genel bir terimdi. Vatanı anlatan genel kullanımı içinde country'nin nation [ulus] ya da state'ten [devlet] daha olumlu çağrışımlan varclır: krşl. "doing something for the country" [ülke için bir şeyler yapmak] ile "doing something for the nation" [ulus için bir şeyler yapmak] ya da " . . . state" [devlet için] . Country genellik­ le içinde yaşayan insanlan da kapsarken, nation daha soyuttur, state iktidar yapısı anlamını da taşır. Aslında country siyasal bağlamlarda people'ın yerine geçebilir: krşl. "the country de­ mands" [ülke talep ediyor] . Bakış açısındaki farklılıklara bağ­ lıdır bu: krşl. 1945'te şunu diyen İngiliz kadın: "they have elected a socialist govemment and the country will not stand for it" [sosyalist bir hükümet seçtiler ve ülke bunu kabullen­ meyecektir] . Bazı kullanımlarda country daima hükümetten ayırt edilir: krşl. "going to the country" [halka gidelim] - se-

98

çim çağrısı. Posta hizmetinde olduğu üzere başkentin dışında­ ki her yeri "country" [taşra] sayan, özelleşmiş bir büyük-kent­ li kullanımı da vardır. Countryman hem siyasal hem de kırsal anlamlar taşıyor, ama ikincisi daha güçlü ve ilki genellikle fellow-countryman [yurttaş, vatandaş] ile genişletiliyor.

Bkz.

CITY, DIALECT, NATIVE, PEASANT, REGIONAL

CREATIVE [Yaratıcı] Modem İngilizce'de özgün ve yenilikçi şeklinde genel bir an­ lama sahiptir ve bununla bağlantılı üretken gibi özel bir anla­ mı da vardır. Creative writing, the creative arts [yaratıcı yazı, yaratıcı sanatlar] gibi örneklerde olduğu üzere, belli çalışmala­ rı ayırt etmek için de kullanılır. Artık basmakalıp olan, ama düşününce hala şaşırtıcı gelen bu sözcüğün kullanıma girmesi ve mevcut güçlüklerden bir kısmıyla ilişkisi ilginçtir. Create İngilizce'ye Latince geçmiş zaman ortacı olan kök sözcük creare'den -yapmak ya da üretme- gelmiş. Yapılmış bir şeyle, bu arada geçmiş bir olayla bu içkin ilişkisi isabetliydi, çünkü sözcük temel olarak dünyanın Tann tarafından ilk ya­ raulışı bağlamında kullanılıyordu: creation ve creature da ay­ nı kökten geliyor. Üstelik, bu inanç sisteminde, Augustine'in ısrar ettiği gibi, "creatura non potest creare" - yani kendisi "yaratılmış olan" yaratamaz. Bu bağlam en azından 16. yüzyıla kadar belirleyici kaldı ve sözcüğün şimdiki ya da gelecekteki yaratımı -yani insanın yaratmasını- kapsaması, Rönesans'ın hümanizmi dediğimiz büyük düşünce dönüşümünün bir par­ çasıdır. "İki yaratıcı var," diye yazar Torquato Tasso (1 544-95), "Tann ve şair." İnsanın yaratmasına dönük bu anlam, özellikle düşgücü ürünlerinde, modem anlamın belirleyici kaynağıdır. Apologie for Poetrie'sinde, Philip Sidney ( 1554-86) Doğa'yı ya­ ratmış, fakat insanı da kendi suretinde yaratmış, ona Doğa'nm ötesinde şeyler hayal etme ve yapma yeteneğini "ilahi nefesin gücüyle" vermiş olarak görür Tann'yı.

99

Yine de sözcüğün kullanımı özgün bağlamdan ötürü güçlü­ ğünü korudu. Donne şiirden "counterfeit Creation" olarak söz eder, burada counteefeit'm en güçlü anlamıyla "sahte" diye an­ laşılması gerekmez, öykünme şeklindeki eski sanat anlamı yüklenmelidir. Create ve creation'm kimi kullanımları Eliza­ beth dönemi yazarlarında yerici değer taşır:

Or art thou but A Dagger of the Mind, a false Creation Proceeding from the heat-oppressed Brain. (Macbeth) [Yoksa hayali bir Hançer misin, uyduruk yaratı, Sıcak basmiş bir beynin ürünü... ] This is the very coinage of your Brain: This bodiless Creation extasie Is very cunning in. (Hamlet) [Bu sırf senin zihninin icat ettiği bir şey. Kendinden geçen insan böyle cisimsiz hayaller yaratmakta pek ustadır.] * Are you a God? Would you create me new? (Comedy of Errors) [Tann mısın sen? Beni yeni baştan yaratabilir misin?] Translated thus from poor creature to a creator; for now must 1 create intolerable sort of lies. (Every Man in his Humour) [Bu naçiz yaratıktan bir yaratıcıya çevrilmiş olarak; çünkü ar­ tık dayanılmaz çeşitten yalanlar yaratmam gerekiyor.] Aslında create'in istenmeyen içerimlerden uzak en açık kap­ samı, kralın otoritesinin verdiği toplumsal mertebeye ilişkindi: "the King's Grace created him Duke" [Kral'ın inayeti onu dük olarak yarattı / dük kıldı] (1495); "I create you Companions (*) Hamlet, Çev. Orhan Burian, MEB, İstanbul 1946, 1 19'dan.

100

to our person" [sizi şahsımıza yoldaş yapıyorum]

(Cymbeline).

Aslında hala insanın yaratması değildir bu. 1 7. yüzyılın sonlarından itibaren, ancak, hem create hem de creation'a modern anlamıyla yaygın olarak rastlanır ve 18. yüzyılda her iki sözcük de, kendisi tamamlayıcı doğrultuda de­ ğişim geçiren ART (bkz. bu madde) sözcüğüyle ilgili bilinçli bir çağrışım değeri kazandı. Creative de 18. yüzyılda bununla ilgili olarak türetildi. Sözcük açıkça bir yetiyi anlatUğı için, illa geçmişteki bir tanrısal olaya gönderme yapmaksızın, create ve creation'ın insan edimleri olarak genel kabulünü beklemesi gerekiyordu. 1815 itibariyle Wordsworth ressam Haydon'a gü­ venle şöyle yazabiliyordu: "High is our calling, friend, Creative Art" [bizim uğraşımız, dostum, yücedir, yaraucı sanattır] Rast­ lamış olduğum en eski özgül gönderime kadar geriye gider bu: "companion of the Muse, Creative Power, Imagination" [ilham perisinin dostu, yaratıcı güç, düşgücü] (Mallet, 1 728) . (Cud­ worth'ta, 1678, creative'in daha eski bir kullanımıyla karşılaşı­ lır, ama hala kısmen sözcüğün eski anlamını taşıyan bir cümle­ dir: "this Divine, miraculous, creative power" [bu tanrısal, mu­ cizevi, yaratıcı güç] .) Belirleyici olan gelişme, creative'in

sanat

ve düşünceyle önce bilinçli, sonra geleneksel olarak ilişkilen­ dirilmesiydi. 19. yüzyılın başlarında bilinçli ve güçlü bir kulla­ nımdı bu; 19. yüzyılın ortalarından itibaren gelenekseldi. Yeti­ nin genel adı olan creativity 20. yüzyılda görüldü. Özellikle önemli ve anlamlı bir tarihtir bu ve insanın yete­ neğine vurgusuyla terim daha da önem kazanmıştır. Fakat çok açık bir güçlük var. Sözcük özgünlük ve yeniliğe [innovation] kaçınılmaz bir vurgu yüklüyor ve tarihini hatırlayınca bunla­

rın önemsiz iddialar olmadığını anlıyoruz. No\ı elty hem ciddi hem de önemsiz anlamlar taşımak birlikte, innovation ile no­ velty arasında ayrım yaparak bunu açıklığa kavuşturmaya çalı­ şıyoruz aslında. Soylu ve ciddi bir iddiayı somutlaştırmak için geçmişte kullanılmış, hala da sıkça kullanılan bir sözcük, gele­ neğin olmadığı durumlarda, kimsenin böyle bir iddiada bu­ lunmayacağı pratiklere, belli genel etkinlerin adı olarak uygu­ lanacak kadar geleneksel olunca doğuyor asıl güçlük. Dolayı-

101

sıyla herhangi bir taklit ya da basmakalıp edebiyat ürünü, ge­ leneğe uygun olarak, creative writing olarak adlandırılabiliyor ve reklam yazarları kendini resmi olarak yaratıcı diye niteli­ yorlar. Yazılı ve görsel sanatların çoğunda basit IDEOLOGI­ CAL ve HEGEMONIC (bkz. bu maddeler) yeniden üretimle­ rin büyük öğeleri göz önünde tutulunca, bu tür her şeyin cre­ ative diye nitelenmesi kafa kanştıncı ve bazen gerçekten ya­ nıltıcı olabiliyor. Üstelik, creative geçici olarak kullanılan bir sözcük olduğu ölçüde, sözcüğün kurmaya yönelik olduğu vurgu, insan yaratıcılığı ve yeniliği üstüne vurgusu hakkında aydınlık biçimde düşünmek zorlaşır. Imaginative ya da creative arts [yaratıcı sanatlar] denilen özgül pratiklerle illa bir bağlan­ tısı olmaksızın, dreaming [düşleme] ve fantasy'ye [fantezi] doğru veya, öte yandan, pratik içerimleri ve sonuçlan olmakla kalmayıp, kimi creative etkinlik ve işlerde elle tutulur olabilen extension [kapsam genişliği] , innovation [yenilik] ve foresight'a [ öngörü] doğru kayan imagination'ın anlamlarının bununla bağlantılı güçlüğünden ayrılamaz işte bu güçlük. Özellikle creative'in kapsamı, tam da tarihsel gelişim bakımından, ima­ gination'ın özelleşmiş anlamının kaçınılmaz bir terim olmadığı düşünce, dil ve toplumsal pratik etkinliklerini içine alacak bi­ çimde genişletildiğinde güçlük kendini gösterir. Yine de cre­ ative'in artık sakınılmaz biçimde somutlaştırdığı insan etkinli­ ğinin yorumunun ister istemez büyüklük ve karmaşıklığını fark ettiğimizde bu tür güçlük kaçınılmaz olur.

Bkz. ART, IMAGE, FICTION CRITICISM [Eleştiri, tenkit] Criticism çok zor bir sözcük oldu çıktı, çünkü başat olan ge­ nel anlamının hata bulmaya ilişkin olmasına rağmen, altta ya­ tan bir yargı anlamı ve sanat ve edebiyata bağlı olarak, artık kaybolmakta olan kabullere dayalı çok şaşırtıcı bir özel anlamı vardır. Sözcük İngilizce'ye 1 7 . yüzyılın başlarında, critic ve critical'dan (16. yüzyılın ortaları) gelmiş; bunlar yakınkök La102

lince

criticus, Yunanca kritikos, kök sözcük Yunanca kritts'ten

-yargı- geliyorlar. llk başat anlamı hata bulmaya ilişkindi: "stand at the marke of critisme. .. to bee shot at" [vurulmak için. . . eleştirinin hedefinde dur] (Dekker, 1607). Edebiyat yo­ rumu için ve özellikle 17. sonundan itibaren edebiyat değer­ lendirme ve bu işi somutlaştıran yazı türünü de anlatmak için kullanıldı. En ilginç olanı ise, hata bulmaya ilişkin genel an­ lam, en azından olumsuz yargıya ilişkin olanı, birincil anlam olarak varlığını korudu. Edebiyat değerlendirmesini anlatan daha yumuşak bir sözcük olarak appreciation'la [takdir, değeri­ ni anlama, layıkıyla anlama] ayrışmasına bile neden oldu bu. Fakat criticism ve critic ile critical'ın gelişiminde olan şey; yargının başat ve hatta doğal bir tepki olarak kabul edilmesi­ dir. ( Critical'ın başka bir özel, ama önemli ve sürekli bir kulla­ nımı var, yargıyı değil tıptaki özelleşmiş bir kullanımdan dola­ yı dönüm noktasını, dolayısıyla belirleyiciliği anlatır bu. Crisis [kriz] de dönüm noktasını olduğu kadar herhangi bir güçlüğü kapsayacak biçimde genişletilmiştir kuşkusuz.) En genel anlamıyla criticism censure'a [sansür] (17. yüzyıl­ dan itibaren yansız olmaktan çok ters bir anlam kazanır) doğ­ ru gelişirken, özelleşmiş anlamıyla criticism, TASTE [beğeni] (bkz. bu madde) , cultivation [iyi yetişme] ve daha sonra CUL­ TURE [kültür] (bkz. bu madde) ve discrimination'a (bu da bö­ lünmüş bir sözcüktür, iyi ya da bilgili yargı gibi olumlu bir an­ lamının yanı sıra, dışarıdan bir grubun nedensiz dışlanması ya da haksız muamele gibi güçlü bir olumsuz anlamı da vardır krşl. RAClAL) doğru bir gelişme göstermiştir. En genel geliş­ menin altında yatan oluşumun anlaşılması güç, çünkü zihinle­ rimize çok güçlü biçimde yerleşmiş durumda. En eski döne­ minde çağrışımı, öğrenilmiş veya "bilgili" yetenektir. Sözcü­ ğün hala bu anlamı korumaya çalıştığı olur. Fakat 17. yüzyılın ortalarından itibaren asıl can alıcı gelişmesi, izlenimlerin alım­ lanmasının yalıtılmasına dayanıyordu: bugün denilebilir ki, bir dizi yapıtın CONSUMER'ı [tüketicisi] (bkz. bu madde) olarak okuyucuya. Belli bir sınıf ya da meslek içinde genelleş­ tirilmesi, en iyi taste ve cultivation: yani yargı'nın STAN103

DARTS'ı [standartları] (bkz. bu madde) olarak sunulan ölçüde kişisel izlenimler ve tepkilerin toplumsal olarak gelişmiş biçi­ minin temsil ettiği kabullere dayanıyordu. Bu kullanım Ka­ mes'in Elements of Criticism'i (1762) zamanında yerleşmiş gi­ bidir. Tepkinin yargı olduğu anlayışı, kuşkusuz, bir sınıfın ve sonra da bir mesleğin toplumsal güvenine dayanıyordu. Gü­ ven önce leaming [birikim] ya da scholarship [bilginlik] ola­ rak, sonra cultivation ve taste olarak, ardından da hala geçerli biçimde SENSIBILTY [duyarlılık] (bkz. bu madde) olarak açıklanır. Değişik aşamalarda bu güvenin çeşitli biçimleri yı­ kıldı ve özellikle 20. yüzyılda, yargıya başka bir temel sağla­ mak üzere, yerine objective (krşl. SUBJECTIVE) yöntemler ge­ çirmeye dönük girişimler oldu. Sorgulanmayan şey ise, "yetki­ li yargı" kabulü olmuştur. Otorite iddialarına elbet birçok kez meydan okunmuştur ve bu özel anlamın en yaygın biçimi içinde critic -oyunlar, filmler, kitapların vb. reviewer'ı [tanıtı­ cısı, değerlendiricisi] olarak- bekleneceği ölçüde bulanık bir anlam kazanmıştır. Fakat critic ile reviewer arasındaki statü ayrımlarıyla çözülemez bu. Söz konusu olan yalnızca criticism ile yanlış bulma arasındaki çağrışım değil, görünüşe göre ge­ nel ve doğal süreçler olarak "yetkili" yargı ile criticism arasın­ daki daha temel çağrışımdır. Herhangi bir COMMUNICATI­ ON'ın [iletişim] (bkz. bu madde) , ama özellikle daha resmi bi­ çimlerinin alımlanma süreçlerinin toplumsal ya da mesleki ge­ nelleşmesini anlatan bir terim olarak, criticism bir tek consu­ mer'ın [tüketici] konumunu benimsediğinde değil, bu konu­ mu gerçek tepki terimlerine (yargı, beğeni, yetişme, aynm, du­ yarlılık; yansız, nitelikli, titiz vb. gibi) ilişkin bir dizi soyutla­ mayla maskelediğinde de ideolojik bir nitelik alır. Criticism'in hata bulma biçimindeki varlığını koruyan anlamı bu alışkanlı­ ğa karşı en yararlı dilsel etkidir, ama bilinçli tepkinin tanım olarak criticism'in zaman zaman reddedilmesinde, alışkanlı­ ğın kendisinin daha anlamlı bir reddinin göstergeleri de var­ dır. Bu durumda önemli olan, aynı türden bir etkinliği sürdür­ mekle birlikte yerine geçecek başka bir terim bulmak değil; te­ melde tepkinin gerçek durum ve koşullarından soyutlanması-

104

na dayanan alışkanlığın kendisinden kurtulmaktır: anlaşılması gereken tepkinin özgüllüğü olduğu zaman, ki bu da soyut bir "yargı" değil, tersine hatta çoğu zaman olduğu üzere, bütün durum ve bağlamıyla etkin ve karmaşık ilişkileri içinde olum­ lu ya da olumsuz tepkilerin belli bir pratiği içerdiği "yargı"ya, görünüşte genel olan bir sürece yükselme.

Bkz. AESTHETIC, CONSUMER, SENSIBILITY, TASTE CULTURE [Kültür, hars] Culture İngiliz dilindeki en karmaşık iki üç sözcükten biri. Kısmen birkaç Avrupa dilindeki girift tarihsel gelişiminden, fakat esasen birkaç ayrı entelektüel disiplindeki ve birkaç ayrı ve de bağdaşmaz düşünce sistemindeki önemli kavramlar için kullanılmasından dolayı böyledir. Yakınkök Latince lir.

Colere

cultura'dır,

o da kök sözcük

colere'den ge­

bir dizi anlam taşırdı: ikamet etmek, yetiştirmek,

korumak, ibadetle onurlandırmak. Bu anlamların bir kısmı so­ nunda ayrıştı, gerçi hala türemiş adlarda zaman zaman çakışı­ yorlar. Böylece "ikamet" anlamı

colonus

colony'ye cultus üzerin­

aracılığıyla

[sömürge] dönüştü. "İbadetle onurlandırmak" ,

Cultura, Cicero'da oldu­ cultura cınimi'yi kapsayacak biçimde, yetiştirme veya

den cult'a [inanç, tapınma] dönüştü. ğu üzere,

bakma anlamlarını kazandı, gerçi ortaçağda ikincil onur ve tapma anlamı da olacaktı (krşl. Caxton'da (1483) "tapma" ola­ rak İngilizce'de culture ) .

Cultura'nın

Fransızca biçimleri, o

günden bu yana kendi özel anlamını geliştiren eski Fransızca

couture ve 15. yüzyılın başlarında İngilizce'ye geçen culture idi. Temel anlamı çiftçilik, doğal büyümenin gözetilmesiydi. Culture ilk kullanımlarının tümünde bir sürecin adıydı: bir

coulter culter -sabankulağı- eski İngilizce cul­ ter'dan İngilizce yazım değişkeleri culter, colter, coulter ve ta 17. yüzyılın başlarında culture'a (Webster, Duchess of Malfi, şeyin, özellikle ekinler ve hayvanların bakımı. İkincil

-sabankulağı-, Latince

III, ii: "hot buming cultures" [alev alev yanan sabankulakla105

rı]) dek farklı bir dilsel rota izlemişti. Eğretilemeyle bir sonra­ ki önemli anlam aşamasına geçiş için daha ileri bir temel sağ­ lamıştır bu. 16. yüzyılın başlarından itibaren doğal büyüme­ nin gözetilmesi insan gelişimi sürecini içine alacak biçimde genişletilmişti ve, çiftçilikteki özgün anlamının yanı başında, 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın başlarına kadar temel anla­ mı buydu. Böylece More: "to the culture and profit of their minds"; Bacon: "the culture and manurance of minds" (1605); Hobbes: "a culture of their minds" (1651); Johnson: "she neg­ lected the culture of understanding" (1759) diye yazacaktı. Bu gelişimin çeşitli noktalarında iki can alıcı değişim gerçekleşti: birincisi, insan bakımını doğrudan hale getiren eğretilemeye belli derecede alışma; ikincisi, sözcüğün soyut biçimde taşıya­ cağı genel bir süreci içine alacak biçimde özel süreçlerin ge­ nişletilmesi. Bağımsız isim olarak culture, karmaşık modem tarihine işte bu ikinci gelişmeden başladı kuşkusuz, fakat de­ ğişim süreci öylesine karışık ve anlam gizillikleri öylesine ya­ kındır ki, kesin bir tarih vermek mümkün değildir. Bağımsız bir sözcük, soyut bir süreç ya da böylesi bir sürecin ürünü ola­ rak culture, 18. yüzyılın sonlarından önce önemli değildir ve ancak 19. yüzyılın ortalarından itibaren yaygınlık kazanır. Fa­ kat bu gelişmenin ilk aşamaları birdenbire ortaya çıkmamıştır. Milton'da, The Readie and Easie Way to Establish a Free Com­ monwealth'ın gözden geçirilmiş ikinci baskısında (1660), il­ ginç bir kullanım vardır: "spread much more Knowledg and Civility, yea, Religion, through all parts of the Land, by com­ municating the natural heat of Govemment and Culture more distributively to all extreme parts, which now lie num and neglected." [Evet, çok daha fazla Bilgi ve Medeniyet, ve Din yayılmalı, Ülke'nin her yanına. Yönetim ve Kültür'ün doğal ısısı, şimdi dilsiz ve bakımsız yatan, en uzak köşelere kadar, daha eşit biçimde dağılmalıdır. 1 Burada eğretilemeli anlam ("doğal ısı") hala mevcut gibidir ve normal olarak culture'ın olmasını bekleyeceğimiz bir yerde 19. yüzyılda hala civility (krşl. CIVILIZATION) yazılıdır. Yine de "govemment and cul­ ture"ı çok modem bir anlamda okuyabiliriz. Milton, bütün sa106

vunusunun gidişatından anlaşıldığı kadarıyla, genel bir top­ lumsal süreç üstüne yazıyor ve gelişimin belli bir aşamasıdır bu. 18. yüzyıl İngiltere'sinde, cultivation ve cultivated bu an­ lamda daha yaygın kullanılmasına rağmen, bu genel süreç bel­ li sınıf çağrışımları da kazandı. Fakat 1 730 tarihli bir mektup­ ta (Killala Piskoposu'ndan Bayan Clayton'a; alıntılayan Plumb,

England in the Eighteenth Century) bu anlam açıktır:

"it has not

been customary for persons of either birth or culture to breed up their children to the Church". [Ne soylular ne de okumuş sınıf, çocuklarını Kilise için yetiştirmeyi adet edinmiştir] Akenside

(Pleasures of Imagination, 1744)

şöyle yazacaktı: " . . .

nor purple state nor culture can bestow" . [ne imparatorluk er­ guvanı ne de kültürün bağışlayacağı. . . ] Wordsworth ise "whe­ re grace of culture hatlı been utterly unknown" [eğitimin lüt­ funun hiç bilinmediği yerde] (1805) ve jane Austen da

ma, 1816)

(Em­

"every advantage of discipline and culture" diye ya­

zacaktı. Böylece culture'ın İngilizce'de yeni bir toplumsal ve ente­ lektüel hareketin belirleyici etkilerinden önce, modem anlam­ larından kimilerine doğru geliştiği açıktır. Fakat bu hareket içinde, 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın başlarında, gelişi­ mini izlemek için, diğer dillerdeki ve özellikle Almanca'daki gelişmelere de bakmamız gerek. Fransızca, 18. yüzyıla dek, culture, İngilizce kullanımda kaydedildiği üzere, yetiştirilen maddeyi anlatan bir dilbilgisel biçimle birlikte kullanılıyordu. Bağımsız bir isim olarak zaman zaman kullanılışı 18. yüzyılın ortalarına kadar gider, yani İngi­ lizce'deki benzer seyrek kullanımların çok daha ertesine. Ba­ ğımsız isim

civilization

[uygarlık] da 18. yüzyılın ortalarında

çıktı; culture'la ilişkisi o günden bu yana çok karmaşıktır (krşl. CIVILIZATION ve aşağıdaki tartışma) . Almanca'da bu noktada önemli bir gelişme görüldü: Fransızca'dan ödünç

Cultur, sonra 19.

yüz­

yıldan itibaren Kultur diye yazılacaktı. Temel anlamı hala

civi­

alınmıştı ve önce (18. yüzyılın sonları)

lization'un eşanlamlısıydı:

birinci olarak, "civilized" [uygarlaş­

mış] ya da "cultivated" [kültürlü] olmaya dair genel bir sürece

107

ilişkin soyut bir anlamda; ikinci olarak, insanın seküler geliş­ me sürecinin tanımı olarak, 18. yüzyılın popüler evrensel ta­ rihlerinde, Aydınlanma tarihçileri tarafından civilization'u an­ latmak için kurulmuş olan anlam. Herder'de belirleyici bir kullanım değişikliği görülecekti. Bitiremediği Ideas on the Phi­ losophy of the History of Mankind'da (1 784-91) Cultur'den şöy­ le söz ediyor: "bundan daha belirsiz bir sözcük, bütün uluslar ve dönemlere uygulanmasından daha aldatıcı bir şey yoktur". " Civilization" ya da "culture"ın -insanlığın tarihsel öz-gelişi­ minin- şimdilerde çizgisel dediğimiz, 18. yüzyıl Avrupa kültü­ rünün yüksek ve egemen noktasına ulaştığı bir süreç olarak evrensel tarihlerin kabul edilmesine karşı çıkmıştı. Aslında yeryüzünün dört bir yerinin Avrupa'ya boyun eğdirilmesine karşı çıkıyordu:

Çağlar boyunca can veren, yeryüzünün dört bir yanındaki in­ sanlar, siz yalnızca küllerinizle toprağı beslemek için, en so­ nunda nesliniz Avrupa kültürü tarafından mutlu edilsinler di­ ye yaşamadınız. Üstün Avrupa kültürü anlayışının ta kendisi Doğa'nın büyüklüğüne apaçık bir hakarettir. Dolayısıyla "kültürler"den söz etmek gerektiğini: farklı uluslar ve dönemlerin özgül ve değişken kültürlerinden, aynı zamanda belli bir ulus içindeki toplumsal ve ekonomik grup­ ların özgül ve değişken kültürlerinden de söz etmek gerektiği­ ni savunuyordu. Romantik hareket içinde, bu anlam ortodoks ve egemen "civilization"a bir alternatif olarak büyük ölçüde geliştirildi. llkin ulusal ve geleneksel kültürleri, yeni folk-cul­ ture [halk kültürü] (krşl. FOLK) kavramı da dahil olmak üze­ re, vurgulamak için kullanıldı. O sıralar ortaya çıkan yeni uy­ garlığın "MECHANICAL" [mekanik] (bkz. bu madde) niteliği olarak görülen şeye saldırmak için kullanılacaktı sonralan. "İnsani" ile "maddi" gelişim arasında aynın yapmak için kul­ lanılıyordu. Bu dönemde çok sıkça olduğu üzere, siyasal ola­ rak, radikalizm ile tepki arasında yalpalıyordu ve çoğunlukla da, büyük toplumsal değişimin kargaşası içinde, her ikisinden de öğeleri kaynaştırıyordu. (İşlerin iyice karışmasına neden ol108

masına rağmen, aynı ayrımın, özellikle "maddi" ve "manevi" gelişim arasındaki ayrımın, von Humboldt ve başkaları tara­ fından, ta l 900'lere kadar, terimler terse çevrilerek, yani cultu­ re maddi ve civilization manevi olacak biçimde, yapıldığını da eklemek gerek.) Öte yandan, Almanya'da 1840'lardan itibaren, 18. yüzyıl tarihlerinde

Kultur tam da civilization'un kullanılmış olduğu an­

lamda kullanılıyordu. Belirleyici olan yenilik G. F. Klemm'in yabanıllıktan evcilleşmeye ve özgürlüğe insanın gelişiminin izini süren Allgemeine Kulturgeschichte der Menscheit'ıdır -"İn­ sanın Genel Kültürel Tarihi" ( 1843-52). Her ne kadar Ameri­ kalı antropolog Morgan, benzer aşamaların izini sürerek "An­ cient

Society"yi [eski toplum] Civilization'ın doruk noktası

olarak kullandıysa da, Klemm'in yüklediği anlam varlığını sür­ dürdü ve İngilizce'de Tylor tarafından doğrudan doğruya kul­ lanıldı- Primitive Culture (1870). Modem toplum bilimlerin­ deki başat anlamı işte bu gönderim çizgisi içinde izlenmelidir. Sözcüğün modem gelişiminin ve kullanımının karmaşıklığı ancak bundan sonra anlaşılabilir. Şimdiki "şeker pancarı kül­ türü" örneğindeki fiziksel sürecin ya da 1880'lerden bu yana bakteriyolojideki uzmanlaşmış fiziksel uygulamanın, "virüs kültürü" , birebir sürekliliğine dayalı olan anlamı artı,k kolayca ayırt edebiliyoruz. Fakat bir kez fiziksel göndergenin ötesine geçtik mi, üç geniş, etkin kullanım kategorisi kabul etmemiz gerekir. Bunların ikisinin kaynağını zaten ele aldık: (i) 18. yüzyıldan itibaren zihinsel, manevi ve estetik gelişime ilişkin genel bir süreci anlatan bağımsız ve soyut ad; (ii) ister özgül ister genel biçimde kullanılsın, Herder'den Klemm'e dek, ge­ rek bir halkın, dönemin, grubun gerekse genel olarak insanlı­ ğın belli bir yaşama biçimini anlatan bağımsız ad. Fakat ente­ lektüel ve özellikle sanatsal etkinliğin ürünleri ve uygulamala­ rını anlatan bağımsız ve soyut adı da

(iii)

olarak kabul etme­

miz gerekir. Şu anda en yaygın kullanım bu gibi görünmekte­ dir: culture müzik, edebiyat, resim ve heykel, tiyatro ve film­ dir. Ministry of Culture [Kültür Bakanlığı] , bazen felsefe, aka­ demi ve tarihi de katarak, bu özgül etkinliklere gönderme ya109

par. Bu kullanım, (iii), aslında görece geç ortaya çıkmıştır. Tam olarak tarihini belirlemek güç, çünkü kökeni itibariyle anlam (i)'in bir uygulamasıdır: zihinsel, manevi ve estetik geli­ şime ilişkin genel bir süreç düşüncesi, bunu temsil eden ve destekleyen ürünler ve uygulamalara yöneltilir ve aslında ak­ tarılır. Fakat aynı zamanda daha önceki süreç anlamından ge­ lişmiştir; krşl. "progressive culture of fine arts" [güzel sanatla­ rın ilerici kültürü] , Millar, Historical View of the English Go­ vernment, iV, 314 (1812). İngilizce'de (i) ve (iii) hala yakındır; bazen, iç nedenlerle, Arnold'ın Culture and Anarchy'sinde (1867) olduğu üzere birbirinden ayrılamaz; oysa anlam (ii) çok açık biçimde Tylor tarafından, Primitive Culture (1870), Klemm'in izinden giderek İngilizce'ye sokuldu. (iii)'ün İngiliz­ ce'deki belirleyici gelişimi 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüz­ yılın başlarındaydı. Sözcüğün bu karmaşık ve hala etkin tarihi karşısında, kolay olanı bir tek "doğru", "uygun" ya da "bilimsel" anlam seçip diğerlerini belirsiz ya da karışık diye bir yana bırakarak tepki göstermektir. Bu tepkinin bir örneği Kroeber ve Kluckhohn'un çok başarılı çalışmalarında bile görülür: Culture: a Critical Re­ view of Concepts and Definitions, burada Kuzey Amerika antro­ polojisindeki kullanım aslında ölçü olarak alınmıştır. Belli bir çalışma alanında, kavramsal kullanımın açıklığa kavuşturul­ ması gerektiği açıktır. Fakat genel olarak anlam çakışması ve yelpazesidir önemli olan. Anlam karmaşası genel insan gelişi­ mi ile belli bir aşama biçimi arasındaki, her ikisiyle sanat ve zihin ürünleri ve uygulamaları arasındaki ilişkilere değgin kar­ maşık bir savunuyu gösterir. Arkeoloji ve cultural anthropo­ logy'deki culture veya a culture'a yapılan göndermelerin önce­ likle material [maddi] üretimi anlatıyorken, tarih ve cultural studies'de göndermenin öncelikle göstergesel ya da simgesel dizgelere olması özellikle ilginçtir. Son zamanlardaki bazı tar­ tışmalarda -krşl. benim Culture- karşıtlaştınlması değil de iliş­ kilendirilmesi gerektiği öne sürülen "maddi" ve "simgesel" üretim arasındaki ilişkiler gibi merkezi bir sorunu çoğu zaman karıştırır, ama daha çok da gizler. Bu karmaşık savunu içinde, 110

çakışan konumların yanı sıra özünde karşıt konumlar da var; tahmin edileceği üzere çözülmemiş sorular ve karma karışık yanıtlar da bulunuyor. Fakat bu tartışmalar ve sorular sözcü­ ğün var olan kullanımına indirgeyerek çözülemez. lngiliz­ ce'den başka dillerde, ki önemli ölçüde değişkenlik vardır, sözcüğün değişik biçimlerinin kullanımlarıyla da ilgilidir bu nokta. Antropolojik kullanım Alman, lskandinav ve Slav dil gruplarında yaygındır, fakat belirgin biçimde sanat ve bilgi an­ lamlarına, ltalyanca ve Fransızca'da genel bir insan gelişimi sürecine bağlıdır. Tek bir dilin içinde olduğu kadar diller ara­ sında da, anlam ve gönderim yelpazesi ve karmaşıklığı hem entelektüel konum farklılığı hem de kimi bulanıklık ya da ça­ kışmaları gösterir. Hangi türden olursa olsun bu değişkenlik­ ler, bu karmaşık sözcüğün imlediği etkinlikler, ilişkiler ve sü­ reçlere ilişkin alternatif bakışlar içeriyorlar hiç kuşkusuz. Yani karmaşıklık, sonuçta sözcükte değil kullanım değişkenlikleri­ nin gösterdiği sorunlardadır. Bazı ilişkili ve türemiş sözcüklere de bakmak gerekir. Culti­ vation [ tanın, kültür] ve cultivated [işlenmiş, kültürlü] 17. yüzyılda fiziksel olandan toplumsal veya eğitimsel olana doğ­ ru aynı eğretilemeli genişlemeyi yaşadılar ve 18. yüzyılda özel­ likle önemliydiler. Coleridge, uygarlıkla kültür arasında 19. �zyılın başlarına özgü klasik bir aynın yaparak, şöyle yazmış­ tı ( 1830): "the permanent distinction, and occasional contrast, between cultivation and civilization" [kültürle uygarlık arasın­ daki sürekli aynın ve zaman zaman ortaya çıkan karşıtlık] . Bu anlamıyla isim, aslında ortadan kalktı, fakat sıfat biçimi hala bir hayli yaygın, özellikle davranışlar ve beğeniler konusunda. Önemli bir sıfat olan cultural 1870'lere kadar gider; 1890'lar­ dan sonra yaygınlaşmış gibidir. Ancak sanatsal, entelektüel ve­ ya antropolojik anlamlarıyla bağımsız adın aşina olmasıyla birlikte, sözcük modem anlamıyla kullanılabilmiştir. lngiliz­ ce'de culture sözcüğüne düşmanlık Amold'ın görüşleri çevre­ sindeki tartışmaya kadar gider. 19. yüzyılın sonları ve 20. yüz­ yılın başlarında, aesthete ve AESTHETIC'e (bkz. bu madde) duyulan benzer bir düşmanlıkla ilişki içinde güç kazanmıştır.

111

Sınıf ayrımıyla ilişkisi culchah gibi taklit bir sözcük üretmiştir. Kultur propagandasına bağlı olarak 19 14-18 savaşı sırasında ve sonrasında Almanya karşıtı duygularla kesişen bir düşman­ lık alam da vardı. Merkezi düşmanlık alam varlığını korumuş ve bunun bir öğesi son zamanlardaki Amerikan lngilizcesi'ne özgü culture-vulture [kültür düşkünü] ifadesiyle vurgulan­ mıştır. Neredeyse bütün düşmanlığın (tek istisnası geçici Al­ manya karşıtı çağrışımdır) daha üstün bilgi (krşl. INTELLEC­ TUAL adı) , incelik iddialan, "yüksek" sanat (culture) ile po­ püler sanat ve eğlence arasındaki ayrımları kapsayan kulla­ nımlarla bağlantılı olması anlamlıdır. Böylece gerçek bir top­ lumsal tarihi ve çok güç, karmaşık bir toplumsal ve kültürel gelişim aşamasını kayda geçirir. Culture, cultural ve sub-cul­ ture [altkültür] (ayırt edilebilen daha küçük bir grubun kültü­ rü) gibi oluşumların gitgide genişleyen toplumsal ve antropo­ lojik kullanımının, belli alanlar dışında (özelikle popüler eğ­ lence) ya düşmanlığı ve ona bağlı tedirginlik ve utancı ortadan kaldırmış ya da aslında azaltmış oiması ilginçtir. Culturalism'in son zamanlarda, toplumsal çözümlemede structuralism'e [ya­ pısalcılık] yöntemsel bir karşıtlığı anlatmak üzere kullanılması önceki güçlüklerin bir kısmını sürdürür, düşmanlığı da her zaman ortadan kaldırmaz.

Bkz. AESTHETIC, ANTHROPOLOGY, ART, CIVILIZATION, FOLK, DEVELOPMENT, HUMANITY, SCIENCE, WESTERN

D DEMOCRACY [Demokrasi] Democracy çok eski bir sözcük, ama anlamlan her zaman kar­ maşık olmuştur. İngilizce'ye 16. yüzyılda girdi, Fransızca ya­ kınkök democratie'den gelir, o da orta Latince democratia'dan Yunanca demokratia'nın bir çevirisidir, kök sözcük demos halk ve kratos yönetim demektir. 153l'de Elyot tarafından Yunan

-

112

örneğine özel bir göndermeyle tanımlanmıştır: "an other pub­ lique weal was amonge the Atheniensis, where equalitie was of astate among the people. . . This manner of governaunce was called in greke Democratia, in laline, Popularis potentia, in eg­ lisshe the rule of the comminaltie." [Bir tür kamusal topluluk biçimi de Atinalılar arasında görülmüştür ki burada halk ara­ sında eşitlik düzeni vardır. Bu yönetim biçiminde Yunanca'da "Democratia" , Latince'de "Popularis potentia" ve İngilizce'de "topluluğun yönetimi" denir. ] Yunanca kullanımlardan hemen anlaşıldığı üzere, her şey halk ve yönetim sözcüklerine verilen anlamlara bağlı. Tereddütlü ilk örnekler "yasa dışında hiçbir efendiye" boyun eğmemekten (? Solon) "halk konusunda, halk tarafından, halk için"e (? Clean) dek değişiklik gösterir. Daha kesin örnekler "zorbanın küstahlığı"m "başıboş toplulu­ ğun küstahlığı"yla karşılaştım (alıntılayan Herodotus) ya da "yönetimi azınlığın değil, çoğunluğun elinde olduğu" için bir hükümeti demokrasi diye tanımlar; aynı zamanda, "zorbanın iktidarına karşıt olan her şey demokrasi adını taşır" (alıntıla­ yan Thucydides) . Aristoteles

(Politika, iV, 4) şöyle yazacaktı:

"demokrasi, çoğunluk oldukları için özgür adamlar ve yoksul­ lara devletin iktidarının verildiği durumdur". Yine de burada "iktidarın verilmesi"yle neyin kastedildiğine bağlıdır her şey: mutlak hükümranlık mı, yoksa, diğer uç, pratik ve paylaşılma­ yan yönetim mi? Plato, Socrates'e (Devlet, VIII, 10) şöyle söy­ letir: "yoksulların hasımlarını yenip, kimisini öldürüp kimisini sürmesi, kalanlarına da eşit ölçüde özgürlük ve iktidar verme­ siyle varlık kazanır demokrasi" . Terimin köklerinin yakınındaki bu kullanım yelpazesi, basit bir türetimi olanaksız kılar. Ancak, bu kullanımların birden çoğunun -özellikle halk sınıfının yönetimini anlatanlarm­ modern ortodoks "Batılı" democracy tanımından biraz uzak olduğu hemen söylenebilir. İzi sürülmesi gereken, asıl kendi belirsizlikleri olan bu ortodoks tanımın ortaya çıkışıdır. "De­ mokrasi" artık çoğunlukla ortaçağdaki ilk örneklerine kadar götürülüyor ve bir Yunan otoritesi yükleniyor. Fakat gerçek şu ki, çok seyrek bir iki istisna dışında, democracy, elimizdeki 113

kayıtlarda, 19. yüzyıla kadar hiç mi hiç sevilmeyen bir terimdi ve ancak 19. yüzyılın sonlarından ve 20. yüzyılın başlarından itibaren siyasal partilerin ve eğilimlerin büyük kısmı demokra­ siye olan inançlarını bildirmede birleşmişlerdir. En çarpıcı ta­ rihsel olgu budur. Aquinas democracy'yi sıradan insanların sayıların gücüyle zenginleri yönettiği -baskı alunda tuttuğu-, bütün halkın zor­ ba gibi davrandığı halkın iktidarı olarak tanımlıyordu. lşte bu güçlü sınıf anlamı 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın başları­ na kadar başat anlam olarak kaldı ve 19. yüzyılın ortalarındaki tartışmalarda hala etkindi. Örneğin: "Democracie, when the multitude have government" [Demokrasi, yani kalabalıklar yönetimi ellerinde tuttuklarında) , Fleming ( 1576)

(multitu­

de'ın sınıf anlamı için bkz. MASSES) ; "democratie, where free and poore men being the greater number, are lords of the esta­ te" [özgür ve yoksul insanlar sayıca daha çok olduklarından mülkün efendisi oldukları demokrasi] (1586); "democracy. . . nothing else than the power of the multitude" [demokrasi...

Pat­ riarcha (1860). Halk'ın kalabalıklar olarak bu şekilde tanım­ lanmasına, yaygın anlamda bir yönetim biçimi ekleniyordu: kalabalıkların iktidarından başka bir şey değildir) , Filmer,

democracy herkesin yönetme hakkı olduğu ve fiilen yönettiği durumdu; temsilciler, hatta seçilmiş temsilciler aracılığıyla yö­ netime bile karşıt gösteriliyordu (örneğin Spinoza) . Democ­ racy terimini ilk kez kullanacak siyasal anayasa da -Rhode Is­ land'ın 1641 tarihli anayasası- sözcüğü bu anlamda anlıyordu: "halkın iktidarı; yani yönetilecekleri Yasaları yapma veya kur­ ma ya da yasaların bir insanla diğeri arasında sadakatle uygu­ lanıp uygulanmadığına bakacak bakanlan kendi aralarından seçme yetkisi, düzenli olarak bir araya gelen özgür insanlar topluluğu ya da onların büyük bir kısmının iktidarındadır" . Yasaların sadakatle uygulanmasını denetlemeye ilişkin son cümleciğin altını çizmek gerek, çünkü burada anlaulan uygu­ lamanın değiştirilmesiyle yeni bir demokrasi anlamına ulaşıldı. Rhode Island örneğinde, halk ya da onların büyük kısmı dü­ zenli mecliste yasalar yapıyordu; bakanlar yasaları "sadakatle

114

uyguluyorlardı" . Bu Hamilton'ın l 777'de tanımladığı represen­ tative democracy [ temsili demokrasi] ile aynı şey değildir. "Karar ya da hukuk güçleri bütünüyle ya da kısmen halka ve­ rildiği zaman, dehşet, şaşkınlık ve istikrarsızlık beklemelisiniz. Fakat seçim hakkının korunup düzenlendiği ve yasama, yürüt­ me ve yargı yetkilerinin uygulanmasının seçkin kişilere teslim edildiği temsili demokrasi... vb." diye gözlemde bulunduğunda democracy'nin önceki anlamına gönderme yapıyordu. lşte bu değişmiş Amerikan kullanımından modem başat anlamı geliş­ ti. Bentham halkın çoğunluğunun yönetimi olarak genel bir demokrasi anlamı çizdi ve sonra "doğrudan demokrasi" ile "temsili demokrasi"yi birbirinden ayırdı, ikincisini tavsiye etti, çünkü süreklilik sunuyordu ve büyük toplumlara yayılabilirdi. Bu önemli pratik nedenler o günden bu yana hem benimsendi hem de onlardan vazgeçildi, öyle ki 20. yüzyılın ortalarında Rhode lsland'daki gibi, ya da Bentham'ın "doğrudan" dediği bir democracy tarifi "anti-demokratik" diye nitelenebilirdi, çünkü democracy'nin ilk ilkesi seçilmiş temsilciler tarafından yönetilmek olarak algılanıyor. Pratik tartışmalar kuşkusuz cid­ di ve belli koşullarda belirleyicidir, fakat democracy'nin anla­ mındaki en önemli iki değişiklikten biri türemiş biçimlerinden biriyle bu dışlayıcı birleşme ve özgün biçimlerinden birinin, vaktiyle tek biçiminin dışlanması girişimidir. lkinci büyük değişme halk'm yorumuyla ilgilidir. "Halk"ın belli nitelikleri taşıyan gruplara: özgürler, mülk sahipleri, akıl­ lılar, beyazlar, erkeklere vb. indirgenmesine dönük çeşitli giri­ şimlerin azımsanamayacak bir tarihi vardır. Democracy'nin se­ çim süreciyle tanımlandığı yerde, böyle kısıtlı oluşumların ta­ mamen democratic olduğu iddia edilebilir: temsilciler seçme biçimi buna katılan insanların oranından daha önemli kabul ediliyor. Demokrasinin gelişimi, bütün halkla yönetim biçimi arasındaki ilişkilerden çok bu seçim biçimini kullanan kurum­ lar aracılığıyla izi sürülen bir şeydir. İngiliz demokrasisinin ge­ lişiminde çoğu bakımdan ortodokstur bu yorum. Aslında de­ mocracy'nin aşama aşama "genişletildiği" söylenir ki, burada kastedilen eski (ve 19. yüzyılın başlarına kadar normal lngiliz-

115

ce olan) anlamıyla

halk iktidan'ndan çok oy hakkıdır açıkça.

Ayrım Fransız Devrimi zamanında büyük önem kazandı. "Ku­ sursuz bir demokrasi"nin "dünyadaki en arsız şey" olduğunu söylerken Burke, ortodoks bir görüşü dile getiriyordu (Reflec­

tions on the Revolution in France, 1 790) , çünkü democracy başka şeylerin yam sıra, azınlıkların (özellikle büyük ölçüde mülkiyeti elinde tutan azınlık dahildi buna) bastırılacağı ya da ezileceği "denetimsiz" halk iktidarı olarak anlaşılıyordu. 19. yüzyılın ortalarına kadar democracy hala devrimci, hiç değilse radikal bir terimdi ve representative democracy'nin özelleş­ miş gelişimi, kapsam ve süreklilik gibi pratik nedenlerin öte­ sinde, en azından kısmen buna bilinçli bir tepkiydi. Democracy'nin iki modem anlamının savunudaki işte bu noktada birbirinden ayrıldığı görülebilir. Sosyalist gelenekte, democracy halk iktidan'm anlatmayı sürdürdü: halkın çoğun­ luğunun çıkarlarının en önde olduğu ve bu çıkarların uygula­ mada çoğunluk tarafından gözetildiği ve denetlendiği bir dev­ let. Liberal gelenekte, democracy temsilcilerin açık seçimi ve seçim ve siyasal savununun açıklığını sağlayan belli koşullan (ifade özgürlüğü gibi democratic rights) anlatıyordu. Şimdi bu iki anlayış, en uç biçimleriyle, birbirlerini düşman olarak karşılıyor. Başat ölçüt halkın çıkan lehine halkın iktidarı ise, diğer ölçütler çoğunlukla ikincil kabul ediliyor (Peoples De­ mocracies'de [halk demokrasilerinde] olduğu üzere) ve vurgu­ lan "kapitalist demokrasi" ya da "burjuva demokrasisi"yle sı­ nırlı kalıyor. Başat ölçütler seçimler ve ifade özgürlüğü olursa, diğer ölçütler ikincil görülüyor ya da reddediliyor; sözgelimi Genel Grev'le halkın çıkan lehine halkın iktidarım uygulama girişimi, anti-democratic diye nitelenebiliyor, çünkü democ­ racy başka yollarla zaten sağlanmıştır; demokrasinin özünün ekonomik EQUALITY [eşitlik] (bkz. bu madde) olduğunu id­

govern­ ment by trade unions'a [sendikalar aracılığıyla yönetim] götü­

dia etmek, "kaos"a ya da totalitarian democracy veya

rür diye kabul ediliyor. Küçük değişikliklerle bu konumlar de­ mocracy'nin modem anlamlarını kendi aralarında bölüşürler, fakat genellikle terimin tarihsel çeşitliliği olarak görülmez bu; 116

normal olarak her terim "tek doğru anlamı" olarak tanımlanır ve alternatif kullanım propaganda ya da ikiyüzlülük olarak gö­ rülür. Democratic ise (19. yüzyılın başlarından itibaren) bu inanç ya da kurumların biri ya da diğeri için normal bir sıfattır. Fa­ kat iki anlam daha kaydedilebilir. Democratic'in, seçimler ya da iktidara zorunlu bir gönderim olmadan, açık savununun koşullarını anlatmak için kullanıldığı gözlemlenir. Aslında ka­ rakteristik kullanımların birinde ifade özgürlüğü ve meclis, si­ yasal iktidarın kurum ya da niteliğine gönderme yapmadan kendi başlarına yeterli "demokratik haklardır" . En gelişmiş bi­ çiminde, seçimi ve halkın (yönetimini değilse de) hükümran­ lığını kapsaması gereken, ama çoğunlukla seçilmiş bir

lidere ya

da resmi ya da politikalarına resmi veya "uygun" ortamların dışında muhalefet gibi democratic etkinliklere karşı çıkan li­ beral vurgudan türemiştir bu kısıtlayıcı anlam. Eskiden var olan "kalabalıklar"a ilişkin sınıfsal gönderimden türemiş bir anlamı da vardır: democratic olmak, democratic davranışları ya da duygulan bulunmak, sınıf aynmlannm bilincinde olma­ mak ya da bilinçli olarak onları gündelik davranışta önemse­ memek veya reddetmek demekti: öyle olsun olmasın, bütün insanlar eşitmiş ve eşit saygıyı hak ediyormuş

gibi davranmak.

Dolayısıyla bir kişi karşılaştığı herkesle "içten ve doğal" olabi­ lir ve üstelik konuşma özgürlüğü ve toplanma özgürlüğüne inanabilir, yine de, yalnızca bu anlamların izinden giderek, bir tek çoğunluğun çıkarları doğrultusunda yönetilen hükümet bir yana, sözgelimi oy hakkının evrenselliğine karşı çıkabilir. Anlamların kapsamı kısmen genişletilmiş, kısmen de önceden olduğu gibi hala siyasal iktidarın niteliğine ilişkin birincil an­

demagogy ve demagogie (Yu­ sözcükler demos -halk- ago­

lamından uzaklaşmıştır. Bu arada

demagog6s, kök agein -liderlik etmek-)

nanca yakınkök

g6s

-lider-

tanıdık bir siyasal önyar­

gıyla, Yunanca'dan "halk lideri"nden çok "sorumsuz kışkırtı­ cı" gibi esasen istenmeyen bir anlamı taşıdı. 1 7. yüzyıldan iti­ baren İngilizce'de de aynı biçimde kullanıldı ve krşl.

agitator,

önce 164 7-9 Parlamentosu'nda askerlerin delegeleri tarafından

117

"aracı" anlamında kullanıldı, fakat yerici anlamını esasen 18. yüzyıldan itibaren kazandı. Temel anlamlarının herhangi birinde democracy'ninkinden daha çetrefil sorun yoktur. Değişikliğin çözümlenmesi sorun­ ları çözmese de zaman zaman aydınlığa kavuşturabilir. Sosya­ list ve liberal geleneklerin olumlu karşıt anlamlarına, diğerle­ rinden farklı olarak neredeyse bütün siyasal hareketlerin de­ mocracy'yi ya da real democracy'yi temsil etme iddiasında ol­ duğu bir yüzyılda, saymakla bitmeyecek bilinçli sapurmalan da eklememiz gerek:

seçim, temsil ve vekalet kavramlarının ka­

sıtlı formalitelere ya da salt hile karıştırılmış biçimlere indir­ genmesi; halk iktidarı ya da halkın çıkan yönünde yönetim kavramının bürokrasi ya da oligarşi yönetimini örten sözde sloganlara indirgenmesi. 19. yüzyıldaki değişiklik olmasaydı ve hala istenmeyen veya ihtilaflı bir terim olsaydı demokrasiye inanmak ya da sahip çıkmak bazen daha kolay olurdu. Fakat o tarih gerçekleşti ve günümüzdeki anlam yelpazesi sözcüğün karışık ve hala etkin kaydını oluşturmaktadır.

Bkz. ANARCHISM, CLASS, COMMON, EQUALITY, LiBERAL, MASSES, POPULAR, REPRESENTATIVE, REVOLUTION, SOCI­ ALIST, SOCIETY DETERMINE [Belirlemek, tayin etmek] Determine'in İngilizce'de karmaşık bir anlam yelpazesi var ve bu yelpaze içinde fiil, determinant, determinism ve determi­ ned'in belli kullanımıyla birleşince özel bir güçlük doğar. Bu özel güçlük önemlidir, çünkü modem düşüncedeki birtakım anlamlı eğilimlerle ilgilidir. Determine, İngilizce'ye eski Fransızca yakınkök Latince

determinare,

determiner,

kök sözcük Latince terminare'den -sınır

getirmek- 14. yüzyılda geldi. Latince

de

önekini taşıyan bir­

çok oluşum anlamca karmaşıktır, fakat bu örnekte "sınır getir­ mek" anlamı bütün eski kullanımlarda egemendir. Uygulanan anlamlardan biri, bir sürece sınır getirmek, dolayısıyla son

118

vermek anlamı, mutlak son anlamını kazanınca güçlük ve ar­ dından bulanıklık doğdu. Deterınine ve ondan türeyen isimle­ rin muntazaman kullanıldığı bildik türden sının veya sonu olan birçok süreç vardır: sorun ya da tartışma bir otorite tara­ fından determined edilir ve bu kullanım ve de bununla ilgili sözleşmeler gibi hukuksal konulardaki kullanımdan, "karar vermek"e denk olan daha genel bir kullanım vardır; örneğin, "on a date to be determined" [belirlenecek bir günde] . Bunun­ la ilgili olan anlam "settle"a [ karara bağlamak] , yani gözlem, hesap ya da tanımla saptamaya denk olan anlamdır. Bütün bu kullanımlarda belirgin olan şey, determining'in sabit bir nokta ya da sürecin sonundaki bir eylem olması ve bu anlamın ken­ disiyle birlikte zorunlu bir içerim, genellikle hiçbir içerim taşı­ maması; nihai karar ya da sonucun özgül niteliğinin sürecin doğasına içkin olmasıdır. Determination süreci çözer ya da ta­ mamlar; ileriye dönük olarak denetlemez ya da öngörmez. Yine de sonundaki ya da öngörülebilir deterınination'ı onu tanımlamak için kullanılabilecek biçimde koşullanmış süreç anlamıyla olası bir çakışma vardır açıkça. Bütün o zorlu mo­ dem anlamlar da işte bu çakışmadan doğuyor. Bu vurgunun temel kaynağı teolojiktir: ölümün kaçınılmazlığı da dahil ol­ mak üzere Tanrı'mn insan yaşamının koşullarını belirlemiş ol­ duğu, bu anlamda insan kaderini belirlemiş olduğu (bir otori­ tenin özgül kararından genişletilmiş bir anlamda) savunulabi­ lir. 16. yüzyılın başlarından itibaren, örneğin Tyndale'de, kut­ sal kitapla ilgili olarak "determinat counsell and foreknowled­ ge of God" [Tanrı'nın belirleyici öğüdü ve önbilgisi] gibi bir kullanıma rastlarız. Bu tür önceden buyrulmuş akıbetlerin de­ recesi ve niteliği hakkında ve onların içerimleriyle sonuçlan hakkında uzun ve girift tartışmalar olmuştur elbette ki. Genel olarak, bu tartışmalarda, predestination [yazgı, takdiri ilahi] (özgür irade nitelemesiyle birlikte) determination'dan daha ·

çok kullanılıyordu, fakat zaman zaman bu iki sözcük açıkça birleşiyordu. Mutlak biçimde karara bağlanmış ya da kesinleş­ tirilmiş bir şey olarak determination'ın temel kaynağı budur, fakat bu mutlak anlam, bu kullanım alanında bile, tamamen 119

denetimi ele almamıştır. Yine de, süreci tanımlayan koşullar anlamı ile öngörülmüş ya da bilinen akıbetiyle koşullanmış süreç anlamı arasında bu tartışma gidip geldikçe, karışıklığa çok mahal vermiştir kuşkusuz. Determination bilimde kullanılmaya başladığında, 17. yüz­ yıldan itibaren, buna karşılık gelen bir yelpaze kuruldu. De­ termination seyrek de olsa bir maddenin nihai ya da temel durumunu anlatırdı, fakat eski fizikte (Boyle, 1660) aslında belirli bir eğilimdi: "others whose motion has an opposite de­ termination" [hareketi ters belirlenime sahip diğerleri] . Clarke l 710'da şöyle yazmıştı: "when a body moves any particular way, the Disposition that it has to move that way, rather than any other, is what we call its Determination" [bir cisim belli bir biçimde hareket ettiğinde, öyle değil de böyle hareket etme yatkınlığına belirlenim diyoruz] . Burada belirli eğilim cismin niteliğine ayrılmaz biçimde bağlıdır; dolayısıyla herhangi bir sürecin deterıninant'lan [belirleyici] hala özgüldür. Gerek bi­ limde gerekse daha önceden olduğu üzere Tann'nın ya da Do­ ğa'nın yasalarında, bunu izleyen genel yasaların oluşumu sıra­ sında sözcüğün anlamı soyut bir ilkeyi kapsayacak biçimde genişletildi: özgül sonuçlar ve nedenler anlayışından "kaçınıl­ maz" determined [belirlenmiş] süreç anlayışına. Fakat, bu so­ yut anlama ulaşıldıktan sonra, genel bir yasa ya da yasalar ta­ rafından "kontrol edilen" süreç biçimleri ile ister içkin bir öğeden türemiş olsun ister, pekala olabileceği gibi, ilineksel (accidental) bir öğeden, kaçınılmaz görülen akıbet biçimleri arasında kesin ayrımlar yapmak çok güçtür. Deterınine'in [be­ lirlemek] geriye dönük olduğu kadar ileriye dönük olarak da kullanıldığını fark edince güçlük daha artar; geriye bakışın gözlemlenmiş bir sonucu olabilecek kaçınılmazlık anlamı, ge­ lecek olaylara yansıtıldığı zaman başka bir şey olur. Determine'in bu anlamlan çevresinde yüzyıllarca çeşitli tar­ tışmalar, çoğunlukla huzursuzluk içinde, yapıldı: teolojide, ahlakta, fizikte ve son olarak toplumsal ve ekonomik kuram­ da. Determinism'in [belirlenimcilik] 19. yüzyılın ortalarında oluşumu bütün bu tartışmalara özel bir güçlük getirdi. En 120

yaygın anlamıyla determinism, bir sürecin ya da olayın gidişa­ tını sabitleyen, önceden var olan ve çoğunlukla "dış" koşullar bulunduğunu kabul eder. "Dış" koşullar çoğu zaman yalnızca iradenin ya da böyle bir sürecin içindeki bireylerin arzusunun dışında olanı anlatır. Dıştan belirleyici niteliğin sık sık çok güçlü biçimde vurgulandığı bu süreçlerin bir kısmının ölçe­ ğinden türemiş bir kullanım da vardır. İnsanın, bir uçta, güneş sistemi, orta noktada, biyolojik evrim ve kalıtım süreçleri, öbür uçta ekonomik sistem gibi deterrninate [ belirli] süreçler üstünde "hiç denetimi" yoktur. Önceden (bu şekilde adlandı­ nlmasa da) bir teolojik ya da felsefi öğreti olan determinism, hala en güvenilir kullanımı fızikte olmakla birlikte, 19. yüzyı­ lın ortalanndan itibaren özellikle biyoloji ve ekonomiye uygu­ landı. Fizik örneğinde, determinism'in en sınırlı anlamı -bili­ nen nedenlerden bütünüyle öngörülebilen olaylar- o kadar geleneksel oldu ki, özü itibariyle öngörülemeyen ya da yalnız­ ca muhtemel olan olaylann gözlemleri yeni ve olumsuz bir sözcük olan indeterminism'i [ belirlenimsizcilik] kışkırttı; o da 20. yüzyılın ortalanndan itibaren, tıpkı determinism gibi hiç düşünülmeden diğer alanlara uygulandı. İşte bu dönem­ den itibaren, popüler kullanımda, determinism'in bir tek kaçı­ nılmaz değil, aynı zamanda özü bakımından dıştan olan neden anlamını taşımaya başladığı görüldü. Indeterminism'in göz­ lemlenmiş özgül süreçlerden çıkıp yaşamın en genel koşullan­ nı kapsayacak biçimde genişletilmesi, bu nedenle hem çok dü­ şüncesizce hem de çok ilginçti. Yani modem popüler anlamıyla determinism, gerek biyolo­ jik gerekse en genel ekonomik yaşam koşullanna atfedildi. Bu genel süreçler insan bilgisinin sınırlan içinde olabileceği gibi insan denetiminin dışında da olabilir; bu gidişatlar değişmez­ di. Aslında, ilgili tüm tartışmalarda, ne kadar mutlak olursa olsun determination ile yazgı'da (kökeni bakımından tannla­ nn bir yargısıdır, kök sözcük fari - konuşuyorum; sonralan kişisiz bir belirleme süreci ve 14. yüzyıldan itibaren belirlen­ miş bir akıbet; 1 7. yüzyıldan itibaren özellikle fatal'da olduğu üzere, felaket içerimleri kazanırken, diğer belirlenmiş akıbet121

ler fortune -talih- ya da providence olarak -seven veya koru­ yan takdiri ilahi- tanımlandı) somutlanmış olan eski usdışı anlam arasında dikkatli ayrımlar çizilmeye çalışıldı. "Ussal belirlenimcilik" tartışmaları en genel süreçleri anlama ve, bu anlama sayesinde, ne kadar kısıtlı olursa, onlar üzerinde biraz denetim kazanma yeteneğine işaret ediyordu. Genel süreçler içinde, deterınining conditions [belirleyici koşullar] veya de­ terminants [belirleyiciler] -en eski kullanımlarda olduğu üzere, belli kısıtlamalar getiren veya belli baskılar uygulayan köklü etkenler- ile diğer ilineksel ya da öngörülemez veya gönüllü etkenler arasında ayrım yapmaya olanak vermesiyle, işte bu anlam daha ayırt edicidir. Deterınining conditions ve­ ya determinants'a ilişkin ussal tartışmanın büyük kısmı bu ayrımın yapılmasına bağlıdır. Öteki türlü gerçek belirleyici et­ kenlerin -kısıtlamalar getiren veya baskılar uygulayan güçle­ rin- gözlemlenmesi, her şeyin zaten belirli olduğu -çoğu za­ man vurgulamak için dendiği gibi, predetermined [ önceden belirlenmiş] olduğu- ve ancak meydana gelmesini bekleyebi­ leceğimiz bir fatalism'e [kadercilik] (deterıninism) kayabilir çabucak. {\lternatif olarak, güçlük duygusu, yalnızca varsa­ yımsal olarak değil pratik olarak da, hiçbir zorunlu etkenin var olmadığının kabul edileceği bir duruma düşürebilir bizi. Bu gerçek anlamda bir tür deliliktir ve ancak diğer bakışların determinist diye tanımlanmasının özel güvenilirliği bunun fark edilmesini önler. Bu savunu, mutlak ekonomik belirleni­ min bağımlı siyasal, toplumsal ve kültürel sonuçlarıyla birlik­ te -tarihin yasaları ve altyapı (toplumun ekonomik yapısı) ile üstyapı (bütün diğer toplumsal yaşam) yasası- kabul edildiği Marksizm'de özellikle önemlidir; diğer Marksist savunuda ise, insanların içinde ya da onlarla bağlantılı biçimde (ki bu ayrım da çok önemli olabilmektedir) tarihlerini yapmak için hare­ kete geçtikleri belli determinant'lar olmuştur. Bütünüyle ya da genel olarak öngörülebilir bir genel sürece ilişkin çok daha aşırı POSITIVIST [olgucu] (bkz. bu madde) biçimler, (daha katı anlamların yaygın özgülleşmesi ile birlikte) EMPIRICISM [görgücülük] veya PRAGMATISM (bkz. bu maddeler) deni122

len, eşdeğerli indirgeyici "play of events" [olayların etkileşi­ mi] üretmiştir. Bu ciddiyet ve karmaşıklık derecesine ilişkin konular sözel tanımla karara bağlanmaz, ama bunlara ilişkin tartışmalar bu çok değişken sözcüğün ve türetimlerinin tek bir sabit anlamı­ nın ısrarlı ve sahte-yetkili uygulamasıyla olsa olsa daha kar­ maşık bir hale getirilebilir. Sonuçta, "l am determined to bring this about" [bunu meydana getirmeye kararlıyım] örneğinde olduğu üzere, detennine, deterınined ve determination'm ne sınır ya da akıbet ne de herhangi bir dış neden değil, özgül olarak irade edimlerini anlattığı başka bir anlam çizgisi sözcü­ ğün tarihinin bir parçasıdır. Başlangıçta bu anlam önceki an­ lamdan, "karara varmak" anlamından türemiş gibidir; bunun­ la ilişkili sayılabilecek

resolve

[çözmek] ve

resolution'ın

[çö­

züm] gelişiminde olduğu gibi, birçok eski kullanımı determi­ ne "with oneself' şeklindedir. Belki şimdiye kadar kimse "l am determined not to be determined" [kararlı olmamaya kararlı­ yım] dememiştir, ama sözcüğün gerçekte var olan yelpazesini gösterir bu. 16. yüzyılın başlarından itibaren determine ve de­ termined, kişinin kendi adına verdiği değişmez karar anlamıy­ la yaygın biçimde kullanılmıştır. Normal olarak artık eylem ta­ nımı gerektirmeyen bu yaygın türemiş anlam, -detennined to do or not do something- 19. yüzyılın en sonlarında "tereddüt­ süz" ya da "ısrarlı"yı anlatmak üzere sıfat olarak yerleşti: kara­ ra bağlannıış ve "kaçınılmaz" süreç anlamıyla kuşkusuz bağ­ lantısız olmayan, fakat, mevcut kullanımda, insan eylemleri ve olaylara tam karşıtı bir yorum getirmemiz gereken bir anlam­ dır bu. Pek çok genel nedenden dolayı, determination ile de­ tenninism arasında var olan modem aynın, yeteri kadar açık­ lıkla, bu anlam çeşitliliği ve karşıtlığını sürdürür, fakat, mun­ tazaman gözlemlediğimiz üzere, aynını determine ve determi­ ned'in kullanımlarında fark etmek çok daha güçtür. Bkz.

DEVELOPMENT, EMPIRICAL, EVOLUTION, PRAGMATIC

123

DEVELOPMENT [Gelişme] Develop(ed) İngilizce'ye 17. yüzyılın ortalarında girdi, daha eski bir İngilizce biçim olan disvelop'tan geliyordu ( 16. yüzyı­ lın sonları), o da Fransızca yakınkök dtvelopper, kök anlamı sarmak, bohçalamanın karşıtı, yani açmak, yaymak olan eski Fransızca desvoleper'de geliyordu. 18. yüzyılda eğretilemeli bir anlamda kapsamı genişledi ve "insan zihninin . . . yetilerini" (Warburton, 1 750; krşl. CULTURE ve EVOLUTION) geliştir­ me anlamına gelmeye başladı. DEVELOPMENT 18. yüzyılın ortalarında çıktı, fakat Chesterfield tarafından, 1 752, hala Fransızca biçimiyle kullanılıyordu. tık anlam genişlemesini yeni biyolojide, EVOLUTION (bkz. bu madde) düşünceleriyle yakından bağlantılı olarak yaşadı. Develop etrafında toplanan bir grup sözcüğün en ilginç mo­ dem kullanımı, ekonomik değişimin temel niteliğine ilişkin belli düşüncelerle ilgilidir. 19. yüzyılın ortalarında çeşitli ev­ rim aşamalarından geçen toplum düşüncesi, şöyle ifade edili­ yordu: "Uluslar, bir gelişim çizgisinde ilerlerler, sonraki teza­ hürleri potansiyel olarak önceki öğelerinde bulunur." Ancak bu anlayışta örtük olarak bulunan şey, 186l'de kaydedilen "progressive development" [ilerici gelişme] düşüncesidir (bkz. PROGRESSIVE) . 1878'ten itibaren INDUSTRY'ye (bkz. bu madde) gönderme yapılıyordu: "İskoç sanayisinin gerçek ge­ lişmesi ta 1 707 Birliği'ne dek gider" (Lecky), oysa 1885 tarihli bir gazetede şöyle bir ifade yer alıyordu: "the trade might be developed to almost any extent" [ticaret neredeyse her ölçüde geliştirilebilirdi] . Sanayi ve ticaret ekonomisinin süreçlerini anlatan bu kulla­ nım çok açık biçimde 19. yüzyılın sonlarından itibaren güç­ lendi ve 20. yüzyılda normal oldu. Karşıtı basitçe undeveloped olabilirdi, ama en önemli değişiklik 1945'ten sonra yeni ve et­ kili bir sözcük olan underdeveloped'un gelişmesiyle yaşandı. lki düşünceyle bağlantılıdır bu: (i) "doğal kaynakların" yetersiz biçimde geliştirildiği ya da sömürüldüğü (bkz. EXPLOITATI­ ON) ülkeler; çoğul kaynaklar biçimi 18. yüzyılın sonlarından 124

itibaren bu anlamda kullanılmıştı ve doğal kaynaklar 1870'te anlamlı biçimde "ocaktaki maden, çıkarılmamış taş, kesilme­ miş kütük" vb. olarak tanımlanmıştı; (ii) bilinen bir modele göre belli "gelişme aşamaları" dan geçmesi gereken ekonomiler ve toplumlar. "Yetişme" süreçlerini tanımlayan psikolojideki development ve developmental'm koşut anlamının, bu

lişmiş

azge­

toplumlar anlamını gizli ya da açıktan, himaye ya da

"gelişmiş" ekonomiler karşısındaki konumunun tanımı ola­ rak, etkileyebilmiş olması ilginçtir. Kendisi bir gelişimci terim olan

geri

sözüyle önceden bu ekonomilerin nitelenmesi çok

daha düşüncesizceydi.

Underdeveloped'un herbir anlamı, yerle­

şik gelişme düşüncelerinin uygulanması gereken yerler olarak yoksul, sömürge ya da eski sömürge toplumlarına bakışla bağ­ lantılıydı. Bu tür toplumlar hakkında gelişen ya da "gelişmek­ te olan" toplumlar şeklinde daha övücü bir tanım izledi bunu. Söz konusu terimlerin görünüşteki basitliği çok zorlu ve tartışmalı siyasal ve ekonomik konuların üzerine gölge düşür­ müştür. Böylece belli bir ülke, kendi kendine yeten ekonomi­ ler örneğinde olduğu üzere, kendi amaçlan doğrultusunda ge­ lişmiş sayılabilir, ama başkalarının egemen olduğu bir dünya pazarı bakımından

azgelişmiş görülebilirdi.

Bu durumda azge­

lişmişlik radikal iktisatçılar tarafından dış ekonomik baskıyla dayatılan bir koşul olarak görülüyordu, çünkü gelişmişlik bir toplumun kendi kaynaklarını kendi amaçlan doğrultusunda kullanması ya da kaynaklarının bir kısmını dış piyasa ya da ihtiyaç için kullanması olabilirdi. "Gelişme bölgeleri" düşün­ cesi de Britanya gibi ülkelerde pratik olarak aynı alternatiflere

azgelişmişliğin kaçınılmaz gerçek­ bağımlı, gelişmekte olan'a tercih edili­

tabidir. Bir bakış açısından, lerinin anlatımı olarak

yordu, fakat içeride üretilen gelişimin dışarıdan dayatılan geli­ şimden farklı olabilmesinin yanı sıra, iç

çıkar farklılıkları dola­

yısıyla kendisinin değişken olmasından ötürü, hala gerçek so­ runlar bulunuyordu. Bu sözel karışıklıklar aracılığıyla, genelde cömertlik içeren "gelişmekte olan ülkelere

yardım"

düşüncesinin,

azgelişmiş

diye tanımlanmaları suretiyle, ötekilerin kimliklerinin silin-

125

mesi ve başkalarının yönettiği bir dünya pazarına yönelik ge­ lişme süreçlerinin dayatılması gibi pek de cömert olmayan uy­ gulamalarla karman çorman edildiği açıktır. Fransız Devri­ mi'nin

Üçüncü Sınıfından [ Tiers Etat] mülhem 1950'lerde Tiers Monde şeklinde ortaya çıkmış "Üçüncü Dünya"

Fransa'da

ifadesinin mevcut anlamlarında da benzer bir belirsizlik var­ dır. Modern siyasal terimlerde, bu tanım Birinci ve ikinci "dünyalar"ın, yani her zaman telaffuz edilmese de kapitalist ve sosyalist toplumların kabulüne dayalıdır. Bu ifade niyet olarak genellikle cömerttir, ama

azgelişmiş sözüyle sık sık çakışması,

hem Birinci ve ikinci "dünyalar"ın işlerliğini sürdürdüğü ve yarıştığı, hem de çok çeşitli ülkeleri temelde farksız bir du­ rumda bir araya getirdiği genelleştirilmiş bir alanı egemen

ğu-Batı

Do­

tanımlarına bağımlılık derecesi (krşl. WESTERN), bu­

nunla ilişkili bağlantısızlar ifadesinde olduğu üzere, artık Ku­

zey-Güney

tanımının (içerdiği güçlüklere karşın) daha çok

kullanıldığı daha belirleyici ilişkileri bulandırabilir. Aslında pek incelenmemiş olan gelişme düşüncesinin baskısı mevcut dünya ekonomik düzenine ilişkin neredeyse genelleyici her ta­ nımı kısıtlayabilir ve karmaşıklaştırabilir ve de daha özgül ka­ buller gerçek uygulamaların çözümlenmesinde zorunlu ve olanaklıdır.

Bkz. EVOLUTION, EXPLOITATION, IMPERIALISM, INDUSTRY, NATIVE, WESTERN DIALECT [Ağız, lehçe, diyalekt] Dialect, 16. yüzyılın sonlarında, Fransızca yakınkök dialecte, o da Yunanca kök sözcük

dialektos'tan

gelmişti. Özgün Yunanca

"söylem" veya "söyleşim" anlamı aynı zamanda bir konuşma biçimini ya da bir ülke ya da bölgenin dilini anlatacak biçimde genişlemişti. lngilizce'de, seyrek kullanımlar dışında, 17. yüz­ yıldan ve özellikle 18. yüzyıldan itibaren günümüzdeki başat anlamına hasredildi, yani bir bölgenin dili olmanın yanı sıra, OED'nin tanımladığı üzere, "yerel sözvarlığı, telaffuz ve deyiş

1 26

özelliklerinden doğan dil değişkenliklerinin alt biçimlerinden biri" anlamına. Buradaki anahtar sözcük, OED'nin bir sonraki tanımı bağlamında anlaşılması gereken "alt biçim": "standart ya da yazı 'dili'nden farklılık gösteren konuşma biçimi" . Bu son tanımda "dil" sözcüğünün tırnak içine alınması, temkinli bir düşünce olarak görülebilir. Tarihte söz konusu olan; ülkenin ya da başka bir dil bölgesinin farklı kesimlerinde konuşma biçimlerinin farklılık göstermesi değil, "alt biçim" diye tanımlanmasındaki kendine güvendir. Seçilmiş (tngiliz­ ce'de sınıf temelli) bir kullanımın otorite ve egemen ("doğru") hale geldiği STANDARD (bkz. bu madde) İngilizce ya da stan­ dart dil düşüncesinin gelişmesiyle yakından ilgilidir bu. "Yazı dili"ne yapılan başka bir gönderme, illa yaratıcı yazı anlamıyla LITERATURE [edebiyat] (bkz. bu madde) dilini değil, "kibar eğitim"e ve hepsinin ötesinde bu tür yazıya uygun dil anlamı­ nı ifade eder. Bu durumda karışıklık açıktır. Eski kullanımlar "alt biçim" anlamını taşımaz. Çeşitliliği anlatan bir yeri gösterir. Aslında 1635'te şimdi

languages [dil] diyebileceğimiz dialects kullanı­

mına rastlanır: "Slav dili çok geniştir: birçok lehçesi [Dialects] vardır, Rusça, Lehçe, Bohemce, tliryan . . . gibi" . Bugün olsa bunlar için "ulusal diller ailesi" derdik. * Aslında "ulusal" dilin stabilizasyonu, daha sonra bir "stan­ dart"m merkezileşmesi sürecinde, bütünüyle NATIVE (bkz. bu madde), sahici ve uzun ömürlü farklılaşmalar, kültürel ola­ rak alt biçim diye nitelenmiştir. Yansız görülen dil, bu farklı­ laşmaların bütünü olarak var olur. Fakat kültürel egemenlik süreci içinde, tasarlanan şey yalnızca diğer yanbiçimlerin aşağı ya da yanlış diye değerlendirilmesini sağlayan seçkin bir otori­ ter biçim değil, aynı zamanda mevcut yanbiçimler dışında var olan neredeyse metafizik bir dil anlayışıdır. Bir tek

standart ln-

(*) Türkçe de bu bakımdan siyasal bir tutumla farklı biçimlerde ele alınır: kimile­ ri için Kazakça, Türkmence vb. Türk dilleriyken, daha milliyetçi (aslında pan­ türkist) bir bakış açısından bunlar olsa olsa Türk lehçe ve şiveleridir. Bu ör­ nekte siyasal tutum, terimlerin barındırdığı varsayılan minimum içeriği bile yok sayarak, anlaşabilirlik oram sıfıra yakın iki dizgeyi tek bir dil kabul edebi­ liyor - ç.n.

1 27

gilizce ve onun dialect'leri yoktur; bu tasarıma göre aynı za­ manda, tekil bir lngilizce ve lngilizce'nin diyalektleri vardır. Diğer toplumsal ilişkiler değişirken, bu egemen tanımda dü­ zeltmelerin olduğunu gözlemlemek ilginçtir. Bunun iyi bir ör­ neği, (Atlantik'in bu yakasında) ancak 20. yüzyılın ortalarında tamamlanan "Yankee diyalekti"nden "Amerikan İngilizcesi"ne geçiştir. "Çoğunluk dilleri"yle alışıldık bir çift oluşturan ve "daha önemsiz" içerimini taşıyan "azınlık dilleri"nde de aynı durum söz konusudur. Bir egemenlik biçimidir bu aynı za­ manda. Gerçekten de azınlık dilleri diye bir şey vardır; çoğu zaman ülkeleri ya da topraklan daha büyük bir siyasal birime katılmış olduğu için bu toplumsal durumda olan azınlıkların dilleri. Ama, egemenlik perspektifi bir yana bırakılırsa, onları "azınlık dilleri" yapmaz bu. Kendi topraklarında (çoğu zaman çok büyük olan baskılara direnebilirlerse) bu onların kendi dilleridir - yani herhangi bir dil gibidir. Benzer şekilde, dialect de belli bir yere özgü konuşma biçimidir.

Bkz. LITERATURE, NATIONALIST, REGIONAL, STANDARDS DIALECTIC [Diyalektik] Dialectic İngilizce'de 14. yüzyıldan itibaren, Latince'deki yay­ gın anlamıyla bugün mantık dediğimiz şeyi anlatmak üzere kullanılmaya başladı. Eski Fransızca dialectique, Latince di­

alectica, Yunanca dialektike'nin hepsi başlangıçta ilk anlamla­ rıyla tartışma sanatıydı, sonra türetim yoluyla, hakikatin tar­ tışma yoluyla aranması anlamını kazandı. Farklı okullar tara­ fından farklı açıklamalar yapılmıştı ve Platon'un yorumunun sonradan önemli bir tarihçesi olacaktı: dialektike idealan ta­ nımlama sanatı ve buna bağlı olarak, tek bir ilkenin ışığında düşüncelerin birbirleriyle ilişkisini belirleme yöntemiydi. Bu iki anlam sonra mantık ve metafizik olarak ayrılacaktı. Eski İn­ gilizce'de genel ortaçağ kullanımında olduğu üzere dialectic, biçimsel akıl yürütme sanatıydı: "the seconde science is logy­ ke whiche is called dyaletyque" [ikinci bilim diyalektik deni128

len mantıktır] (Caxton, 1481); "Dialectike or Logike, which is to leam the truth of all things by disputation" [tartışmayla her şeyin hakikatini öğrenmek demek olan diyalektik ya da man­ tık] (1586); "Dialectick is the Art of Discourse, whereby we confirm or confute any thing by Questions and Answers of the Disputants" [Tartışanların soru ve yanıtlarıyla herhangi bir şe­ yi doğruladığımız ya da çürüttüğümüz söylem sanatıdır diya­ lektik] (Stanley, 1656). 17. yüzyıldan itibaren dialectic, dialec­ tics ve dialectical'ın daha genel olarak tartışmayı anlatmak üzere anlamı genişledi ve bu anlam genişlemesi varlığını sür­ dürdü. Alman idealist felsefesinde dialectic'in özel ve etkili bir kul­ lanımı vardı. Tartışma sırasındaki çelişki kavramını, gerçeklik­ teki çelişki kavramını kapsayacak biçimde genişletti bu. Ardın­ dan gelecek çok sayıdaki tartışmanın karmaşıklığı dolayısıyla, dialectic'in (Platon'un yüklediği tek bir ilkenin ışığında dü­ şüncelerin birbirleriyle ilişkisini belirleme anlamıyla bir ilişkisi olan) bu genişlemiş anlamı, çoğunlukla zorlu olsa da, bir hayli yaygın kullanıma girdi. Kant için, dialectical eleştiri, metafizik gerçeklikleri kapsayacak biçimde genişletildiklerinde bilgi il­ kelerinin çelişkili niteliğini karşılıklı olarak gösterirdi. Hegel için, bu tür çelişkiler aşılmıştı, hem düşüncede hem de daha üstün ve bütünleşik bir hakikat içinde düşüncesinin nesnel ni­ teliğini meydana getiren dünya tarihinde: parçaların bütünle karmaşık ilişkisi içinde dialectical süreç, karşıtların sürekli birliğiydi. Bu sürecin bir versiyonunu -ünlü tez, antitez, sentez üçlüsü- Fichte vermişti. Sonra Marksizm'de dialectic'in karşıt­ ların çelişkisi aracılığıyla ilerici bütünleşme anlamına, En­ gels'in dialectical materialism dediği özgül referans yüklendi. Hegelci diyalektik süreç anlayışı tini birincil, dünyayı ikincil yapmıştı. Bu öncelik terse çevrilmişti ve dialectics artık "hem dış dünyanın hem de insan düşüncesinin hareketinin genel ya­ sasının -tözleri bir anlatımları ayn iki küme yasa- bilimiydi" (Engels,

Essay

on

Feuerbach).

"Materyalist diyalektik" buydu,

sonradan dialectical materialism olarak tanımlanacak ve hem tarihe hem de doğaya uygulanacaktı

(Dialectics of Nature'de) . 129

Bu sürece içkin biçimsel ilkeler, niceliğin niteliğe dönüşümü, karşıtların özdeşliği, olumsuzlamanın olumsuzlanması olarak görülür; tarihin ve doğanın "yasalar"ıdır bunlar. Dialectical materialism teriminin Marx'ın düşüncesiyle, idealist öncüleriyle ve doğa bilimleriyle ilişkisi konusunda çok tartışma olmuştur. Kimi Marksistler daha özgül olan historical materialism'i tercih eder, dialectical tanımlamanın doğal süreç­ leri kapsamasını istemezken, diğerleri aynı temel yasaların her ikisine de uyduğunda ısrar eder. Çelişkili ya da karşıt güçlerin etkileşimini anlatmak üzere geniş anlamda dialectic'i koru­ makla birlikte; dialectical laws anlayışını toptan reddeden Marksist düşünce okulları da vardır. Bu geniş anlam, eski tar­ tışma süreci ya da yöntemi anlamının yam başında, genel kul­ lanıma girmiştir. Bu çeşitli anlamlardan hangisinin hangi içe­ rimlerle günümüzdeki tartışmada kullanıldığını anlamak çoğu zaman kolay değildir.

Bkz. MATERIALISM, SCIENCE DOCTRINAIRE [Doktriner] Doctrinaire tuhaf bir sözcüktür, çünkü siyasal bağlamda, belli bir düşünce dizisine dayalı sayılabilecek grup, kişi ya da tutu­ mu anlatmak için artık yaygın biçimde kullanılıyor; her za­ man istenilmeyen nitelikteki içerimi, bu tür temelleri olan si­ yasal eylemler ya da tutumların arzu edilmediği ya da saçma olduğu varsayımını ifade eder. Terimin politikadaki özgün an­ lamından dikkate değer bir uzaklaşmadır bu. Fransızca'ya yaklaşık 1815'te, iki aşın konumu uzlaştırmaya çalışan partiyi anlatmak üzere girer ve doctrinaire'deki küçümseme, karşıt partilerin gerçek çıkarları ve düşüncelerini hiç anlamayan bu girişimin kuramsal niteliği olarak algılanan şeyin anlatımıdır. llk doctrinaire'lerin bugün doctrinaire dediklerimiz arasına girmeye ve uzlaşma sağlamaya çalıştığı söylenebilir. lzini sür­ mek kolay olmayan, ama 19. yüzyılın sonlarında yerleşmiş olan ve 20. yüzyılın ortalarında özellikle yaygınlaşan anlam 130

değişikliği, muhtemelen doctrine sözcüğünün anlam kötüleş­ mesine bağlıydı; sözcük öğretiden (yansız ya da olumlu) soyut ve katı bir konumu anlatmaya doğru bir değişim geçirdi (krşl. artık olumsuz anlamı daha ağır basan

dogma nm aynı türden '

gelişimi). Terim özellikle teolojik konumlarla bağlantılı olarak ortaya çıkmıştı ve büyük ölçüde 19. yüzyılda politikaya aktar­ tılmıştı. 17. yüzyıldan itibaren yansız ya da olumlu öğretim anlamı olan indoctrinate ve indoctrination 19. yüzyılın başla­ rından itibaren, kendi önemli olumsuz anlamlarını geliştirdi­ ler ve artık, tıpkı doctrinaire gibi, bütünüyle olumsuzdular. 1868 gibi geç bir tarihte Mark Pattison'da şöyle bir kullanıma rastlamak ilginçtir: "the philosophical sciences can only be in­ doctrinated by a master" [felsefi bilimler ancak bir usta tara­ fından öğretilebilir] . Bize ait teaching [öğretim] ile size ait in­ doctrination [aşılama] arasında artık açıkça bir aynın yapıl­ maktadır, olumsuz değer taşıyan ikinci terimde belirleyici ol­ masa da, bir baskı uygulama anlamı vardır. Bu arada doctrina­ ire'in modem anlamı,

sensible [duyarlı] ile practical [pratik]

ve, anlamlı biçimde çoğu zaman, PRAGMATIC (bkz. bu mad­ de) gibi özelleşmiş (genellikle kendine uygulanan) terimlerle açıkça karşıt olmasına bağlıdır. (Benim) düşüncelerim ya da il­ kelerim ile (senin) ideolojin ya da dogman arasındaki ayrımla da yakından ilgilidir. Bu oluşum politikada önemli bir yer tut­ muştur, çünkü hareketler ve düşüncelerin gelişimi mevcut toplumsal sistemi yöneten konum ve ilkelerden farklı ya da onlara karşıt konum ve ilkelere dayalıydı. Doctrinaire ithamı, yükü ilkeli ile ilkesiz siyasal programlar ve eylem arasındaki aynına ilişkin benzer bir özelleşmiş kullanımla karşılanmıştır.

Bkz. IDEOLOGY DRAMATIC [Dramatik] Dramatic özgün ve hala varlığını koruyan uygulamasından özgül bir sanata, gerçek olaylar ve durumların tanımlaması olarak çok daha geniş kullanıma kayan ilginç sözcük grupla-

131

rından biri. Yazılı ya da sahnede oynanan dramaya benzer bi­ çimde, görülmeye değer ve şaşırtıcı olan eylem ya da durum anlamıyla dramatic temel olarak 18. yüzyıla kadar gider. Pic­ turesque de öyledir: bakılmaya değer manzara, kostüm ya da eylem ya da picture'la [resim} çok açık ortak yönleri olan şey. Bir eylemdeki abartılılığı anlatmak üzere theatrical'm [ teatrall kullanılması 19. yüzyıla kadar gider. Tragedy'de [ trajedi] yay� gın olarak karşılaşılanlar kadar büyük bir felaket anlatmak üzere tragic'in [trajik] kullanılması herhalde 16. yüzyıla kadar gider, ama 19. yüzyılın başlarından bu yana çok daha yaygın­ laşmıştır. Oyunda bir kişi ya da bölüm anlamındaki role [rol] , egemen bir idealist sosyoloji okulunda toplumsal işlevi ya da bir tür toplumsal işlevi anlatmak üzere genişletilmiş, ondan sonra, 20. yüzyılın başlarından itibaren genel olarak kullanıl­ maya başlamıştır. Özellikle operada, dramatik eylemin planı anlamından, scenario [senaryo] , 20. yüzyılın ortalarında siya­ sal ya da askeri tahmini ve gitgide gerçek bir olay planını an­ latmak üzere genişletildi. Bu grupta kendini gösteren kullanımların kapsamlarının içerimleri tartışmalıdır. Picturesque gibi bazıları hayatın sanatla görüldüğü ya da görüldüğünün iddia edildiği izi sürülebilen bir zihin alışkanlığına aittir. Diğerleri, dramatic ve tragic gibi, alışkanlıkla çağrışım yoluyla daha doğal biçimde gelişmiş gibi­ dir. Özel bir içerimi olmaksızın artık sık sık yinelenen role ise, özel bir soyut toplumsal eylem ve örgütlenme türüne, özellik­ le de, scenario'nun çoğu kullanımında olduğu gibi, toplumsal etkinliğin biçimsel bir türüne aittir. Theatrical kibar değildir, ama belki de kaçınılmazdır. Bu grubun en önemli örnekleri aynca ele alınmayı gerekti­ ren person [kişi] ve PERSONALITY'dir [kişilik] (bkz. bu mad­ de) kuşkusuz.

Bkz. PERSONALITY

132

E ECOLOGY [Ekoloji] Ecology, Alman zoolog Haeckel'den çeviri yoluyla gelen bi­ limsel kullanımı (aslen

oecology) 1870'lere kadar gitse de, 20.

yüzyılın ortalarından önce İngilizce'de yaygın değildir. Ancak Thoreau'da, görünüşe göre yalıtılmış ve garip denecek ölçüde uygun, 1858 yılına ait bir kullanımı vardır. Sözcük, Yunanca kök sözcük

oikos -ev halkı- ile logos'tan -söylem, buradan da logy takısıyla türetilmiştir.

dizgesel inceleme- gelen tanıdık

Economy [ekonomi] , sözcüğün göndergesini paylaşır, yalnız alternatif takısı Yunanca nomia -yönetim- ve nomos'tan -yasa­ gelen nomy dir (krşl. astronomy) . Economy ev idaresine ilişkin ilk anlamından (16. yüzyıl) political economy'ye [siyasal ikti­ '

sat, ekonomi politik] (Fransızca'dan, 16-17. yüzyıl) 18. yüzyı­ lın sonlarından itibaren de genel modern anlamıyla

econo­

mics'e [ekonomi (/bilimi) ] ilerlemiştir. Ecology (Haeckel'in ökologie'si) habitat ( 18. yüzyıldan itibaren karakteristik yaşa­ ma yerini anlatan bir isim, "yaşar" anlamındaki Latince fiil bi­ çiminden) anlamını geliştirdi ve de bitkilerle hayvanların bir­ birkri ve yaşama alanlarıyla ilişkilerinin incelenmesi biçimini

ecotone, ecotype, ecospecies economics'i "branch of ecology. . .

aldı. Ardından bilimsel kullanımda görüldü. J93 l'de H. G. Wells

the ecology o f the human species" [ekolojinin . . . insan türü­ nün ekolojisinin bir dalı] olarak gördü. Bu, ecology'nin daha genel bir kaygı halini aldığı sonraki gelişmeleri öngörmekte­ dir, ama önceleri insan ve doğal yaşama alanına ilişkin bu tür kaygılan anlatan en yaygın sözcük environmentalism'di [çevre­ cilik] . Aslında, fiziksel çevrenin gelişme üzerindeki etkisine dair bir öğreti olarak,

environmentalism daha özgül idi; zaman

zaman EVOLUTION'ın [evrim] (bkz. bu madde) Darwingil açıklamalarına karşıt olarak Lamarckgil açıklamalarıyla ilişki­ lendirilmiştir. Environment'ın çevre anlamı 19. yüzyılın başları­ na kadar gider, environs'da olduğu gibi (eski Fransızca kök 1 33

sözcük viron'dan -döngü, devre - gelen Fransızca yakınkök environner- çevirmek, çevrelemek) ; Carlyle'da ( 1827) olduğu üzere genişletildi: "environment of circumstances" [koşulların oluşturduğu çevre, ortam) . Environmentalist [çevreci] ve ilişki­ li sözcükler, l 950'lerden itibaren conservation [çevreyi koru­ ma] ve kirliliğe karşı önlemlere ilişkin kaygıyı ifade etmek üzere yaygınlaştı. Ecology ve ilişkili sözcükler l 960'ların so­ nundan itibaren bu konumlarını devam ettirip genişleterek en­ vironment gruplaşmasının büyük ölçüde yerini aldılar. Bu dö­ nemden itibaren ecocrisis, ecocatastrophe, ecopolitics, ecoacti­ vist'le ve de ekoloji gruplarıyla partilerinin daha bilinçli olarak yürütülen oluşumlarıyla karşılaşırız. Ekonomi, politika ve toplumsal kuram, insanın toplumsal ve ekonomik politika için zorunlu temel olarak fiziksel dünyayla ilişkilerine dair olan temel kaygıdan ileri gelen, bu önemli ve gitgide büyüyen eğilim tarafından yeniden yorumlanmaktadır.

Bkz. CONSUMER, EVOLUTION, EXPLOITATON, NATURE, WORK EDUCATED [Eğitimli] Educate çocukları yetiştirmek demekti aslında, Latince kök sözcük educare -yetiştirmek- (yol göstermek, geliştirmek an­ lamındaki kök olan educere'den değil, aslında educare de bu fi­ ilin pekiştirilmiş biçimiydi) ve aynı genel anlamı taşıyan ya­ kmkök Latince educationem'den. Sözcüğün geniş anlamı hiçbir zaman kaybolmadı; fakat 17. yüzyılın başlarından bu yana ve özellikle 18. yüzyılın sonlarından itibaren örgün eğitim ve öğ­ retimi kapsayacak biçimde özelleşti. Çocukların büyük kısmı­ nın bu tür bir örgün eğitimin nesnesi olmadığı dönemde, edu­ cated ile uneducated [eğitimsiz) arasındaki aynın oldukça açıku, ama ilginç biçimde, bu aynın genel olarak örgün eği­ timle evrensel eğitimin gelişmesinden bu yana daha da yaygın­ laştı. Bu kullanımda güçlü bir sınıf anlamı vardır ve educa­ ted'ın dile getirdiği düzey sürekli bunun altındaki eğitim alan­ larını dışarıda bırakacak biçimde yeniden belirlenir. Yapısı 134

muhtemelen hala yaşayan yetişme anlamıyla desteklenmiştir, upkı belli bir grubun istediği anlama gelebilecek properly bro­ ught-up (iyi yetiştirilmiş] gibi. Over-educated [yüksek tahsilli] ve half-educated (yan eğitimli] ise 19. yüzyılın ortaları ve özellikle sonuna ait oluşumlardır; educated'ın özelleşen, seç­

kin kullanımını korumak için zorunludurlar. Belli bir yeti dü­ zeyi ya da biçimini sözcüğün aslında ifade ettiği yaygın yeti­ den ayırt etmek üzere kullanılan intelligent'ın (zeki, akıllı] özelleşmiş anlamıyla etkileşim içindedir bu kullanım. Britan­ ya'da yaklaşık bir yüzyıllık evrensel eğitimden sonra nüfusun büyük kısmının bu kullanımda uneducated ya da half-educa­ ted olarak görülmesi gerektiği dikkate değerdir, fakat educa­ ted people'ın [eğitimli insanların] buna gururla mı yoksa ken­ dilerini kınayarak mı ya da kullanımın aptallığına dayanama­ yarak mı baktıklarını kendileri bilir.

Bkz.

CULTURE, INTELLECTUAL ELiTE [Elit, seçkin]

Elite 18. yüzyılın ortalarından itibaren belli bir toplumsal an­ lam ve 20. yüzyılın başlarından itibaren ilişkili olsa da farklı b_ir toplumsal anlam yüklenen eski bir sözcüktür. Elite aslında yeğlenmiş ya da resmen seçilmiş bir kimseyi anlatırdı, eski Fransızca eliften, o da seçmek anlamındaki

elire fiilinden, bu

sonuncusu da Latince kök sözcük eligere'den geliyordu, Latin­ ce

electus ve İngilizce'deki elect, election, electoral grubunun

tümü buradan türemiştir. Elect 15. yüzyılda toplumsal süreç­ lerden birinde resmen seçilmiş kişiler anlamından Tanrı tara­ fından özellikle seçilmiş (teoloji ve ilgili toplumsal düşüncede­ ki elect) anlamına ve farklı bir yönde, "seçkin" ya da "seçme", yani en çok tercih edilen ve önde gelen kişi anlamına doğru genişledi. Teoloji veya toplumsal eylemde bir tür resmi seçim olan şey böylece, elect'in "en iyi"den ya da "en önemli"den ayırt edilemediği bir ayrım ya da ayıklanma sürecini kapsaya­ cak biçimde genişletildi. (Bu karmaşık ve üst üste çakışan sü135

reçleri anlatan sözcüklerin çoğu -distinguished ve preferred [ay­ rıcalıklı ve tercih edilen] ya da

select ve choice

[seçkin ve seç­

me] (sıfatlar)- aynı karmaşıklık ve çakışmayı gösterirler.) Dolayısıyla elect (election'ın sonucunu anlatmak üzere öz­ gül biçimde kullanılmasının dışında) genellikle elite'in 18. yüzyılın ortalarından itibaren görülen kullanıma denkti ve bu genel anlam için neredeyse her zaman tercih edilirdi. Fakat muhtemelen, tartışmalı teolojik kullanımının bir sonucu ola­ rak, ki toplumsal seçim ve toplumsal önemden özgül biçimde farklıydı, Fransızca biçim yeniden benimsendi ve sonunda ad olarak elect'in tüm genel anlamlarının yerini aldı. Fiil biçimi elbette ki kaldı ve elected ve the elected resmen seçilmişleri anlatmak üzere günümüze kadar geldi (Bishop-Elect, Profes­ sor-Elect vb. geçmişten kalma kullanımlar dışında) . Elite, 1 8 . yüzyılın ortalarından itibaren, ama 19. yüzyılın başlarından itibaren daha yaygın biçimde, artık mertebeye göre toplumsal aynını anlatıyordu büyük ölçüde, fakat grup içi ayrıma da hizmet edebilirdi. Krşl. Byron, 1823: "With ot­ her Countesses of Blank, but rank; At once the 'lie' and the 'elite' of crowds" [ "Başka Konteslerle hutbede, hem rütbe­ de/Yığınların hem kreması hem de palaurası" ]

(Don ]uan, XI-

11, buradaki içerim istenmeyen türdendir ve sözcük hala gö­ rece yeni, İngilizce telaffuzu belirsizdir) ; "the elite of the Russian nobility" [Rus soylularının oluşturduğu seçkin sınıf] (Fransızca bir kitabın çevirisinde, 1848); "the elite of a com­ paratively civilized generation" [ görece uygar bir kuşağın seçkin sınıfı] ( 1880). Bu minvalde geliştikçe, elite neredeyse "en iyi"ye denk oldu ve

rank, order ve

CLASS (bkz. bu mad­

de) bakımından ifade edilen diğer ayrımlar hakkındaki genel belirsizlik içinde, 19. yüzyılın yeni koşullarında önemli bir yer tutuyordu. Daha özgül bir modem anlamla ortaya çıkmasının sınıfla il­ gili bilinçli tartışmalara dayanması demek ki şaşırtıcı değil. lki temel öğesi var bunun: birincisi, mertebe ya da kalıtım yoluyla yönetme ya da nüfuz sahibi olmaya en uygun olanın belirlen­ mesine dönük eski yöntemlerde bir kopuş yaşandığı ve bu tür

136

kişileri resmi (parlamenter ya da demokratik) seçimle belirle­ meye dönük yeni yollar bulunamadığı sezgisi; ikincisi, sosya­ listlerin sınıf iktidarı ya da sınıflar arasındaki çatışma olarak politika görüşlerine karşılık, gerçek yönetim ve nüfuz oluşum­ larının sınıflar değil elitler olduğu yönündeki savunu. Daha az resmi olan ilk anlam 19. yüzyılda pek çok alternatif sözcükle

c lerisy'si, Mill'in the wisest'ı, the remnant'ı. Herbir örneğin önemi,

temsil edilmiştir - Coleridge'in Amold'ın

the best'i

ve

mevcut, güçlü toplumsal oluşumlardan bu tür grupların ayrıl­ dığının kabul edilmesindedir. 20. yüzyılın genel kullanımında, bütün bu kabuller elite'te buluştu, gerçi bazı çağrışımlarından ötürü sözcükten hala çoğu zaman kaçınıldığı doğrudur (excel ­

lence ya da STANDARDS

(bkz. bu madde) gibi soyut kavram­

lar benzer ya da ilgili düşünceleri anlatmak için çok sık kulla­ nılır. ) lkinci ve daha resmi olan anlamı, aslında Pareto ve Mosca'dan doğan toplumsal kuramdaki bir eğilime bağlı ola­ rak girdi. Pareto iktidar seçkinleri ile iktidar dışı seçkinler arasında bir aynın yaptı, fakat devrim ve diğer türden siyasal değişmenin eski bir seçkin tabakanın yetersiz olması ya da çökmesi, sonra genellikle bir

sınıf yararına

hareket ettiklerini

iddia eden yeni gerçek seçkinler tarafından devrilmesinin so­ nucu olduğunda ısrar ediyordu. Bu seçkin anlayışı, ancak dü­ ze!lli dolaşım ve takviyeyle seçkin kalan, küçük ama etkili bir grubu dile getirir; alternatif mertebe ya da sınıf süreklilikleri gerçek bir seçkinler tabakasının oluşumunu ya da sürekli et­ kili olmasını önler. Seçkinlerin ortaya çıkış ve başarısı Mosca tarafından devrimlerin kaçınılmaz alternatifi olarak görülür. Sınıf mücadelesi kuramının kalıntıları, bu durumda, rakip ya da birbirine düşman toplumsal çıkarları temsil eden ya da kul­ lanan yetenekli gruplar veya, daha yansız biçimde, siyasal ikti­ dar için yanşan yetenekli gruplardan oluşan rakip seçkinler kavramını üretmek üzere alenen rekabete açık toplum anlayış­ larıyla birleşecekti. Bu versiyonların herbiri modem siyasal partilere uygulandı ve herbiri DEMOCRATIC (bkz. bu madde) yönetime, özellikle TEMS1L1 (bkz. REPRESENTATIVE) de­ mokrasiye ilişkin kabul edilen genel kuramın (her zaman bi-

1 37

linçli olarak yapılmış olmasa da) radikal bir gözden geçirimi­ dir. Bu tür seçkinler temsil etmez; diğer çıkarları ya dile getirir ya da kullanırlar. (Kendi bencilce amaçlan için olup olmadığı kuşkusuz tartışmalıdır, çünkü kuramın savunucuları, seçkin­ ler olarak, gerçek amaçlarının bütün olarak toplumun en iyi kaçınılmaz yönleri olduğunu öne sürüyorlar.) l945'ten bu yana bu konumlara yönelik saldırılar elitism ve elitist gibi istenilmeyen tanımlar üretmiştir normal olarak. Bu sözcüklerin en çağdaş kullanımları, "en iyilerin" yönetimi ya da nüfuzu gibi bir gayri resmI anlama yapılan itirazla, daha resmI anlamda seçkinleri üretmek üzere tasarlanmış siyasal ve eğitimsel prosedürlere itirazı birleştirir. Bu durumda ya (i) bu süreçlerle tutarlı tüm prosedür ve tutumlar dahil, azınlığın yö­ netimi ya da azınlık için eğitimdir, ya da (ii) resmI olarak ku­ rulmuş ve uygulanmış olsun olmasın her tür toplumsal aynına genel bir itirazdır bu. Genellikle bu anlamlar arasında karışık­ lık vardır ve seçkin olana ilişkin düşüncelerle gerçek toplum­ sal tartışmanın odağını bulduğu sınıf ya da egemen sınıfa iliş­ kin düşünceler arasındaki ilişkilerde önemli olabilir bu. Van­ guard [öncü] ve cadres [kadrolar] gibi etkili siyasal azınlığı an­ latmak için olumlu alternatif sözcüklerin bulunması anlamlı­ dır. Her ne kadar Sağ partilerle Sol partiler arasında (en son amaçlan konusunda) aynın olmuşsa da, (gerçi krşl. her ikisi tarafından da kullanılan, grup adı olarak leadership [liderlik, lider kadro ] ) bazı kullanımlarda bunlar elite'ın daha resmI olan anlamıyla açıkça çakışır. Bu arada elite ile elected arasın­ daki unutulan kökensel ilişki bizim için acı bir değer taşıyor. Bkz.

CLASS, DEMOCRACY, REPRESENTATIVE, STANDARDS EMPIRICAL [Ampirik, görgül]

Empirical ve buna bağlı empiricism [görgücülük, deneycilik] bazı bağlamlarda dildeki en güç sözcükler arasındadır. Empiri­ cal (empiric ile birlikte) İngilizce'ye 16. yüzyılda Latince ya­ kınkök empiricus'tan geldi, o da Yunanca empeirikos'tan, Yu138

nanca kök sözcük empeiria -deneyim-, funanca empeiros -be­ cerikli-, funanca peira'dan -deneme ya da deney- geliyordu. Fakat bu genel gelişme İngilizce'deki ilk kullanımlarının ço­ ğunda terimin funan ubbındaki özelleşmiş kullanımlarından birinin etkisindeydi önemli ölçüde; funan tıbbında birbiriyle çekişen Empiriki, Dogmatiki ve Methodiki gibi okullar vardı: Empriki gözlem ve kabul edilmiş yöntemlere dayanıyordu ve kuramsal açıklamalardan kuşku duyuyordu. Bu kullanım İngi­ lizce'de de, çoğunlukla Up bağlamında, yinelendi ve yansız an­ lamına güçlü bir yerici anlam eklendi: "mountebanks, quack­ salvers, Empericks" [ "düzenbazlar, yalancı hekimler, Empe­ rik'ler" ] (Browne, 162 1 ) . Bu yerici anlam sonra, bilgisizlik ya da düzenbazlığı anlatmak üzere, diğer etkinliklere genişletildi ve empiricism ilk olarak, 17. yüzyıldan itibaren, bu genel ola­ rak istenilmeyen anlamda kullanıldı. En sonunda empirical ve empiricism'in modern anlamları­ nı etkileyen daha geniş olan tartışma, alışılmadık derecede karmaşık bir felsefi ve bilimsel hareketin parçasıdır. En basit modern genel anlamlan gözlemlenmiş experience'a [deneyim) yaslanmayı anlatır, fakat neredeyse her şey experience'm nasıl anlaşıldığına bağlıdır. Temel anlamlarından biriyle experience 18. yüzyılın sonlarına dek experiment'la [deney) (krşl. modern Fr?nsızca) yer değiştirebiliyordu; bu sonuncu sözcük ise ortak Latince yakınkök experiri'den -denemek, sınamak- geliyordu. Şimdiki zaman ortacından gelen experience bilinçli deneme, sı­ nama anlamına gelmekle kalmadı, denenen ya da sınananın bilinci de oldu, burada da etki ya da durumun bilinci anlamını kazandı. 16. yüzyıldan itibaren, özel gözlemin yam sıra gerçek olaylardan türeyen bilgiyi anlatmak üzere, geçmişin (denen­ miş ya da sınanmış olanın) özellikle katılmasıyla, daha genel bir anlam yüklendi. Eylem adı olan experiment sınama ya da deneme biçimindeki basit anlamım korudu. Güçlük, empirical ve bir ölçüde empiricism'in bu karmaşık ve çakışan anlam yelpazelerince etkilenmiş olmasında. Bu ne­ denle empiric'in sahte biçimindeki yerici anlamının yam başın­ da, yeni Upta ve 17. yüzyılın yeni biliminde özellikle önemli yer 139

tutan bir kullanım vardı: "empericall, that is to saie, that con­ sisteth in practise, of experiments" [ampirik, yani uygulamada deneylerden oluşan] (1569); "he had a laboratory, and knew of many empirical medicines" [laboratuan vardı ve pek çok de­ neysel ilacı bilirdi] (1685). Empiricals bilimsel deneylerin mal­ zemeleri anlamında kullanılıyordu. Önemli bir anlamda, temel bilimsel prosedür olarak gözlem ve deney anlamında, empirical günümüze dek İngilizce'de normal niteliğini korudu. Fakat iki etkenle birlikte sözcük karmaşıklaştı. Birincisi, Empiriks'in özelleşmiş anlamı ve İngilizce'de türeyen eğitilme­ miş ve bilgisiz anlamı, yalnızca gözlem ve deneye yaslanmayı değil, kurama olumlu bir itirazı ya da kayıtsızlığı da anlatıyor­ du. İkincisi, düşüncelerin oluşumuna deneyim ve

akıl'ın göre­

li katkılan hakkındaki karmaşık bir felsefi tartışma, bu tartış­ manın bir tarafının tanımı olarak, bilginin bütünüyle duyular­ dan -yani artık özel bir anlamı olan

deneyim den (deney de­ '

ğil)- türetildiğine ilişkin kuramları anlatmak üzere empiri­ cism ve empiricist terimlerini üretti. Bu tartışmada pek çok değişiklik olmuş, hala da olmaktadır, ama sözcüğün gelişimini anlarken en önemli nokta, "doğrudan gözlem"den (krşl. "po­ zitif bilgi" ve POSITIVISM (bkz. bu madde)) istenilmeyen bir anlam olan yönetici ilkesi veya kuramdan yoksun "salt" ya da "rastgele gözlem"e uzanan anlam yelpazesidir. Bilgi kuramın­ daki uzmanlık gerektiren girift tartışmalar özgül bir tarihsel kullanıma yol açtı, yani Locke'dan Hume'a İngiliz empirical ya da empiricist filozoflarına ilişkin kullanıma. Ama modem genel kullanım; felsefi tartışmadan çok, gözleme (deneyim ve deney) dayalı bilgi ile akıl yürütmeyle ulaşılmış ya da onun de­ netlediği yönetici ilkeler ya da düşüncelerin bilinçle uygulan­ masına dayalı bilgi arasındaki geniş ayrımla ilgilidir. Bu güç ayrım kimileyin,

pratik olanla THEORETICAL [kuramsal]

(bkz. bu madde) olan arasındaki daha yaygın ayrımla etkile­ şim içinde olan, kuram dışı ya da kuram karşıtı olanı anlat­ mak üzere empirical'ın gevşek bir kullanımına yol açtı. Modem İngilizce'de empirical ve empiricism'in karışık, hiç değilse güç kullanımlarıyla karşılaşmadan daha fazla bir şey 140

okumak zor görünüyor. Kuram ya da önerme "görgül araştır­ mayla sınanır" (burada sınanan kuram olmakla birlikte, nor­ malde gözlem ya da pratikte sınanması kastedilmekte). Bir ra­ por "crudely empirical" [kuru gözlemle dolu] ise, 1 7. yüzyılın başlanndaki eğitilmemiş veya bilgisiz anlamından pek de uzak olmayan bir biçimde, herhangi bir (ya da yeterli) yönetici veya denetleyici düşünce ya da ilkenin bulunmadığını söylemek is­ tiyordur; başka bir rapor "empirically adequate" [görgül ola­ rak yeterli] veya "empirically convincing" [görgül olarak inan­ dıncı] ise, bilginin güvenilir ya da önermenin kanıtlanmış ol­ duğu anlatılmak isteniyordur. Sözcüklerin geliştiği tartışma­ larda bazı belirleyici konular söz konusudur, ama bunlar em­ pirical ve empricism'in şu anda yaygın olan basit övgü ya da suçlama biçimindeki karşıt kullanımlanyla berraklaştınlmak­ tan çok gizlenir. Sözcükler ulus sıfatlanyla -"the English em­ pirical bent" [İngiliz görgücü eğilimi] , "the notorious Anglo­ Saxon empiricism" [şu meşhur Anglo-Sakson görgücülüğü]­ nitelendiğinde, tartışma ciddiyetini yitirir.

Bkz. EXPERIENCE, POSITIVISM, RATIONAL, SCIENCE, THEORY EQUALITY [Eşitlik] Equality 15. yüzyılın başlanndan bu yana İngilizce'de düzenli kullanımdadır, eski Fransızca yakınkök equalite'den, o da La­ tince aequalitatem den, Latince kök sözcük aequalis, aequus'tan -aynı düzeyde, eşit, adil- geliyordu. Equality'nin en eski kul­ lanımlan fiziksel nicelikle bağlantılıdır, ama equality'nin top­ lumsal anlamı, özellikle mertebe denkliği anlamında, 15. yüz­ yıldan bu yana görülür, gerçi 1 6. yüzyıldan itibaren daha yay­ gındır. Daha genel bir durumu anlatan equality bundan geliş­ ti, ama can alıcı bir gelişmeyi temsil ediyordu bu. lçerimlediği şey mertebe karşılaştırması değil, çok daha genel, normal ya da normatif bir durumun kesinlenmesiydi. Bu kullanım Mil­ ton'da belirgindir (Paradise Lost, XII, 26): '

141

...not content With faire equalitie, fraternal state. [. .. hoşnut değil Adil eşitlikten, kardeşlikten] Fakat 17. yüzyılın ortalarından itibaren bu genel anlamıyla, Amerikan ve Fransız devrimlerine özgül vurgunun yüklendiği 1 8. yüzyılın sonlarına dek hala yaygın değildir. Kesinlenen şey, hem bir temel durum -"all men are created equal" [bütün in­ sanlar eşit yaratılmıştır]- hem de yasa önünde eşitlik'te oldu­ ğu üzere bir dizi özgül talepti - yani feodal ve feodalite sonrası mertebeler ve ayrıcalıklarda görülen eski statü eşitsizlikleri­ nin [inequalities] reformu. Toplumsal düşünce üstündeki et­ kileriyle eşitlik'in iki dalı vardır: (i) illa tek tek özellikleriyle olmasa da bütün insanların doğal olarak eşit olduğu öncülün­ den yola çıkarak eşitlenme [ equalization] süreci; ve (ii) bu­ nun amacı veya sonucu haşan ya da koşul olarak eşit olmayan [ unequal] bir hal almaları olsa bile, bütün insanların "hayata eşit başlamaları" öncülünden yola çıkarak devralınan aynca­ lıklann kaldırılması süreci. Bu iki uygulama arasında elbette ki çok çakışma görülür, ama (i) ister devralınmış ister yeni ya­ ratılmış olsun bazı insanları öbürlerinin üstüne yerleştiren ya da onlara diğerleri üstünde iktidar veren her koşulun (Mil­ ton'm kullanımında olduğu üzere eşitlik ile kardeşliği [frater­ nity] anlamca çok yaklaştıran) normatif ilke adına ortadan kaldırılması ya da azaltılması gereken sürekli eşitlenme süreci ile; (ii) ahlaksal bir ilke olarak eşitlik'in bütünüyle başlangıca hasredildiği, sonradan ortaya çıkan eşitsizliklerin ya kaçınıl­ maz ya da doğru görüldüğü, ayncalıklan ortadan kaldırma ya da azaltma süreci arasında en sonunda bir aynın görülür. An­ lam (ii)'nin en sık kullanıldığı durum, "eşit olmamak için eşit fırsat" olarak nitelendirebileceğimiz, equality of opportu­ nity'dir [fırsat eşitliği] . (Ayrıcalığın norm olduğu, ama bazıla­ rının başkalarından daha az ayrıcalık sahibi olduğu, yoksul ya da mahrum, hatta ezilen bir grubu anlatmak için kullanılan

underprivileged'in [ayrıcalıksız, az-ayrıcalıklı] kullanımıyla 1 42

karşılaştırın.) (i) no'lu anlam hakkında duyulan yakınma, her­ kesi aynı düzeye getirmek istediği yakınması, 17. yüzyılın or­ talarında lngiltere'de Levellers'ın öğretisi olan kesin ekonomik eşitlik programıyla bağlantılıdır. Siyasal ve yasal haklarla sınır­ lı programlar ile herhangi bir biçimde ekonomik eşitliği de kapsayan programlar arasında her iki anlamda açık bir tarihsel kopuş vardır. 19. yüzyılın başlarında, ekonomik eşitsizliklerin sürmesinin, toprak sahipliği ya da kapitalist üretim araçları sa­ hipliği sistemlerinde olduğu üzere, yasal ya da siyasal eşitliği sözde bıraktığı savunuldu. Fransız Devrimi'nden türeyen tartışmaların etkisinde, daha eski İngilizce biçim equalitarian yerini 19. yüzyılın ortaların­ dan itibaren sözcüğün modern Fransızca biçiminden gelen egalitarian'a bıraktı. Equal'ın ölçü terimi olarak fiziksel anlamının sürmesi, top­ lumsal tartışmayı karmaşıklaştırdı. Ekonomik eşitlik program­ larına, hatta yasal veya siyasal eşitlik programlarına (bu ikisi­ ne artık daha az) insanların ölçülebilir nitelikleri (boy, enerji, zeka vb.) bakımından gözle görülür biçimde eşitsiz oldukları gerekçesiyle hala karşı çıkılıyor. Gösterilmesi gerekenin ölçü­ lebilir farklılığın, toplumsal anlamda, belli bir eşitsizlik bakı­ mından önemli olduğudur şeklinde cevap veriliyor buna: bo­ yi.ın önemi olmasa da, ten renginin önemli olduğu savunuldu; enerji ya da zeka önemli olabilir ve günümüzde ciddi tartışma­ ların yoğunlaştığı nokta artık bu. Bu tür ölçülebilir farklar özellikle anlam (ii) üstünde etkili olur. Gerçek ve elle gösteri­ lebilir olduğu durumlarda bile bu farkların; insanlar arasında­ ki ya da erkekler ve kadınlar arasındaki hiçbir aynının, erkek­ lere diğer erkekler üstünde, ya da eleştirel biçimde söylendiği üzere kadınlar üstünde iktidar kurmak için mantıklı biçimde kullanılamayacağı anlam (i)'e tabi olması gerektiği savunulu­ yor.

Bkz. DEMOCRACY, ELiTE

143

ETHNIC [Etnik] Ethnic 14. yüzyılın ortalarından beri İngilizce'de görülür. Yu­ nanca yakınkök ethnikos'tan -putperest- gelmektedir (ethnic ile heathen, eski İngilizce yakınkök haethen, arasında olası, ama kanıtlanamayan ilişkiler vardır) . Sözcük 19. yüzyıla kadar bü­ yük ölçüde putperest, pagan veya Gentile [dininizden olmayan] anlamlarında kullanılırdı, 19. yüzyılda genel olarak RACIAL [ırksal] (bkz. bu madde) karakteristik anlamı bu anlamın önü­ ne geçti. Ethnics [etnik azınlıklar] , Amerika Birleşik Devletle­ ri'nde 1961'de tanımlandığı şekliyle kullanılmaya başladı: "a polite term for Jews, ltalians and other lesser breeds" [Yahudi­ ler, İtalyanlar ve diğer sayısı daha az olan soylar için kullanılan kibar bir terim] . Ethnology, ethnography [etnoloji, etnoğrafya] ve ilişkili diğer sözcükler, muhtemelen Alman etkisiyle, 1830 ve 1840'lardan bu yana kullanılır ve ANTHROPOLOGY [antro­ poloji] (bkz. bu madde) ile ilk ilişkileri karmaşık türdendir. Bi­ limsel kullanımları artık antropoloji içinde uzmanlaşmış alan­ lardır, tipik olarak ethnography geleneklerin betimleyici incele­ mesini ve ethnology kültürel gelişme kuramlarını anlatır. Bu arada 20. yüzyılın ortalarında, muhtemelen daha önceki Amerikan kullanımlarının etkisiyle, FOLK'a [halk] (bkz. bu madde) yakın bir anlamda, çoğunlukla da giyim kuşam, mü­ zik ve yemekte kullanılabilir bir dönemdeş tarz olarak, ethnic yeniden ortaya çıktı. Kullanımı Amerika'da bazı toplumsal gruplar arasında olduğu gibi (NATIVE [yerli] (bkz. bu madde) ve subordinate [ikinci derecede] ) bir geleneğe ciddi bağlılıktan metropol ticaretinde bir moda terimine uzanan geniş bir yel­ pazeye yayılır.

Bkz. ANTHROPOLOGY, CULTURE, FOLK, RACIAL EVOLUTION [Evrim] Evolution bir şeyi açma ve sonunda açılan şey anlamından geldi. Artık iki anlamıyla standartlaştı, ama bunlardan birinde, 144

REVOLUTION ile karşıtlığı içinde, tarihçesinin karmaşıklığı anlamlıdır. Evolve Latince yakınkök evolvere'den -açılma, yayılma, inki­ şaf etme- o da Latince kök sözcük volvere'den -yııvarlamak­ geliyordu. 17. yüzyılın ortalarında evolution biçimiyle girdi İn­ gilizce'ye. Evolution Fransızca evolution'dan, o da kitabı açma anlamıyla kaydedilen Latince evolutionem'den geliyordu. llk kullanımları kök anlamıyla fiziksel ve matematikseldi, ama çok geçmeden eğretilemeli biçimde hem tanrısal yaratıma hem de ldealar ya da ldeal llkelerin işleyişine gelişim içindeki oluşu­ muna uygulandı. Kök anlamından ve bu ilk uygulamalarından, kastedilenin mevcut bir şeyin "açılması" olduğu anlaşılıyor. Tanrı "çağların bütün evrimi"ni ( 1 667) tek bir sonsuz anda kavrar; "Dış biçimlerin Evrimi" (More, 1647); "whole Systeme of Humane Nature . . . in the evolution whereof the complement and formation of the Humane Nature must consist" [İnsan do­ ğasının tamamlanması ve oluşumunu meydana getiren evrim­ de... insan doğasının tüm sistemi] vardır (Hale, 1677) . Görünüşe göre modem bir anlamı sonra biyolojide ortaya çıkmıştır. Evolution basit organların olgun organlar biçiminde gelişmesi anlamım aldı ve evrim kuramı, l 762'de Bonnet tara­ fından savunulduğu gibi, olgun organların bütün parçalarını temel biçimiyle kapsayan, kendisi önceden var olan bir biçi­ min gelişimi olan embriyonun gelişmesini anlatıyordu. Zaten var olan ·bir şeyden "açılma" anlamı dolayısıyla hala görül­ mektedir. Ancak, çeşitli doğal süreçlerin tanımlanması sırasın­ da, evrim neredeyse development'a [gelişim] ( 18. yüzyılın orta­ ları; develop'tan 17. yüzyılda -açılmak,* açık durmak -ve 18. yüzyılda- tamamen açılmak, tamamlanmak-) eşittir. Herhangi bir özel kullanımın önceden var olan ya da örtük bir şey anla­ mını taşıdığından emin olmak, böylelikle evrim'i doğal ya da zorunlu saymak hala güçtür. Bir savunu ya da düşüncenin ev­ rimine ilişkin çok yaygın olmasa da günümüzde standartlaş(*) Development'ın Türkçe'deki eski karşılığı inkişaf, sözcüğün yapısına birebir uyar: Arapça inkişaf, açmak anlamına gelen keef kökünden dönüşlülük vez­ ninde türetilmiştir (açılım, açınım) - ç.n.

145

mış kullanımında, zorunlu ya da akla uygun gelişim anlamı hala mevcuttur. Biyolojide sonradan olan şey, bu olgun olmayan biçimlerden olgun biçimlere gelişim anlamının, özellikle de "aşağı" orga­ nizmalardan "üstün" organizmalara gelişimi anlatan özelleşmiş anlamın genelleştirilmesiydi. 18. yüzyılın sonlarından ve 19. yüzyılın başlarından itibaren bu genel süreç anlamı -özgül do­ ğal süreçlerin üstündeki doğal tarih- gitgide daha iyi biliniyor­ du. 1832'de Leyell'ın kara hayvanlarının evriminden söz edi­ şinde bu açıktı ve Darwin tarafından The Origin of Species'de ( 1859) "bir biçimde neredeyse bütün doğabilimciler tarafından günümüzde" kabul edildiği söylenmişti. Herbert Spencer 1852'de aşağı yaşam ve örgütlenme biçimlerinden üstün bi­ çimlere geçiş şeklinde genel bir Evrim Kuramı tanımladı. Darwin'deki yenilik, yeni türlerin gelişme süreçlerinin bazı­ larını tanımlamak ve bunları doğal ayıklanma biçiminde genel­ leştirmekti. Çeşitli yaşam biçimlerini ayıkladığı gibi geliştiren bir NATURE [doğa] (bkz. bu madde) anlayışına dayalı bu kökten yeni eğretilemenin, sürecin mevcut olanın ya da önce­ den oluşmuş olanın olgunlaşması olarak inkişaf etmesi anla­ mıyla evrim şeklinde hala tanımlanmasıyla desteklenmesi iro­ niktir. Ayıklayan Doğa eğretilemesi elbette içkin tasanın gibi farklı bir anlamla ilişkilendirilebilir. Ayrıntılarda genellikle maddi, çevresel ve bir anlamda rastlantısal gösterilen bir sü­ reç, Doğa'nm amaç ya da amaçlar taşıdığı bir süreç olarak ge­ nellenebilirdi. Yine de, türlerin kökenine ilişkin yeni anlayış yayıldıkça, evrim biyolojide içkin tasanın anlamını yitirdi ve doğal tarihsel gelişim süreci halini aldı. Evrim olmuştu çünkü olmuştu ve olmaya devam edecekti çünkü doğal bir süreçti. Zorunlu amaç düşüncesi belli yorumlarla (yaratıcı evrim, Ka­ tolik biyoloji vb.) sınırlandı. Bu biyolojik anlamıyla evrim hakkında tartışmanın karışma­ sıyla, hatta doğal tarihten toplumsal tarihe ömeksemeli uygu­ lamaların daha da işi karıştırmasıyla, evrim ile devrim arasında karşıtlık kurulmaya başladı. REVOLUTION [devrim] (bkz. bu madde) yeni bir düzenin kurulması anlamının yanı sıra, ani ve 146

şiddetli değişim anlamını kazanmıştı. Aşamalı değişim anla­ mında evrim zaten ona karşıtu ve "growth" [büyüme, gelişme) ve ORGANIC (bkz. bu madde) eğretilemelerinin bu anlamla basit bir ilişkisi vardı. lronik biçimde, Sosyal Darwinizm'in ge­ lişiminde görülebileceği üzere, genellenen doğal tarih, akla ha­ yale gelebilecek her türden toplumsal eylem ve değişim için gerekli imgeleri verdi. Acımasız rekabet ya da karşılıklı işbirli­ ği; taşların kaydettiği yavaş değişim ya da mutasyonlar gibi ani değişim; çevrenin değişmesiyle birlikte şiddetli değişim ya da acımasız mücadele içinde türlerin yok oluşu: hepsi topluma uygulanacak, "doğa"dan çıkarılabilecek ve çıkarılan derslerdi. Toplumsal değişimin evrimsel olması gerektiğini söylemek, yeni kurumların yavaş gelişiminden tutun önceki sınıfların (türlerin) yeryüzünden silinip gitmesi ve daha üstün biçimle­ rin onların yerine geçmesine dek, bunların biri ya da hepsi de­ mek olabilirdi. Devrim'le karşıtlığı içinde evrim'in önceki anla­ mının öncelikli bir etkisi olmuştu. Çoğunlukla kastedilen za­ ten örtük biçimde oluşmuş bir şeyin ortaya çıkması (ulusal bir yaşama biçimi gibi) ya da içkin eğilimlerine bağlı olarak bir şe­ yin gelişmesi idi (mevcut bir anayasa ya da ekonomik sistem gibi) . (Krşl. bütün toplumların kentli ve sanayileşmiş -kapita­ list dememek için- olmak zorunda olduğu varsayımının önce­ den kabul edildiği, sanki teknik bir terim gibi duran, gelişmiş ve azgelişmiş toplumlar arasındaki yaygın modem karşıtlık.) Bazı mevcut biçimlerin reddedilmesini ya da bazı mevcut eği­ limlerin terse çevrilmesini içeren radikal değişim, bu durum­ da, eğretileme yoluyla, "doğal değil" diye nitelenebilir ve, dev­ rim'in özelleşmiş anlamıyla karşıtlık içinde, sürekli gelişmeye zıt biçimde ani şiddetle ilişkilendirilebilirdi. Evrim/devrim karşıtlığının basmakalıplaştığı geçen yüzyılın gerçek tarihinde, uygulamanın saçma görülmesi gerekirdi. Pratikte zaten mevcut olanın denetlediği bir iki küçük deği­ şiklikle mevcut olanı önemli ölçüde değiştirmeye dönük olan daha çok sayıdaki ve daha hızlı değişiklikler arasındaki aynın­ dan ibaret olan planlı değişime bir tek özenle uygulandı. Ay­ nın, siyasal süreç ya da yöntem aynını değil gerçekten, bir si147

yasal bağlanma ayrımı. "Plansız" değişimde -yani belli bir top­ lumsal düzene içkin güçler ya da etkenlerin evrimi- her şeye rağmen yeterince anilik ve şiddet vardır ve devrim'le araların­ daki karşıtlık keyfi görünmekten öteye gitmez. Fakat bu du­ rumda (i) içkin gelişme, (ii) plansız doğal tarih ve (iii) yavaş ve tetiklenmiş değişim olarak evrim arasındaki çakışma ve ka­ rışıklık sürekli titizlikle incelenmeyi gerektiren bir konu hali­ ne gelir.

Bkz. DEVELOPMENT, NATURE, ORGANIC, REVOLUTION EXISTENTIAL [Varoluşsal] Günümüz lngilizce'sinde existential görece eski (muhtemelen 1 7. yüzyılın sonlarından itibaren, kesin olarak 1 9 . yüzyılın başlarından bu yana) bir genel anlamla felsefedeki existenti­ alism [varoluşçuluk] eğiliminden türeyen bir dizi görece yeni anlam arasında çeşitlik gösterir. Existence 14. yüzyıldan beri dilde, eski Fransızca yakınkök existence, o da orta Latince exis­ tentia'dan -olma durumu-, bu sonuncusu da Latince kök söz­ cük ex(s)istere'den -belirmek, algılanabilir olmak, buradan da olmak- geliyordu. Existence ile görünüşe göre alternatif söz­ cük olan essence ( 14. yüzyıl; Fransızca yakınkök essence, La­ tince kök sözcük essentia -olma-) arasındaki ilişki, 1 7. yüzyıl­ dan önceki kullanımlarında belirgin değildir. Bu nedenle: "God allone is be himself; of his awin natural exitens" [ "Bir tek Tanrı tek başınadır, kendi doğal varoluşu içinde varolur"] ( 1 552) ; "There is no essence mortal, That 1 can envie, bu a plumpe cheekt foole" [ "Haset ettiğim hiçbir ölümlü öz yok, şiş­ ko küstah bir avanağınkinden başka ... " ] (Marston, 1602). Fa­ kat, Üçleme'nin üç kişisinin (varlığının) tek bir varlık (essen­ ce) olması gibi özel bir bağlamda, essence'ın "varlık" şeklinde teolojik bir kullanımı vardı ve bunun sonucunda sözcük temel ya da mutlak varlığa veya görünüşlerin altında yatan gerçekli­ ğe doğru yönelmişti apaçık. Gözle görülür ve dolayısıyla ger­ çek varlığa vurgusuyla existence (gerçi işleri iyice karıştıracak 148

biçimde existence'm varlığın sürekliliği anlamını da kazandı­ ğını kaydetmek gerek) ile arasında sonunda ortaya çıkan kar­ şıtlığın temelini de bu oluşturdu. 17. yüzyılın sonlarında bir ayrım ortaya çıktı: "I might believe its Existence, without meddling at all with its Essence" [özüyle karışmadan varlığına inanabilirim] (More, 1667; ruh hakkında) . Essential temelde olan, içkin ya da zorunlu olan anlamına doğru çok güçlü bi­ çimde kayıyordu, ama pek çok örnekte bunun existence'la illa karşıt olduğu söylenemez; aslında karşıtlık bir tek idealist ya da metafızik felsefede gerekliydi. lşte bu spekülatif bağlamda existential 19. yüzyılın başla­ rından itibaren kullanılmaya başladı; bu dönemde Colerid­ ge'in "whether God was existentially as well as essentially in­ telligent" [Tanrı'nın özce olduğu kadar varoluşça da zeki olup olmadığını] sorduğunu ya da The Friend'de (III) ayrımı kul­ landığını görürüz: "the essential cause of fiendish guilt, when it makes itself existential and peripheric" [Kendini varoluşsal ve periferik hale getiren şeytani suçun temel nedeni] . Fakat güncelliği anlatan ya da doğrulayan daha genel bir kullanımı da vardı: "convention does not allow us to say 'it executes' . . . But w e can just a s conveniently adopt the existential form There was an execution"' [gelenek 'it executes' dememize izin vermez... Fakat pekala mevcut "There was an execution" biçi­ mini benimseyebiliriz] (Venn, 1888). 20. yüzyıl kullanımı Existentialism diye çevirdiğimiz Bd.s­ tenzphilosophie [varoluş felsefesi] tarafından etkilendi önemli ölçüde. Bu terimin asıl dolaşıma girmesi 1945'ten sonra Fran­ sız etkisiyledir, fakat söz konusu eğilim 1920'lerden itibaren Alman düşüncesi dolayısıyla biliniyor ve 19. yüzyılın ortala­ rında Kierkegaard'a kadar uzanıyordu. Bu eğilim içinde, exis­ tence özgül biçimde diğer nesneler ve (çoğu durumda olduğu üzere) var olduğu söylenebilecek yaratıklardan ayn olarak in­ sana ait bir niteliktir. Existence yine essence ile karşıtlaştırılır, ama irili ufaklı göstergeler değer değiştirdiği yönündedir. Te­ mel ya da bir şeyin aslında var olan şey anlamıyla essence'ın tanımının hala gerektiğinde, existence'ın niteliklerinden, yani 149

gerçek varlıktan türetilir bu. Bu terse çevirmenin kullanımla­ rından biri idealizm ve metafiziğin eleştirisidir: "existence pre­ cedes essence" [varoluş özden/oluştan önce gelir] : gerçek ha­ yat esastır ve her tür essential [özsel] nitelik adeta ondan da­ mıtılır. Fakat (çoğunlukla felsefi bir

sistem

olmadığında ısrar

edilen) yeni eğilimin asıl itilimi gerçek hayatta biriciklik ve tahmin edilemezlik anlamına doğruydu; bu doğrultuda DE­ TERMINATION [belirlenim] (bkz. bu madde) ya da içkin güçlerle açıklama reddediliyordu. Seçme ve biricik, tahmin edilemez biçimde davranma özgürlüğü koşuluna bir öncelik ve kaygı duygusu eşlik ediyordu; yaygın bir biçimine göre, ge­ leneksel ya da tahmin edilebilir ya da "programlanmış" seçe­ nekler ya da edimler existence'ın başarısızlığa uğramasıdır; buna göre existence, bilinen bir şemaya uygun biçimde bili­ nen bir sonuca ulaşılacağı konusunda hiçbir kesinlik olmaksı­ zın kişinin kendi yaşamının sorumluluğunu almasını içerimli­ yordu. Fakat, doğası gereği bilinemez ve tahmin edilemez (ve özel bir anlamda "anlamsız" olan, ki bu da artık popüler olan anlamıyla

absurd'un

[saçma] bir koşuludur) olanın karşısında

böyle bir sorumluluğun bilinçli olarak kabul edilmesi, hem

(angst) kendi var olmaktan öteye gitmezler; kendi­

korkutucu hem de kaçınılmaz olan apaçık bir kaygıyı

kışkırttı. Şeylerin nasıl var olduğunu bilmeyen bireyler

başlanna [in themselves] leri için [for themselves]

var olmak "saçmalığın" içindeki bu

özgürlük için bilinçli olarak sorumluluk almak demekti. Bu eğilimin pek çok değişik biçimleri vardır, Freudculuk ve Marksizm gibi belli ölçüde

belirlenim

ifade eden sistemlerle

birleştirmeye dönük girişimler de olmuştur. Bu biçimlerin ki­ mileri, existentialism'e örtük bir gönderimle existential'ın özel kullanımlarını kontrol altında tutmuşlardır. Fakat exis­ tential awareness [varoluşsal farkındalık] gibi ifadeler ve exis­ tential'm geniş bir duygu ve eylem adı yelpazesiyle birlikte kullanılması, bile isteye benimsenen her türlü konumun ötesi­ ne genişlemiştir. Süreç, güncellik ya da dolaysızlık anlamların­ da varoluşçuluk öncesi anlamlarıyla ve aslında sözcüğün te­ mel tarihçesiyle bağlantılı görülebilir bu sözcükler. Felsefi akı-

1 50

mm, çoğu örnekte ne kadar gevşek biçimde olursa olsun, gü­ nümüzde sözcüğe özel bir anlam vermesi seçim, kaygı ve tah­ min edilemezlik anlamlarıyla ilişkilidir. Fakat bunu yaşam ya da güncelliğe dönük betimleyici kullanımlardan her zaman ayırt etmek mümkün olmaz (kimi zaman da aynının olmama­ sı karışıklığa neden olur) . Bu nedenle "modem şehir hayatının varoluşsal niteliği" (i) zorunlu (essential) niteliklerini önce­ den kabul etmiş olmaksızın modem bir şehrin sakinlerinin günden güne dolaysız olarak gözlemlenen hayatı; ya da (ii) şehrin sakinlerinin tuhaf, anlamsız, yabancılaşmış, tahmin edilemeyecek seçimler için ani fırsatlarla ve de tehdit ve kay­ gıyla dolu hayatı; ya da (iii) içkin (? essential) tuhaflığı ve amaç ve bağlantılardan yoksunluğuyla birlikte toplumsal bi­ çim olarak modem şehrin saçmalığı. Aynı zamanda, bu güçlü sözcüğün her kullanılışında, eski bir varoluşsal ayrıntılı ta­ nımlamaya bakmak demek.

Bkz. DETERMINE, IDEALISM, INDIVIDUAL EXPERIENCE [Deneyim, tecrübe] Experience ile experiment arasındaki eski çağrışım, en önemli modern kullanımlarının bir kısmında, unutulmuş görünür. (tki sözcüğün 18. yüzyılın sonlarına kadar olan ilişkileri EM­ PIRICAI.:. maddesinde anlatılmıştır.) Şu an için sorun 18. yüz­ yılın sonlarından bu yana önemli olmuş iki ana anlam arasın­ daki ilişkileri değerlendirmektir. Bunlar (i) bilinçli gözlemle olsun değerlendirme ve düşünmeyle olsun geçmiş olaylardan çıkarılan bilgi; (ii) bazı bağlamlardan "akıl" ya da "bilgi"den ayırt edilebilen belli bir tür bilinç. Her anlam için ünlü ve et­ kili birer örnek verebiliriz. Burke, Rejlections on the Revolution in France'da (1 790) şöy­ le yazmıştı:

If 1 might venture to appeal to what is so much out of fashion in Paris, 1 mean to experience... [Paris'te şu aralar hiç moda 1 51

olmayan bir şeye, yani deneyime başvurmayı göze alacak olursam... ] "Düşüncesiz" siyasal yeniliğe karşı tutucu bir savunudur bu, "yavaş ama sağlam ilerleme"yi, her adımı yeri gelince ve sonu­ cuna bakarak atmayı vurgular. Bunun deney ve gözlem anla­ mından nasıl geliştiğini görebiliriz, ama yeni olan "deneyim dersleri"nin güvenle genellenmesidir: tikel yöntemlerin yanı sı­ ra tikel sonuçlar. Paris'te biri, yeni bir politikanın deneme ve gözleme tabi tutulması anlamında, Devrim'in kendisinin bir "deneyim" olduğu cevabını vermiş olabilir, fakat sözcüğün tüm bu eski içerimleri için bunun, en azından İngilizce'de, "yenilik­ ler" ya da "deneyler"e karşı daha olgun ve derli toplu "dersler" anlammca o gün olduğu gibi bugün de bastırıldığı kesindir. Bu geçmiş experience'dır. Şimdiki zamana ait experience'ı T. S. Eliot'ta (Metaphysical Poets, 1921) görebiliriz:

A thought to Donne was an experience, it modified his sensi­ bility. [Donne için düşünce bir deneyimdi, duyarlılığını değiş­ tirirdi.] Burada örtük olarak bulunan şey, çeşitli bilinçler arasındaki ayrımdır; bazı kişiler için, öyle görünüyor ki, düşünce dene­ yim değil, (daha azından) bir akıl yürütme edimi ya da görüş­ tür. Experience, bu önemli eğilimi içinde, en eksiksiz, açık, etkin türden bilinçtir ve düşünce kadar duyguyu da içerir. Es­ tetik tartışmasında bu anlam, daha önceki dinsel bir anlamın izinden giderek çok etkin olmuştur ve geniş bir alanda akıl yürütme ve bilinçli deneye katılan türden bilinçle karşıtlaştın­ labileceğini söyleyebiliriz. Geçmiş deneyim'e ("dersler") ve şimdiki deneyim'e (eksik­ siz ve etkin "farkındalık") yaslanma gerekçeleri açıkça birbi­ rinden farklıdır, yine de ikisinin de karşı çıktığİ eylem ve bi­ linç türleri bakımından aralarında bir bağ vardır. tlla böyle ol­ ması gerekmez, ama iki ayn anlam, 18. yüzyılın sonlarından itibaren, pratik olarak birlikte, ortak bir tarihsel durum içinde hareket etmiştir.

1 52

Çok daha önceki kullanımlarda her zaman bulunan gizil an­ lamlardan bu anlamların ortaya çıkışı karmaşık olduğu için, kesin evreler belirmek güçtür. Geçmiş deneyim'in genel yarar­ lılığı o kadar yaygın biçimde kabul edilir ki, farklı yollarla elde edilmiş ve yorumlanmış gözlemlerden çıkarılacak kökten farklı sonuçlara olanak veren yansız bir anlam dururken, buna kimin karşı çıkacağını bilmek kolay değildir. Fakat deney ya da yenilik'e karşı olan retorik kullanımın engellediği de tam budur. Blake'in, neredeyse Burke'le aynı dönemde, experience sözcüğünü çok daha sorunlu bir biçimde kullanmış olması il­ ginçtir; daha az nazik, daha az kendine güvenli; aslında inno­ cence [masumiyet] ile sorunlu bir karşıtlık içinde. Kullanılabi­ lir ve olumlu bir dizi öneri olmaktan çok uzak biçimde "bir insanın ödeyebileceği tüm bedelle satın alınır"dı bu (Four Zo­ as, il, yak. 1800). Deneyim'in özgül yorumlarından hiçbirinin pratik olarak yol gösterici olduğu söylenemez; deneyim'den deney veya yenilik'in gerekli olduğunun anlaşılması pekala mümkündür. Bunda anlaşmak, şimdiki deneyim sorunundan daha kolay mümkün olabilir. Daha uzmanlaşmış ya da daha kısıtlı du­ rumlar ya da yetilere yaslanmaya karşı bunun bütün bilince, bütün varlığa seslendiği açıktır. Böyle olduğu içindir ki, CUL1'URE [kültür] (bkz. bu madde) ve onunla doğrudan ilişkili terimlerin gelişmesinin altında yatan genel yönelimin bir par­ çasıdır. Belli bilinç türlerini sırf "kişisel" , "öznel" ya da "duy­ gusal" diye dışarıda bırakan düşünce biçimleri karşısında bu bütünlüğe seslenişin gücü ortadadır. Yine seslenme biçimi içinde (yine tıpkı CULTURE ve ART'ta olduğu üzere) bütün­ lük üstündeki vurgu diğer taraflılık adaylarının dışarıda bıra­ kılması halini alabiliyor. Bu değişikliğin yakın zamanlardaki tarihçesi estetikte görülür (AESTHETICS'in kendisini anımsa­ dığımız zaman böyle olması anlaşılabilir), fakat belirleyici aşa­ ma olasılıkla belli bir dinsel biçimde, özellikle de Meto­ dizm'deydi. Söz konusu anlam, "bir durum ya da halin bilinçli olarak öznesi olma" biçimindeki experience'tan (OED, 4) , özellikle 1 53

de onun "iç", "kişisel" , dinsel deneyime uygulanmasından ge­ lişir. Pek çok dinsel biçimde bu deneyim vardıysa da, özellikle Protestanlıkta önem kazandı ve sonraki, daha köktenci Protes­ tan hareketler tarafından daha fazla dayanak noktası haline getirildi. Bu nedenle Metodizm'de "dinsel deneyimlerin akta­ rılması için düzenlenen" dersler, deneyim toplantılan vardı. 1857 yılına ait bir tasvir "dua ediliyor, şeytan kovuluyor ve de­ neyimler anlatılıyor, duygusal ilahiler . . . söyleniyordu" diye kaydeder. Bu durumda, paylaşıma sunulan SUBJECTIVE [öz­ nel ] (bkz. bu madde) tanıklık kavramıdır bu. Sonraki daha genel bir anlam için daha da önemli olan, bu tür deneyim­ ler'in yalnızca doğru olarak değil, aynı zamanda en sahici doğ­ rular olarak sunulmasıdır. Teolojide bu iddia büyük tartışma­ lara konu olmuştur. Jonathan Edwards'ın ihtiyatlılığı -"Tan­ n'nın kelamına uyan deneyimler doğrudur" (1 758)- en ılımlı tepkilerdendir. 20. yüzyılda hem iddiaların hem de kuşku ve itirazların çok daha geniş bir alana kaydığı açıktır. Bir uçta de­ neyim (şimdiki) her tür (sonraki) akıl yürütme ve çözümleme için gerekli (doğrudan ve sahici) temel olarak sunulur. Diğer uçta, deneyim (vaktiyle bir şeyi "hissetme"nin değil de, "dene­ me"nin ya da "smama"nın geçmiş zaman ortacı olan) , toplum­ sal koşulların ya da inanç sistemleri veya temel algı sistemleri­ nin ürünü olarak; dolayısıyla da doğruların malzemesi değil de tanım gereği kendisini açıklayamayan koşullar ya da sis­ temlerin kanıtı olarak görülür. Temel tartışmalardan biri olarak kalır bu ve neyse ki aşırı konumlarla sınırlı değildir. Fakat tartışmanın çoğu, başından itibaren experience sözcüğünün kendisinin karışık ve çoğu zaman da alternatif anlamları dolayısıyla bulanmıştır. En ciddi biçimiyle geçmiş deneyim, şimdiki deneyim'in en aşırı kulla­ nımının -sorgulanamayan sahicilik ve doğrudanlık- dışarıda bıraktığı bu değerlendirme, düşünme ve çözümleme süreçleri­ ni içerir. Aynı şekilde, deneyim'in her zaman başka bir yerden üretilen maddi malzemeye indirgenmesi, bilinçli olarak ayrıl­ mış sistematik türde olmayan değerlendirme, düşünme ve çö­ zümlemenin dışarıda bırakılmasına dayalıdır. Bu durumda söz 1 54

konusu olan, bu türden olanların denenmemesi değil, dene­ yim'in en derin anlamıyla her türden tanıklık ve onun değer­ lendirmesinin denenmesi gerektiğidir.

Bkz. EMPIRICAL, RATIONAL, SENSIBILITY, SUBJECTIVE EXPERT [Uzman] Expert eski Fransızca yakınkök expert'den, Latince kök sözcük expertus'tan, denemek anlamındaki experiri'nin geçmiş zaman ortacından gelir. İngilizce'de 14. yüzyılın sonlarında, yakından ilişkili experience sözcüğüyle aynı sıralarda bir sıfat olarak gö­ rülür. 19. yüzyılın başlarından itibaren, uzmanlık ve niteliklili­ ği gitgide daha çok vurgulayan endüstriyel bir toplumda isim olarak -an expert- kullanılmaya başlaması karakteristiktir. Ge­ niş bir etkinlik yelpazesinde bazen belli bir belirsizlikle (krşl. qualified ve daha açık formal qualifications) kullanılmaya de­ vam etti. Karşıt anlamda bir isim olarak inexpert'in 19. yüzyılın sonlarından itibaren seyrek olarak kullanılması ilginçtir, ama bu anlamdaki esas sözcük kuşkusuz, laymen [avam] ile clerics [ruhban sınıfı] arasındaki eski karşıtlıktan genelleştirilmiş olan layman'dir [halktan olan kimse] . Lay Latince yakınkök la­ icUş'tan -ruhban sınıfından olmayan- gelir, o da Yunanca kök sözcük laikos'tan -halka değgin- gelmektedir. 13. yüzyılda gi­ ren profession sözcüğünde de karşılaştırılabilecek bir gelişme vardır, yakınkök Latince profiteri'dir -aslen dinsel inancın ka­ bulü, ikrar, yüksek sesle bildirme- iki ismin temeli olur; profes­ sor -14. yüzyılda yüksek payeli öğretmen, 15. yüzyılda itiraf eden- ve 18. yüzyılda gitgide genişleyen bir iş ve meslek yelpa­ zesi için professional. Amateur, İtalyanca yakınkök amatore'den, Latince kök sözcük amator'dan -aşık, oradan da bir şeyi seven anlamında- 18. yüzyıldan itibaren professional (önce nispi be­ ceri sorunu, sonra bir sınıf, ardından parasal bir aynın olarak) ile ikili bir karşıtlık halinde gelişti.

Bkz. INTELLECTUAL 1 55

EXPLOITATION [Sömürü] Exploitation İngilizce'ye 19. yüzyılın başlarında neredeyse Fransızca'dan doğrudan bir ödünçleme olarak girer. Kök söz­ cük, açma ve yaymadan düzenleme ve açıklamaya (bu sonun­ cusu explication'ı [açımlama] doğurmuş, daha önceki anlamla­ rı da explicit'i [belirtik] doğurmuştur) kadar uzanan anlam yelpazesiyle Latince explico'dur. Eski Fransızca'daki biçim exp­ lectation'du ve vergisini ödeyememiş bir kiracının toprağının ürünlerine el konulması anlamında feodal bir kullanımı vardı. Ama esas Fransızca gelişmesi, modem exploitation biçimiyle, toprak ve maddelerin endüstriyel ve ticari kullanımı hakkın­ daydı, gerçi hala 18. yüzyılın "exploitation des salines" [tuz çıkarma] gibi alıntılarında neredeyse köken anlamını muhafa­ za ediyordu. Bu kullanım 1803'e ait "of the deficient commmercial exp­ loitation of these colonies" [bu kolonilerin yetersiz ticari kul­ lanımı/sömürüsüne dair] örneğinde olduğu üzere İngilizce'ye kopyalanır, yine de 1825'te hala oldukça yeni ve garipti: "suc­ ces wanting to all other 'exploitations' (excuse the gallicism)" [diğer tüm ticari 'kullanımlar/sömürüler'de (bu Fransızca ödünçlemeyi bağışlayın) eksik olan başarı] . Başarılı bir ilerle­ me kaydetme anlamında exploit, önce avantaj kazanıp ardın­ dan belli bir başarı göstererek İngilizce'de 14. yüzyıldan itiba­ ren isim, 15. yüzyıldan itibaren de fiil olarak var olmuştur. Bu da, özellikle fiil haliyle, yeni terime açıkça katkıda bulunmuş­ tur. Exploitation'ın ticari ve endüstriyel kullanımı 19. yüzyılın başlarından beri görülür, ama insanlara uygulanan aynı işlem­ lere dair eleştirel bir anlamın gelişmesinden güçlü biçimde et­ kilenir. Böylece "slavery, the use of man by man (exploitati­ on)" [kölelik, insanın insan tarafından kullanılması (sömü­ rü) ] (1844) ; "becoming rich by trade, speculation, or the suc­ cesful exploitation of labour" [ ticaret, spekülasyon ya da eme­ ğin başarılı sömürüsüyle zenginleşme] (1857); "exploitation of the credulous public" [saf kamuoyunun sömürülmesi] (1868); "exploitation and subjugation" [sömürü ve boyun eğ1 56

dirme] (1887) gibi kullanımlara rastlanır. tlişkili sözcükler de değişmişti: "capitalists and exploiters" [sermayedarlar/kapita­ listler ve sömürücüler] (1887) ; "capitalist shareholders, explo­ iting their wage-paid labourers" [ücretli emekçileri sömüren kapitalist hissedarlar] ( 1 888) ; "the whole 'exploiting' class" [tüm bir 'sömüren' sınıf] (1883); "exploited class" [sömürülen sınıf] (1887). Yine de exploitation hala endüstriyel ve ticari iş­ lemleri anlatmak için, belki de her zaman yakın bir ilişkisi olan mineral çıkarmayla bağlantılı olarak, kullanılmaktadır. Sexploitation [cinsel sömürü] belli tür film ve gazeteciliği an­ latmak üzere 1960'larda ortaya çıktı. Bkz.

DEVELOPMENT

F FAMILY [Aile] Family'nin özellikle anlamlı bir tarihi vardır. İngilizce'ye 14. yüzyılın sonlarında ve 15. yüzyılın başlarında, Latince yakm­ kök familia'dan -ev halkı- o da kök sözcükfamulus'tan -uşak, hizmetçi- gelmiştir. Kökence ilgili sıfat familiar ortak kullanı­ ma biraz daha önce girmiş gibidir ve anlam yelpazesi fa­ mily'de 17. yüzyıldan önce başat olan anlam yelpazesini an­ dırmaktadır. Gerek bir grup hizmetçi gerekse aynı evde yaşa­ yan hizmetçiler ve kan bağına sahip insanların oluşturduğu grup olarak, doğrudan Latince ev halkı anlamı vardır. Bununla ilişkili olan sıfat familiar, familiar angel ile familiar devil gibi deyişlerde geçer ve daha sonradan ortaya çıkan isim famili­ ar'da anlam, bir kimseyle ilişkili olmaya veya birine hizmet et­ meye dairdir. Bir de 15. ve 16. yüzyılda yaygın olan familiar enemy deyişi vardır, ev halkı içindeki, "kalenin içindeki" düş­ tnam ve buradan da anlam genişlemesiyle halkın kendi içinde­ ki düşmanı anlatmak için kullanılırdı. Fakat familiar'ın en güçlü eski anlamlan hala modern İngilizce'de geçerli olanlar1 57

dır: birisiyle dost veya samimi olma (krşl. "don't be too famili­ ar" [fazla samimi olma]); iyi bilinen, tanıdık veya aşina (krşl. "familiar in his mouth as household words" [onun ağzında ev içinde kullanılan sözcükler kadar tanıdıktı) , Henry V). Bu kul­ lanımlar aynı evde, birbirleriyle yakın ilişki içinde ve birbirle­ rinin hallerine alışık olarak yaşayan insanların deneyiminden gelir. Kan bağı anlamıyla ilgileri yoktur, familiar hala o anla­ ma gelmez. Daha sonra family en geç 15. yüzyıldan itibaren, ev halkını değil de, anlamlı biçimde o zamanlar ev denilen şeyi, genelde ortak bir atadan gelen belli bir soy veya akraba grubunu anlat­ mak üzere genişledi. Bu anlam da bir halkı veya halk grubunu ifade etmek üzere, yine bir atadan gelen belli bir soy anlamın­ da genişletildi; özellikle de belli bir dinsel anlamda, bizzat ön­ ceki toplumsal anlamlarla ilişkili olarak, "the Father of our Lord jesus Christ, of whom the whole family in heaven and earth is named" [göklerde ve yeryüzünde her ailenin kendi­ sinden isim aldıkları baba) (Ephesians, 3: 14, 15 Efesoslulara Mektup 3 : 14) örneğinde olduğu gibi. İncil'in Onaylanmış Versiyonu'nda (1611) family, şu geniş anlamlara hasredilmiş­ tir: ya neredeyse kabileye denk olan büyük akraba grubu (Ge­ nesis [Tekvin) 10:5; 12: 3; ]eremiah [Yeremya) 1 : 15; 3 1 : 1; Eze­ kiel [Hezekiel) 20: 32) ya da ortak bir babanın akraba grubu: "and then shall he (a brother) deparı from thee, both he and his children with him, and shall retum unto his own family; and unto the possession of his fathers shall he retum" [o za­ man kendisi, ve kendisiyle beraber çocukları, senin yanından çıkacak, ve aşiretine dönecek, ve babalarının mülküne döne­ cektir] (Leviticus [Levililer) 25: 4 l ; krşl. Numbers [Sayılar) 36: -

6). 16. yüzyıl sonunun ve 1 7. yüzyılın Family of love (Sevgi ailesi) veya Familists (Aileciler) tarikatı, büyük grup anlamın­ dan hareket etmiş olması bakımından ilginçtir, ancak bunu açık ve sevgiye bağlı olarak gönüllü yapmıştır. Dolayısıyla 17. yüzyılın yansından önceki anlamların hiçbi­ rinde dolaysız kan bağına hasredilmiş küçük bir grup anlamı yoktur. Onaylanmış Versiyon, Tekvin'de anne babalarla çocuk1 58

lar arasındaki ilişki anlamını ifade etmek gerektiğinde, yakın akraba'ya başvurulur. Yine de 17. ile 19. yüzyıl arasında özel­ likle aynı evde yaşayan küçük akraba grubu anlamı baskın çı­ kar; o kadar baskın çıkar ki, 20. yüzyılda bununla hala yaşa­ makta olan ikincil bir büyük akraba grubu arasında ayrım yapmak için yeni terimler icat etmek gerekti: nuclear family [çekirdek aile] ve extended family (büyük aile) arasında. Kar­ maşık bir toplumsal tarihi olan bu evrimin izini sürmek çok güç. Yine de 163 1 tarihli şu ifadeyi okuyabiliyoruz: "his family were himself and his wife and daughters, two mayds and a man" [ailesi kendisi, kansı ve kızlan, iki hizmetçi ve bir uşak­ tan oluşuyordu] , buradaki anlamı kesinlikle ev halkıdır. Bu anlam 18. yüzyılın sonları ve belki daha sonrasına dek kırsal kullanımda, aynı masada yemek yiyen evin içinde yaşayan çiftlik uşaklanyla birlikte varlığını sürdürür; family ile uşaklar arasındaki sonralara ait ayrıma bu örnekte çok direnilmiştir. Soy anlamında aristokratik kullanımın da uzun süreli bir etki­ si oldu ve bu etki 18. yüzyıla ait karakteristik bir ifade olan fo­ und a family'de [aile kurmak] güçlü biçimde varlığını korudu. Sınıf ayrımı 19. yüzyıla kadar (ve daha sonralan kalıntı halin­ de) "a person of no family" [ailesiz bir kişi] gibi deyişlerde ifa­ de edilir ki, burada izi sürülebilen soy anlamında besbelli bü­ yiik aile grubu söz konusudur. The family [aile] gibi ifadeler 20. yüzyıla kadar ayırt edilebilen üst sınıf grubunu anlatmak üzere kullanılırdı: "the family is in residence'"ta [aile ikamet­ gahta] akraba grubu anlamı ev halkı anlamından açıkça ayrılır, çünkü uşaklar her halükarda oradadır ("resident" [ikamet edi­ yor] olsa bile "in residence" [ikametgahta] değildir) . Family'nin tek bir evdeki küçük aile grubuna hasredilmesi, şimdilerde burjuva ailesi dediğimiz şeyin yükselişine bağla­ nabilir. Ama bu, ev halkı ve mülkiyet anlamlarıyla, en azın­ dan 19. yüzyıla kadar, daha çok eski anlamlarıyla ilişkilidir. 19. yüzyılın başlarında Qames Mill) şu tanımı buluyoruz: "the group which consists of a Father, Mother and Children is called a Family" [bir baba, anne ve çocuklardan oluşan gruba aile denir] ; yine de bilinçli bir tanımın gerekmesi dahi 1 59

kendi başına anlamlıdır. Family'nin küçük aile grubu anla­ mında 17. yüzyıl sonu ve 18. yüzyıldaki kullanımları, genel­ likle çocuklara gönderme yapar: ancak "but duly sent his fa­ mily and wife"'ta [fakat ailesi ve kansını zamanında gönder­ di] (Pope,

Bathurst)

ev halkı anlamı hala mevcut olabilir. 18.

yüzyılın başlarından beri yaygın olan Family-way önce fami­ liar'a, fakat sonra, çocuklara ilişkin özgül anlam üzerinden, hamileliğe gönderme yaptı. Böylece 17. yüzyılın ortaları ile

18. yüzyılın sonları arasında soy, ev halkı, büyük aile grubu ve küçük aile grubu gibi anlamların bir hayli üst üste binmesi söz konusuydu. Küçük aile grubunun egemenliği herhalde 19. yüzyılın baş­ larından önce kurulmamıştı. Sözcüğün şimdiki başat basıncı ve onunla ilişkili pek çok türden duygunun tanımı 19. yüzyı­ lın ortalarında ve sonradan çıkmıştır. Bu, burjuva ailesi'nin tanrılaştırılması olarak sunulabilir ve çalışan ekonomik bir bi­ rim olarak aile anlamı açıkça kapitalizmin gelişmesiyle vurgu­ lanır. Fakat erken kapitalist üretimle daha da güçlü bağlan vardır ve 19. yüzyıldaki gelişme bir anlamda insanın aile'si ile

işi

arasındaki ayrımı temsil eder: bir aile'ye bakmak için çalı­

şır; aile onun çalışmasıyla geçinir. Aslında daha büyük olası­ lıkla, daha küçük evler ve dolayısıyla da ev halkları tarafından desteklenen küçük aile tanımı, ücretli emek tarafından tanım­ lanan yeni çalışan sınıfla ve alt orta sınıfla ilişkilidir: soy veya mülkiyet olarak ya da bunları kapsayan olarak family değil, uşakları kapsayan eski yerleşik anlamıyla ev

halkı

olarak fa­

mily de değil, herhangi bir olumlu anlamda, yalnızca bu bi­ çimde, kendi toplumsal ilişkilerini tanımlayabilen yakın akra­ ba grubu olarak family. Family veya family and friends [aile ve arkadaşlar] büyük ölçekli ve karmaşık bir ücretli toplum­ daki tek dolaysız olumlu bağlanmayı temsil eder. Bazı ilgili dinsel tarikatlarda açık bir dinsel emsali olsa da, lonca üyeli­ ğinde olduğu gibi, yeni topluma verilmiş başka bir karşılık olan sınıf duygusunun sınıf bağım ifade etmek üzere kullanması anlamlıdır.

Kardeş'in

kardeş'i

bu kullanımının orta sınıfın

gözünde yapay veya gülünç görünmesi de anlamlıdır. Bu nok-

1 60

tada family, dolaysız ve olumlu kan bağı ilişkileri anlamıyla güçlü örtük mülkiyet anlamını birleştirdi. Bu hayret verici ve zor bir tarihtir; sözcüğün gelişimi yoluy­ la ancak kısmen izi sürülebilir. Ancak "bir kurum olarak aile çöküyor" veya, geçmişte ve şükür ki bugün hala, "aile tüm düzen ve ahlakın zorunlu temelidir" gibi sözler duyduğumuz­ da haurlamaya değer bir tarihtir. Bu ve benzeri çağdaş kulla­ nımlarda, hala yaşayan bazı karmaşıklıklarıyla birlikte belli başlı tarihsel çeşitlemeleri ve, bunlar üzerinden, birincil akra­ balıkların kökten değişen tanımlarının anlamını hatırlamak yararlı olabilir.

Bkz. SEX, SOCIETY FICTION [Kurgu] Fiction sözcüğü ilginç biçimde hem IMAGINATIVE [düşgücü­ ne dayalı] (bkz. bu madde) LITERATURE [edebiyat] (bkz. bu madde) hem de katışıksız (bazen bile bile aldatıcı) icat anlamı­ nı taşıyor. Bu anlamlar çok erken bir dönemden itibaren İngi­ lizce sözcükte görülüyordu. 14. yüzyılda Fransızca yakınkök fiction'dan, Latince fictionem, Latince kök sözcük fingere'den -şekillendirmek- İngilizce'ye girmişti; aynı kökten 13. yüzyıl­ dan itibaren aldatıcı biçimde icat etmek, uydurmak anlamı taşı­ yan feign, de türemişti. Caxton iki sözcüğü birlikte kullanır: "fyction and faynyng" ( 1483), fakat düşgücüne dayalı yapıtlar anlamıyla ficcions 1398'den itibaren kaydedilir ve 16. yüzyılın sonlarında poeticall fiction ve Ancient Fiction gibi kullanımlar göze çarpar. Bilinçli olarak oluşturulmuş bir varsayımdan ("mathematical fictions" , 1 579) yapay ve kuşkulu bir kabule ("of his own fiction") dek uzanan genel bir kullanım aynı ölçü­ de yaygındı ve günümüze dek canlı kalmıştır. Fictitious [haya­ li] , 17. yüzyılın başlarından itibaren bu anlamından aldatıcı icat anlamına dek uzanan bir kullanıma sahipti; edebiyata özgü kullanımı sonradan ortaya çıkacak alternatif bir biçim olan fıc­ tional'ı gerektirdi. Edebiyata özgü anlamın büyük ölçüde geliş-

161

mesi 18. yüzyılın sonlarından itibarendi: "dramatic fiction" (1780); "works of fiction" (1841). 19. yüzyılda sözcük novels [romanlar] ile eşanlamlı oldu. Romanların popülerliği 20. yüz­ yılda, kütüphane ve kitap ticaretinde ilginç bir geriye dönük oluşuma neden oldu: non-fıction [kurgu olmayan] (kimi za­ man "ciddi" okumanın eşdeğerlisi; kimi halk kütüphaneleri non-fıction kitaplarda posta ücretini almaz ya da kendisi öder­ ken fıction için aynı olanakları sunmaz; "katışıksız icat" anla­ mı ya da sözcüğün diğer anlamından kaynaklanan fıction ile fact arasındaki geleneksel (ve yapay) karşıtlık bu ayrımın taru­ şılmamasma katkıda bulunuyor muhtemelen). Artık neredeyse fıction'la eşanlamlı olan novel'm da ayn bir ilginç tarihi var. Sözcüğün anlattığı iki ayn anlam (ad olarak: düzyazı kurgu ve sıfat olarak: yeni, yenilikçi, buradan da no­ velty [yenilik] ) , Latince kök sözcük novus'tan -yeni- gelişen farklı dallan temsil eder: ilki İtalyanca novella'dan, o da İspan­ yolca novela'dan geliyor; ikincisiyse eski Fransızca novelle'den.

18. yüzyılın başlarına kadar novel, isim olarak, her iki anlamı da taşıdı: (i) öykü; (ii) şimdi aynı anlamda news [haber] dedi­ ğimiz şey. Böylece Boccacio, Ariosto ve diğerlerinin öykülerine novelle deniyordu: gerek "kurgusal" gerekse HISTORICAL [ta­ rihsel] (bkz. bu madde) öyküler: krşl. "in these histories (which by another term 1 call Novelles) he described the li­ ves... of great princes" [bu tarihlerde (benim bir başka deyişle romanlar dediğim) büyük hükümdarların yaşamlarım anlattı] (Painter, 1566). Öte yandan anlam (ii)'de: "to hear novells of his devise" [getirdiği haberleri duymak için] (Spenser, 1579); "You promise in your clear aspect, some novel That may de­ light us" [görünüşünüzle bizleri memnun edebilecek haberler vaat ediyorsunuz] (Massinger, 1636). "İngiliz romanının baba­ larından biri" olan Fielding oyunlarından birinde şu konuş­ mayı yazmışu:

What novel's this? Faith! it may be a pleasant one to you. [Ne haberi bu? Hay Allah! Senin için iyi bir haber olabilir.] -

162

Novelist sözcüğü işte bu anlam yelpazesinden

dolayı sonra­

lan her türden yenilikçi ( 1 7 . yüzyıl), haber yayan kişi (18. yüzyıl) ve düzyazı kurgu yazan anlamlarına geldi. 1 7 . yüzyıl­ dan ve kısmen 18. yüzyıldan itibaren

novel

sık sık daha tanı­

dık bir sözcük olan ROMANCE (bkz. bu madde) ile yer değiş­ tirdi, gerçi genel olarak novel'm daha kısa olması (daha çok bir

öykü gibi) ve gerçek hayatla daha ilgili olmasıyla ayrılabiliyor­ du. Milton (1643) "no mere amatorious novel"dan [amatörce bir roman değil] söz ediyordu, ama 18. yüzyılın ortalarından itibaren

novel,

Goldsmith'in "those abilities that can hammer

out a novel are fully sufficient for the production of a senti­ mental comedy" [romanı şekillendiren yetenekler duygusal bir komedinin ortaya çıkmasına yeter] ya da daha ısrarlı "no Novel in the world can be more affecting, or more surprising, than this history" [dünyada hiçbir roman bu öyküden daha et­ kileyici ya da daha şaşırtıcı olamaz] (Wesley, 1769) gibi kulla­ nımlarda küçümseyen göndermeler hala olmakla birlikte, standart sözcük halini alıyordu. Dolayısıyla 19. yüzyılın başla­ n itibariyle, düzyazı kurgu yazıyı anlatan standart terim olarak

novel'ın

gelişimi tamamlandığı için, kısa düzyazı kurguyu an­

latmak üzere yeni bir sözcük türedi:

novelette (1820) . Novel ın '

taşıdığı aşağılamanın büyük bir kısmı bu sözcüğe geçti, tıpkı

nov�lettish'te olduğu gibi (20. yüzyılın başlan) . Aslında hala bazen novelettes'm, yani kötü romanların katışıksız kurgu ol­ duğunu söyleyebiliyoruz, oysa novels (ciddi kurgular) bize gerçek hayattan söz ediyorlar. Bkz.

CREATIVE, IMAGE, MYTH, ROMANTIC FOLK [Halk]

Folk, eski Teutonic dillerinde ortak olan bir sözcüğün değişik yazımlarından biridir: eski İngilizce'de folc biçimindeydi. "Halk" gibi genel bir anlamı vardı, NATIONS (bkz. bu madde) dahil belli özel toplumsal oluşumlardan tutun genel olarak in­ sanlara kadar bir anlam yelpazesi vardı. 17. yüzyıldan bu yana

1 63

folks şeklindeki çoğul, daha yaygın biçimde kullanılmıştır; be­ lirgin biçimde teklifsizdir, yukarıdan ya da dışarıdan görülen halktan ziyade onlardan biri tarafından görülen halkı anlatır, gerçi ticari kültürün belli biçimleri içinde bu anlamı da kabul ya da istismar edilmiştir. Tekili, ülkenin kimi kesimlerinin adı­ na uygun biçimde özel bir anlamla da kullanılır. 19. yüzyılın ortalarında anlamlı bir özelleşme başladı. W J. Thoms, 1846'da Athenaeum'a bir mektubunda şöyle yazacaktı: "What we in England designate as Popular Antiquities, or Po­ pular Literature (though... it. . . would be most aptly described by a good Saxon compound, Folk-Lore - the Lore of the Peop­ le)" [Bizim lngiltere'de halk efsaneleri ya da halk edebiyatı de­ diğimiz şey (gerçi Saksonca bir tamlama çok yerinde bir şekil­ de tanımlayabiliyor, Folk-Lore - halkın birikimi) ] . Eski İngi­ lizce Zar'dan gelen lore öğretim ve eğitimden öğrenim ve bil­ ginliğe bir dizi anlamı ifade edecek biçimde kullanılmıştı, an­ cak özellikle 18. yüzyıldan itibaren geçmişe münhasır kalma­ ya başlamıştı, "geleneksel" ya da "efsanevi" gibi çağrışımları vardı. Thoms'un popular yerine folk'u önermesi 1830'da Gent­ lemans Magazine'in bir muhabirinin bilim adlarındaki Yunan­ ca takıların yerine lore'un geçirilmesi yönündeki önerisiyle ay­ nı kültürel eğilim içinde yer alıyordu: astronomy yerine starlo­

re, geology yerine earthlore vb. Ortodoks bilgi ve bilim dünyası bilinçli "Anglo-Sakson" dirilişi öğesine ikna olmamıştı, ama her iki öğede de geriye dönük anlamlara yoğunlaşmış olan folk-lore, sonralan folklore, çok geçmeden benimsendi. 1878 itibariyle bir Folk-Lore Society [Folklor/Halk Kültürü Derne­ ği] vardı, Thoms yöneticisiydi; hem sözcük hem de bu tür dernekler diğer kültürlerde yaygın biçimde benimsendi. Folk­ song [halk şarkısı] ise ilk 1870'te kaydedilir. Özelleşen kullanımı kısmen 19. yüzyılda POPULAR'm (bkz. bu madde) zorlu gelişimine bağlıydı. Temsil ettiği ilgi alanlan 18. yüzyılın sonlarından itibaren önemli ölçüde geliştirilmişti ve Herder ve Grimm kardeşlerin çalışmalarıyla daha resmi bir konum kazanmışlardı. Herder'in Kultur des Volkes'i ve A. W Schlegel'in Volkspoesie'si vardı. Yeni bilimsel oluşumun içinde1 64

ki tek öğe, eski şiir, öykü, inanç, gelenek, şarkı, dans biçimle­ rine duyulan genel ve bilimsel ilgi değildi. 19. yüzyılın sonla­ rında folklore'u tanımlama çabalan, Tylor'ın

Primitive Cultu­

re'daki ( 187 1 ) tanımlarına (bkz. CULTURE) bağlı olarak, "toplumun yeni bir halinde alışkanlık zoruyla" hayatta kalan öğeler olarak "survivals" [artakalanlar] anlamı etrafında top­ lanmıştı. Bu bakımdan söz konusu oluşum yeni endüstriyel ve kentli topluma gösterilen karmaşık bir dizi tepki içinde yer alır.

Folksong zamanla endüstri, kent ve okuma-yazma öncesi popular şarkılar, yeni endüstriyel

dünyaya özgü kılındı, gerçi

çalışma şarkılarını da kapsıyor, hala etkin biçimde üretiliyor­ du. Bu dönemde folk, popular culture'ın tüm öğelerinin tarihi­ ni gerilere götürme sonucunu doğurmuştu ve çoğu zaman modem popüler biçimlerle, gerek radikal işçi smıfmmkiler ge­ rekse ticari olanlarla, karşıtlık içinde ortaya konulurdu. Bu ka­ rakteristik vurgu varlığını sürdürdü , fakat hem çeşitli folk öğelerinin birbirinden farklılığı ve kökenlerinin karmaşıklığı­ nın gitgide gözler önüne serildiği folklore çalışmalarında, hem de endüstri ve okuma-yazma öncesi folk'u yalıtmaya ya da iç­ sel ve özerk, bazen de ortak, kültürel üretimin farklı aşamaları arasında kategorik ayrımlar yapmaya isteksiz olan lışmalarda eleştirildi de.

kültürel ça­

nurum sonralan, özellikle 20. yüzyılın ortalarında, sözlü olarak aktarılan kır şarkıları ve endüstri dönemine özgü şarkı­ ların kaydedildiği ve aynı ruh ve üslupta yeni beste ve icralara uyarlandığı yaygın ve karmaşık bir folksong hareketi ortaya çı­ kınca, özellikle folksong'a bağlı olarak değişti. Ancak folk ile popular arasındaki ilişkiler hala belirsiz ve değişkendir, bunun

da başlıca nedeni, 19. yüzyılın ortalarındaki ilk anlam özelleş­ mesinde olduğu gibi, POPULAR'ın (bkz. bu madde) günümü­ ze dek süren karmaşıklığı ve güçlüğüdür. Bkz.

CULTURE, ETHNIC, MYTH, PEASANT, POPULAR

1 65

FORMALiST [Biçimci, şekilci] Formalist çok eski bir İngilizce sözcüktür, ama 20. yüzyılda Rusça'daki karşılığının kullanımlarına uygun biçimde görece yeni bir bağlamda yaygın biçimde kullanılmıştır. Formalist'in iki anlamı 17. yüzyılın başlarında İngilizce'de ortaya çıktı: (i) dinin "salt biçimler"ine ya da "dış görüntüler"ine bağlı olan kişi: "formalists and time-servers" [biçimciler ve zamana ayak uyduranlar] (1609); (ii) esas niteliklerinden çok yüzeysel ni­ telikleriyle bir konuyu açıklayan kişi: "it is a ridiculous thing... to see what shiftes theis Formalists have... to make su­ perficies to seeme body, that hatlı depth and bulk" [Bu For­ malistlerin ne ayak oyunları oynadığını seyretmek çok gü­ lünç ... yüzeyi esas gibi göstermeleri, hacmi ve derinliği varmış gibi yapmaları ... ] (Bacon, 1607- 12) . Bu kullanımlar ve daha yakın zamanlara ait kullanımlardaki girift karışıklıkların bir kısmı ancak form'un kendisinin karmaşık gelişimi göz önün­ de tutularak anlaşılabilir. Eski Fransızca forme, Latince for­ ma' dan -şeki- gelen form Latince'deki gelişiminin barındırdı­ ğı karışıkları İngilizce'de yineledi; bunlardan ikisi önemlidir: güçlü bir beden anlamıyla, görülebilir ya da dış şekil: "an an­ gel bi wai he mette, in mannes fourm" [Yolda insan biçimine girmiş bir meleğe rastladı. ] (yak. 1325) ; "forme is most frayle, a fading flattering showe" [Biçim ele gelmez bir şeydir, solan titreyen bir görünümdür sadece] ( 1 568); (ii) belirsiz maddeyi belli ya da özgül bir varlık ya da şey yapan temel bir şekillen­ dirme ilkesi: "the body was only matter, of which (the soul) were the fourme" [biçimini ruhun oluşturduğu maddeden ibarettir beden] ( 1413) ; "according to the diversity of inward forms, things of the world are distinguished in their kinds" [iç/zihinsel biçimlerin çeşitliliğine göre, dünyanın nesneleri türlerine ayrılır] (Hooker, 1594) . Bu uç anlamlarıyla form'un dışsal ve yüzeysel olandan içkin ve belirleyici olana dek geniş bir yelpazeyi kapsadığı açıktır. Formality de "the attyre ... be­ ing a matter of meere formalitie"den [kılık. .. formaliteden iba­ ret bir şey] (Hooker, 1597) tutun "those Formalities, wherein 1 66

their Essence doth consist'"e [özlerini meydana getiren biçim­ sel özellikler] ( 1672) dek uzanan aynı yelpazeyi kapsıyordu. Yaygın kullanımda form tüm kapsamını sürdürdü, ancak for­ mality, formalist ve (19. yüzyılın ortalarından itibaren) for­ malism büyük ölçüde olumsuz ya da küçümseyici anlamda kullanıldı: "the Ceremonies are Idols to Formalists" [şekilcile­ re göre törenler putmuş] ( 1637); "oh ye cold-hearted, frozen, formalists" [ah kalbi buz tutmuş şekilciler] (Young, 1 742) ; "useless formalism" [yararsız şekilcilik] (Kingsley, 1850) ; "cant and formalism" [riya ve şekilcilik] (1878). iki örneğin sonraki özgül gelişimle yakından ilgisi var: "Formalists who demand Explications of the least ambiguous Word" [en açık sözün bile açıklamasını isteyen şekilciler] ( 1 707) ; "the forma­ list of dramatic criticism" [ tiyatro eleştirisinin biçimcisi] (1814) . Form sözcüğünün güçlükleri ve de formalist'in kabul edi­ len içerimleri göz önünde tutulursa, Rus edebiyat incelemele­ rinde 1916'dan itibaren, bu adlarla anılan, formal method [bi­ çimci yöntem] ve formalist school'un [biçimci ekol] çok çe­ şitli biçimlerde anlaşılması şaşırtıcı değildir. Üstelik, forma­ lism'in kendisi geliştikçe, çok farklı eğilimler ve vurgular gös­ termiştir. Başat vurgusu, başka bir tür tartışma, özellikle de topl�msal ya da ideolojik çözümleme anlamlı, hatta mümkün olsa bile önce "kendi içinde" çözümlenmeyi gerektiren bir edebiyat yapıtının özgül, içsel nitelikleri üzerindeydi. Sonraki tartışmanın güçlükleri alışılmışın dışındaydı. "Yalnız" AEST­ HETIC (bkz. bu madde) kaygılarla sınırlı formalism ile top­ lumsal içerik ve ideolojik eğilimle ilgilenen Marksizm arasında (form (i) ile content [içerik] arasına kabul edilmiş bir aynın çizgisi çeken) açık bir karşıtlık vardı. Tarihsel güçlerin gerçek niteliği ve gelişiminde İngilizce'de ilk yaygın olarak tanınan, formalism'in büyük ölçüde olumsuz, "sanat sanat içindir" dü­ şüncelerine denkmiş gibi kullanılan anlamı oldu. Aynı zaman­ da, formalism'in bazı gelişmelerinde, özellikle çok ayn bir ka­ tegori olarak "şiirsel" dil düşüncesinde ve herhangi bir aşama­ da "toplumsal içerik" ya da "toplumsal anlam"ın önemini red167

deden bir eğilimde, gerçekten savunulan konum da buydu. Bu iki okul (formalist ve Marksist'in özelleşmiş anlamlan) arasın­ daki tartışma, yaklaşık 1950'ye kadar kullanıma egemen oldu. Daha önceki İngilizce "dış görüntü" ve "yüzeysel görünüş" anlamlan bu aşamada kuşkusuz formalist'le uzlaşu. Daha il­ ginç, ama hala aşın güç olan ise, gerek (genre ile çakışan) en geniş anlamıyla gerekse en özgül anlamıyla (bir yapıtın içinde keşfedilebilen düzenleme ilkesi), şekillendirme ilkesi olarak form (ii) kavramıydı (krşl. "no work of true genius dares want its appropriate form", Coleridge) . Form'un bu anlamıyla, (i)'den değil de (ii), Marksist vurgu "dış görüntü" şeklindeki istenmeyen anlam (i) pekala formalism of content (içeriğe ilişkin bir biçimcilik) olarak tanımlanabilir; ve bir yapıtın belli bir düzenlenme içindeki öğelerinin özgül çözümlemesini ge­ rektiren gerçek formation'ına [şekilleniş, oluşum] (foITiı (ii)) ilişkin sorular sorulabilir. Üstelik, bu vurgu belli ölçüde ken­ dini göstermiştir (gerçi büyük ölçüde adlar aktarılmış ve ka­ nştınlmıştır) , özgül biçimin geniş biçimlere, bilinç ve ilişki bi­ çimlerine doğru kapsamının genişlemesine olanak vermek, daha doğrusu genişlemesini sağlamak, toplumsal biçimcilik (Mukarovsky, Volosinov) tanımına izin verecek ölçüde forma­

ôznelerarası ve SOCIAL artzamanlı ve eşzamanlı çö­

lism içindeki eğilimlerden biriydi. (bkz. bu madde) süreçler ve de

zümlemeler arasındaki ayrımlarla esas nokta kanştınldı: bu son iki terim tlilbilimdeki bir eğilimden türemişti ve dildeki kendi kendine yeten sistemle tarihsel bir sürecin parçası olan sistem arasındaki mutlak aynını anlatmak için ya da, araların­ da gerçek ve dinamik ilişkilerle, kah sistem kah sistemin bir andan ibaret olduğu gelişim süreci üzerinde alternatif vurgula­ rı anlatmak için kullanılıyordu. Bütünde, formalism (krşl.

structuralism) üzerinde ikinci vurgudan çok birincisinin (öz­ nelerarası ve artzamanlı ile eşzamanlı ikiliği) etkisi oldu, fakat form'u içerik'in "yalnızca anlatımı" ya da "dış görüntüsü" ola­ rak gören Marksizm'in bir tek itirazına uğramakla birlikte, çö­ zümlemeye yoğunlaşma niteliği güçlü yanım oluşturur. Sözcü­ ğün olumsuz çağrışımlarının, formalism ve formalist'lerin 168

katkıda bulunduğu önemli, ama taraflı vurgu yönlendirmesi­ nin genel kabul görmesini önleyip önlemeyeceğini görmek için beklemek gerek.

Bkz. STRUCTURAL

G GENERATION [Kuşak, nesil] Generation sözcüğü 13. yüzyıldan beri İngilizce'de görülüyor, Latince yakmkök generatio'dan, o da Latince kök sözcük gene­ rnre'den -kendi türünden (genus) yeni örnekler üretme- geli­ yor. tık kullanımlarında "üretme eylemi"nden "üretmenin ürünü"ne değin bir dizi anlam taşıyordu ve böylece aynı anne babadan olma çocuklar için, aynı soydan olanlar için ve de (en anlamlı modern kullanımına doğru bir gelişmeyi gösteren) bir ailedeki kademeli kuşaklar için kullanılıyordu. Sözcüğün ge­ çirdiği önemli gelişme, özgül biyolojik gönderimin ötesinde, toplumsal ve tarihsel kullanımlar kazanma şeklinde olmuştur. Bu gelişmenin izini sürmek oldukça güç, çünkü 16. yüzyılda görülen "olde generations" [eski kuşaklar] gibi kullanımlar bir anlamda, hatırlanan ve bazen karşıtlaştınlan yaşamlar ba;.. kınımdan tarihseldir. Generation'ın otuz yıla ya da yüzyılda üçe denk düşen, tarihsel zamanı saymak üzere görece eski kullanımlarına da rastlanır. Fakat farklı türden insan ya da davranışlar şeklindeki generation'ın özgül ve etkili, eksiksiz modern anlamının 18. yüzyılın ortalarından önce etkin olma­ ması ve ancak 19. yüzyılın ortalarında tam olarak gelişmesi muhtemeldir. En eski kullanımlardan biri Saint-Beuve'ündür: "Romantic generation" [romantik kuşak] . Bell'in gösterdiği üzere, Dilthey'm "birlikte yaşanan zaman" kavramı cultural generation [kültürel kuşak] düşüncesinde belirleyici öneme sahiptir ve bu çözümleme biçimi o günden bu yana kültürel tarihte yaygınlaşmıştır. 169

Fransızca yakınkök ptriode'den, Yunanca kök sözcük peri­ odos'tan -devre, yıl döngüsü, yuvarlak hüküm- gelen period'm (dönem) muhtemelen ilişkili gelişimi karşılaştırmaya değer. Period'ın 18. yüzyılın başlarından önceki neredeyse tüm ve o günden bu yanaki çoğu kullanımı (menstrual periods [adet dönemleri] , 19. yüzyıl; periodical ve kimi kullanımlarıyla peri­ odically - 17. yüzyıldan itibaren, düzenli aralıklarla görünen anlamında) , çoğunlukla düzenli olan bir yinelenme eylemiyle ilişkilidir. Ayırıcı, dolayısıyla da yinelenmeyen özelliklerin ni­ telediği belli bir zaman dilimini anlatmak üzere kullanılması, 18. yüzyılda yaşamöyküsü ve tarihte başlar ve 19. yüzyılın or­ talarından itibaren çok yaygın biçimde gelişir. Generation da aynı geniş kapsamlı hareketi izler; belli bir zaman ya da insan grubunun ayırıcı özelliğinin, (period'da olduğu üzere) genel bir süreklilik içinde olmakla birlikte, vurgulandığı bir anlamın ortaya çıkmasına olanak verir. Böylece belli bir değişim anlamıyla birlikte Gibbon'da ( 1 781) "yetişen kuşak" sözüyle karşılaşırız ve ayırıcılık dü­ şüncesinin güçlendiği, hatta resmileştiği yeni bir HISTORY [tarih] (bkz. bu madde) anlayışının, özellikle gelişmeli ve iler­ leyen bir tarihin gelişmesinin bir parçası gibidir. Bu şekilde 1847'de "generational tastes" [kuşağa özgü beğeniler] sözü ve sonra, 19. yüzyılın sonlarında, özellikle ABD'de "ilk kuşak" ve "ikinci kuşak" göçmenlere ilişkin tartışmalarda farklılık düşüncesinin çok güçlü biçimde geliştiği görülür. Büyük öl­ çüde seküler ve toplumsal bir anlamın kurulması da bu çerçe­ vededir. Kültürel değişim dönemlerinden geçen göçmen aile­ ler bağlamı, hiçbir özgül biyolojik içerik taşımayan, daha çok tarihsel içerik barındıran daha geniş kullanımlarda unutulur gider. 20. yüzyılın başlarından bu yana bu tür kullanımlar çoğal­ mıştır. 1930'da "air-raid generation" [hava akını kuşağı] ifade­ si ve anlamlı görünen "generation-conscious" [kuşak bilinci taşıyan] kaydedilir. Bu son söz herhalde 1950'lerden itibaren ( 1964'te kaydedilmiştir) "generation-gap" [kuşak farkı] diye adlandırılan şeyi anlatıyor olsa gerek. 1 70

Bu anlamın başatlığı, üretilmiş nesnelerin birbiri ardınca ge­ len türlerini anlatmak için generation'ın tuhaf, ama gitgide yaygın kullanımlarına yansımışur; 1950'ler ve 60'lann başın­ dan beri bilgisayarlar, nükleer silahlar ve diğer gelişmiş teknik sistemler hakkında kullanılmıştır bu. Bu durumda biyolojik zürriyet düşüncesiyle yeniden ilişkilendirme çabası çoğu za­ man ironiktir. Bu güçlenen modem anlamıyla generation'm sunduğu güç­ lüklerden biri, hızlı değişim döneminde söz konusu dönem muhtemelen kısalacak ve biyolojik generation döneminin bir hayli aluna düşecektir. Period sözcüğünün yinelenmesiz anla­ mında olduğu gibi, çakışma ve dolayısıyla kesin tanıma ilişkin pek çok büyük sorun da vardır. Ancak, her iki sözcük de, bu anlamlarıyla, tarihsel ve toplumsal değişimin hem belirgin hem de bilinçli olduğu bir kültürün zorunlu parçalan gibidir.

Bkz. DEVELOPMENT, FAMILY, GENETIC, HISTORY, PROGRESSIVE GENETIC [Genetik] Genetic zaman zaman güçlükler sunar, çünkü iki anlamı var­ dır: sözgelimi Fransızca'da hala yaygın olmakla birlikte İngi­ lizce'de görece az yaygın bir hal alan genel bir anlam ve de ga­ yet iyi bilinen özelleşmiş bir anlam, özellikle bir bilim dalında. Genetic Latince genesis, Yunanca genesis'ten -köken, yaratma, türeyiş- gelen bir sıfatur. 19. yüzyılın başlarında, önce köken­ lere gönderme yapan bir anlamla İngilizce'ye girdi, tıpkı Carlyle'da olduğu üzere: "genetic Histories" [soy tarihleri] (183 1 ) . Darwin'de hala temel anlam olarak köken demekti, "genetic connection" [soyca bağlantı] (1859) türlerin ortak kökenine gönderme yapıyordu. Fakat genetic gelişme anlamı da taşıyordu, tıpkı tanımlanan konunun "olma, şekillenme sü­ recinde olduğu düşünülen" "genetic definitions"da [genetik tanımlar] olduğu üzere, ve bu "genetic development of parts of speech"te [konuşmanın genetik gelişimi] (1860) yeniden karşımıza çıkar. 1897'de genetics, bütünüyle gelişmiş bir du-

171

rum ya da en son durumdan çok bir gelişim sürecini anlatmak üzere, telics'ten ayrılacak biçimde tanımlanmıştı. 20. yüzyılın başlarında biyolojideki gelişmeler yeni bir sözcüğe duyulan gereksinimi gösterdi. l 905'te Bateson "Kalıtım İnceleme­ si"nden söz etti: "yaygın kullanımdaki sözcüklerden hiçbiri bu anlamı vermez . . . ve yeni bir sözcük üretmek gerekseydi, 'Ge­ netics' bu işi görürdü. " Artık normal olan bilimsel tanım bu kullanımdan sonra yerleşti: "the physiology of heredity and variation... genetics" [kalıtım ve çeşitlenmenin fizyolojisi... ge­ netik]

(Nature, 1906) . Bugün gelişimsel psikoloji dediğimiz,

biyolojik genetiğe gönderme yapmayan "genetic psychology" (1909) örneğinde olduğu üzere, daha eski ve genel olan geli­ şim anlamı hala etkindi. Üstelik "genetic fallacy" (1934) -bir şeyi kökensel nedenleriyle açıklayamama ya da kuşkuyla kar­ şılama- örneğinde olduğu gibi en eski anlamı da yaşıyordu. Normal İngilizce kullanımda, biyolojik bir bağlamda, gene­ tic artık kalıtım ve değişim olgularını anlatıyor (genetic inhe­ ritance, genetic code, vb.). Fakat geçmişten kalma İngilizce kullanımlara ek olarak, genetic aynı zamanda, özellikle nor­ malde sözcüğün oluşum ve gelişim anlattığı Fransızca'dan ya­ pılan çevirilerde, sık sık kendini gösteriyor. Bu yolla genetic structuralism (Goldmann)

yapılann (bilinç biçimlerinin) ta­

rihsel (biyolojik değil) oluşum ve gelişimlerini vurgulamasıyla diğer STRUCTURALISM [yapısalcılık] (bkz. bu madde) bi­ çimlerinden ayrılır. Sözcüğün bu çeviri kullanımda çoğunluk­ la yanlış anlaşılıyor ya da biyolojik genetics'le öyle ya da böyle ilişkilendiriliyor olması olasıdır.

Bkz. DEVELOPMENT, EVOLUTION, FORMALiST, HISTORY, STRUCTURAL GENIUS [Deha, dahi] Genius İngilizce'ye Latince'deki temel anlamıyla 14. yüzyılda girdi -yakınkök Latince

genius- koruyucu ruh. Sözcük 1 6 .

yüzyıldan itibaren "karakteristik bir huy veya nitelik" anlamı1 72

na gelmek üzere genişlemiştir, tıpkı "every man has his geni­ us" [her adamın kendince huyu vardır] Qohnson, 1 780) ve "barbarous and violent genius of the age"deki [çağın barbar ve şiddete düşkün ruhu] (Hume, 1 754) gibi. 1 7 yüzyılın sonla­ rından itibaren görülen örneklerde de benzer biçimde kulla­ nıldı. Modem başat "olağanüstü yetenek" anlamına doğru ge­ lişmesi karmaşıktır; bu anlam İngilizce ile Fransızca'da, sonra da Almanca'da karşılıklı etki sonucu ortaya çıkar. Kökensel olarak, "inspiration" [ilham, esin] kavramı yoluyla "spiril" [ruh, tin] fikriyle ilişkili görünmektedir. Addison 1 7 1 l'de "there is no Character more frequently given to a Writer, than that of being a Genius" [hiçbir ünvan yoktur ki bir yazara da­ hi ünvanmdan daha sık verilsin] diye gözlemlerken, bir 18. yüzyıl Fransız tanımı "ce terme de genie semble devoir desig­ ner non pas indistinctement les grands talents, mais ceux dans lesquels il entre de l'invention" [bu deha terimi hiçbir aynın olmaksızın büyük yetenekleri değil, yaratıcılık bulunanları an­ latıyor gibi] diye bahseder bu İngilizce'de de bulunur: "genius always imports something inventive or creative" [dahi daima bulucu ya da yaratıcı bir şeyi anlatır] ( 1 783). Aslında bu an­ lam her zaman CREATIVE'in (bkz. bu madde) [yaratıcı] geli­ şen anlamına yakın olmuştur. Genius-talent [deha-yetenek] a}'l'lµıı, yine İngilizce, Fransızca ve Almanca arasında gidip ge­ lerek, yeteneğin derecelerinden çok türlerine ilişkin bu gönde­ rtme kökensel olarak dayalı görünmektedir, her ne kadar son­ raki kullanımlarında genius çoğunlukla sadece yeteneğin de­ recesini ifade etse de. Sözcük şimdi istisnai yeteneğin her tür­ lüsünü anlatmak için o kadar yaygın biçimde kullanılmaktadır ki, daha eski olan karakteristik huy anlamının kalıntıları ge­ nellikle bulanıktır. lyi bir sınama örneği, "the English genius for compromise"dır [İngilizlerin uzlaşma huyu/dehası] .

Bkz. CREATIVE, ORIGINALITY

1 73

H HEGEMONY [Hegemonya] Hegemony büyük olasılıkla İngilizce'ye doğrudan doğruya Yu­ nanca yakınkök egemonia, Yunanca kök sözcük egemon'dan -önder, yönetici, çoğunlukla kendisininkinden farklı bir dev­ lette- geldi. Genellikle bir devletin bir diğeri üstünde siyasal egemenliği anlamı, 19. yüzyıldan önce yaygın değildir, ancak o zamandan bu yana sürmüş ve günümüzde bir hayli yaygın­ laşmıştır; ona bağlı olarak hegemonic de siyasal egemenliği anlatan ya da hedefleyen politikayı dile getirir. Daha yakın za­ manlarda hegemonism özellikle başkalarına hükmetmeye yö­ nelik "büyük güç" ya da "süper güç" politikalarını anlatmak üzere kullanılmıştır (aslında hegemonism belli ölçüde IMPE­ RIALISM'in (bkz. bu madde) yerine kullanılmaktadır. İngilizce'de başlarda daha genel bir türün başatlığını anlatan seyrek bir kullanım vardı. 1 567'de "Aegomonie or Sufferaign­ tie of things growing upon ye earth" [yeryüzünde yetişen şey­ lerin egemenliği] ve 1656'da "the Supream or Hegemonick part of the Soul" [ruhun yüce ya da egemen kısmı] gibi kulla­ nımlar görülür. Özellikle hegemonic bu "başat" ya da "baskın ilke" anlamını korudu. Sözcük 20. yüzyıl Marksizminin biçimlerinden birinde , özellikle Gramsci'nin yapıtından sonra önemli bir yer kazandı (ancak bu yazılarda terim hem karmaşık hem de değişkendir; bkz. Anderson). En basit kullanımında sözcük, siyasal ege­ menlik kavramını devletler arası ilişkilerden toplumsal sınıflar arasındaki ilişkilere doğru genişletir, bourgeois hegemony ör­ neğinde olduğu üzere. Fakat bu egemenliğin niteliği, hegemo­ nic'in önceki İngilizce kullanımlarına pek çok bakımdan ben­ zer bir genişletilmiş anlamı üretecek biçimde görülebilir. Yani, sözcük doğrudan siyasal denetim sorunlarıyla sınırlı değildir, kilit özelliklerinden biri olarak dünyayı ve insanın doğasını, ilişkilerini belli bir şekilde görmeyi dayatan daha genel bir 1 74

egemenliği de tanımlamaya çalışır. Bu anlamda, dünyayı, ken­ dimizi ve ötekileri görme biçimlerinin yalnızca zihni değil, ay­ nı

zamanda kurumlardan tutun ilişkiler ve bilinç üzerinden

ifade edilen siyasal olgulara kadar, dünya görüşü kavramından farklıdır. Dayanak noktası olarak egemen sınıfın çıkarlarım anlatmasının yam sıra, boyun eğenlerin uygulamada "normal gerçeklik" ya da "sağduyu" kabul etmelerine bağlı olan IDE­ OLOGY'den [ideoloji] (bkz. bu madde) de farklıdır. Bu şekil­ de sözcük, siyasal ya da ekonomik iktidarın el değiştirmesinin yam sıra özgül bir hegemony'nin: yani bir tek siyasal ve eko­ nomik kurumlar ve ilişkilerde değil, aynı zamanda yaşantı ve bilincin etkin biçimlerinde var olan bütün bir sınıf egemenliği biçiminin devrilmesini vurguladığı için REVOLUTION [dev­ rim) (bkz. bu madde) hakkındaki düşünceleri etkiler. Bu da, savunulan düşünceye göre, ancak alternatif bir hegemony -yeni bir egemen uygulama ve bilinç- yaratılarak yapılabilir. Bu durumda söz konusu düşünce, sözgelimi, yeni kurumlar ve ilişkilerin kendiliğinden yeni yaşantı ve bilinci yaratacağı düşüncesinden farklıdır. Böylelikle hegemony ve hegemonic üzerindeki vurgu, siyasal ve ekonomik etkenler kadar kültürel olanları da kapsamaya başladı; bu anlamda altyapı değişince, hangi derecede dolaylılık ve gecikme olursa olsun, üstyapının da dçğiştiği ekonomik altyapı ve siyasal ve kültürel üstyapı dü­ şüncesinden farklıdır. Hegemony düşüncesi, geniş anlamıyla, bu durumda, seçim politikaları ve kamuoyunun önemli oldu­ ğu, toplumsal pratiğin gerçekte egemen sınıfın gereksinimleri­ ni ifade eden belli egemen düşüncelere rıza göstermeye dayalı görüldüğü toplumlarda özellikle önemlidir. Bir ekonomik sis­ temin ya da STRUCTURE'm [yapı) kendi yasalarına göre çök­ tüğü ya da yükseldiği ekonomik DETERMINISM'in [belirle­ nimcilik) (bkz. bu madde) aşın yorumlan dışında, hegemony mücadelesi, altyapıdaki değişikliklerin çoğu dahil olmak üze­ re, her türden köklü değişim için zorunlu ya da belirleyici ola­ rak görülür. Bkz. CULTURE,

IMPERIALISM 175

HISTORY [Tarih] En eski kullanımlarında history olayların öyküsel bir anlatı­ mıydı. Sözcük İngilizce'ye Fransızca yakınkök histoire'dan, o da Latince historia, Yunanca kök sözcük istoria'dan geliyordu; Yunanca'da ilk olarak araştırma anlamı, bundan gelişmiş araş­ tırmanın sonuçlan anlamı ve de bilginin aktanmı anlamı taşı­ yordu. Bütün bu sözcüklerde anlam, olayların story'sinden [öykülenmesi] geçmiş olayların öykülenmesine uzanan bir çe­ şitlilik gösterir, ancak araştırma anlamı da çoğu zaman kendi­ ni göstermiştir (krşl. Herodotus: " . . . niçin birbirleriyle savaşa girdiler"). İngilizce'deki ilk kullanımlarında, history ve story (son tahlilde aynı kökten türemiş olan alternatif İngilizce söz­ cük) sözcüklerinin ikisi de hayali olayların ya da gerçek oldu­ ğu varsayılan olayların anlatılması için kullanılıyordu. His­ tory'nin hayali olaylar için, gitgide azalarak, kullanılması özel­ likle romanlarda sürmüştür. Fakat 15. yüzyıldan itibaren his­ tory geçmişteki gerçek olayların anlatımına doğru ve story geçmişteki olayların daha az resmi anlatımından hayali olayla­ rın anlatımına uzanan bir kapsama doğru kaydı. Geçmişin dü­ zenli bilgisi anlamında history 15. yüzyılın sonlarında özgül yazılı anlatıma ilişkin daha eski bir anlamın genelleştirilme­ sinden doğmuştu. Historian, historic ve historical bu genel anlama uydular, gerçi hala yazma anlamını belli ölçüde taşı­ yorlardı. History'nin bu yerleşik genel anlamının günümüz lngilizce­ sinde başat anlam olarak varlığını koruduğu söylenebilir. His­ tory'nin geçmişin düzenli bilgisini içermekle birlikte buna in­ dirgenemeyecek önemli bir anlamını ayırt etmek zorunludur. Bunun tarihini ve tanımını vermek kolay değil, ama kaynağı muhtemelen 18. yüzyılın başlarında Vico'da ve Universal His­ tories'in [Evrensel Tarihler] yeni türlerinde kendisini gösteren insanın öz gelişimi olarak tarih anlayışıdır. Bu yeni anlamı ifa­ de etmenin bir yolu, geçmiş olayların özgül tarihler olarak de­ ğil, sürekli ve bağlantılı bir süreç olarak görüldüğünü söyle­ mektir. Bu sürekli ve bağlantılı sürecin çeşitli sistemlileştiril1 76

meleri ve yorumlan bu durumda yeni bir genel ve dolayısıyla soyut anlamda tarih'tir. Üstelik, insanın

öz gelişimi

üstündeki

vurgu göz önünde tutulursa, bu kullanımların çoğunda tarih geçmişe özel çağrışımını yitirir ve yalnızca şimdiyle değil, ge­ lecekle de bağlantılı hale gelir. Almanca'da bunu daha açık kı­ derme yaparken,

lan sözel bir ayrım vardır:

Historie büyük ölçüde geçmişe gön­ Geschichte (ve bununla bağlantılı Gesc­

hichtsphilosophie)

geçmiş, şimdi ve geleceği içeren bir sürece

gönderme yapabilmektedir. Bu tartışmalı modern anlamıyla history birçok entelektüel sistemi kendine çeker: özellikle Ay­ dınlanma'ya özgü CIVILIZATION'un (bkz. bu madde) ilerle­ mesi ve gelişimi anlamını; Hegel'de olduğu üzere, dünya tari­ hi süreci biçimindeki idealist anlamı; önce Fransız Devrimi ve sonra özellikle Marksizm'le ilişkili olan tarihsel güçler -şimdi de etkili olan ve bilinen yollarla geleceği şekillendirecek olan geçmişin ürünleri- biçimindeki siyasal anlamı. Süreç anlamı­ nın bu çeşitli biçimleri arasında, bütün bunlarla, tarih'i (hiçbir zorunlu tasarım, ya da bazen bunun yerine, geleceğe ilişkin zorunlu bir içerimin layıkıyla ayırt edilemediği) geçmişteki olayların bir aktarımı, ya da bir dizi aktarımı olarak görenler arasında kuşkusuz tartışmalar sürüyor. 20. yüzyılın ortaların­ da kullanıldığı biçimiyle Historicism'in [Tarihselcilik] üç an­ lam:ı,_ vardır: (i) geçmişin olgularına dayanan ve şimdiki olayla­ rın geçmişteki izlerini arayan araştırma yönteminin görece yansız tanımı; (ii) tüm özgül olayların yorumlanmasına yar­ dımcı olması gereken değişken tarihsel koşullar ve bağlamla­ rın özellikle vurgulanması; (iii) "tarihsel zorunluluk" ya da "tarihsel gelişimin genel yasalan"nm keşfine dayalı her türlü yorum ve öngörüye saldırmak amacıyla düşmanca bir anlam (krşl. Popper) . Zorunlu hatta olası bir geleceği reddeden bu tür bir tarihselcilik saldırısını, çok genel bir anlamıyla tarihten (kazaların, öngörülemeyen olaylar, bilinçli amaçların hüsrana uğramasının anlatısı olarak tarih) , çoğunlukla umuda karşı bir savunu olarak, ders çıkaran bir

gelecek

(daha iyi, daha ge­

lişmiş bir hayat biçimindeki özel anlamıyla) düşüncesinden ayırt etmek her zaman kolay değildir. Her ne kadar hep böyle

177

kabul edilmese de, tarih'in bu son kullanımı muhtemelen ge­ nel bir süreç olarak tarih'in 20. yüzyıla özgü bir biçimidir, ger­ çi artık, eski ve şu anda da etkin olan versiyonların gerçekleş­ tirilmesi ya da vaat edilmesiyle karşıtlık içinde, genel bir hüs­ ran ve yenilgi ömekçesini anlatmak için kullanılıyor. Dolayısıyla history'nin hangi anlamının şu anda egemen ol­ duğunu söylemek kolay değil. Historian önceki anlamıyla açıklığını sürdürüyor. Historical büyük ölçüde (ama bir tek de­ ğil) bu geçmiş anlamını koruyor, fakat historic çoğu zaman sü­ reç ya da kader anlamım içerecek biçimde kullanılmakta. His­ tory'nin kendisi bütün o yelpazesini koruyor ve hala, başka başka ellerde, bilinebilir geçmişin pek çok biçimini ve neredey­ se hayal edilebilir her tür geleceği gösteriyor ya da öğretiyor.

Bkz. DETERMINE, EVOLUTION HUMANITY [insanlık] Humanity, anlamlarının tümüyle ya da bir kısmıyla man [in­ san, adam, erkek] anlamındaki bir kök sözcüğün belli anlam özelleşmelerini temsil eden human, humane, humanist, hu­ manitarian gibi karmaşık bir sözcük grubuna aittir (Latince homo, hominis -insan, insana ilişkin; Latince humanus- insan­ lara ait ya da ilişkin). Önce hum.an ile huınane arasındaki ancak 18. yüzyılın baş­ larında modem biçimiyle yerleşen aynını anlamak gerek. Bu tarihten önce humane, insan türü (krşl. MAN) biçimindeki genel anlamıyla insanlar'ın ayırıcı özelliklerini özetleyebilen başlıca anlamlar grubunun normal yazımıydı. (All men are hu­ marı, önceki yazımıyla humane, ama all humans are either men (erkek şeklindeki özel anlamıyla) or women or children.) Huınane'in eski kullanımları insan doğası, insan dili, insan aklı vb.'ye gönderme yapardı, fakat 16. yüzyılın başlarından itibaren humane'in kibar, nazik, ince, cana yakın anlamlarına gelen bir kullanımı da vardı. 1 8. yüzyılın başlarından itibaren eski yazım artık sayılan anlamlarıyla ayn bir sözcük olan hu1 78

mane biçimini alacak biçimde özelleşirken, human çoğu genel anlamı için standartlaştı. Humanity'in farklı ama bununla ilişkili bir gelişimi oldu. tık olarak 14. yüzyılın sonlarında Fransızca yakınkök huma­ nite'den geçerek kullanılan sözcük, human'm genel anlamın­ dan çok huınane'in özel anlamına daha yakın bir anlam taşı­ yordu başlangıçta. Ortaçağdaki kullanımında zerafet ve ince­ likle eşanlamlı görünür ve bu, özdeş olmamakla birlikte, güç­ lü bir

civility

[nezaket] anlamı taşıyan İtalyanca

Fransızca humanite'nin (Latince ilişkili olmalı.

Humanitas'm

humanitas'tan)

umanita

ve

gelişimiyle

da zihinsel gelişme [ cultivation]

ve özgür eğitim gibi özgül bir anlamı vardı; dolayısıyla doğru­ dan doğruya

cultivation,

CULTURE ve CIVILIZATION'ın

[ eğitim, kültür, uygarlık] (bkz. bu maddeler) oluşturduğu modem bileşikle ilişkilidir. 16. yüzyılın başlarından itibaren İngilizce'deki gelişimi karmaşıktır. Zerafet ve incelik anlamı nezaket ve cömertliği kapsayacak biçimde genişletildi: "Hu­ manitie . . . is a generall name to those vertues, in whome se­ meth to be a mutuall concorde and love, in the nature of man" [İnsanlık. .. insanın doğasındaki karşılıklı uyum ve sev­ ginin bulunduğu erdemlerin genel adıdır] (Elyot, 153 1 ) . Ama aynı zamanda 15. yüzyılın sonlarından itibaren humanity'nin div inity'den [ tanrısallık] ayırt etmeye dönük bir kullanımı da vardır. Bu anlam, Ortaçağda humanity ile insandan daha aşa­ ğı olan, gerek

hayvan gerekse

(manidar biçimde)

barbar,

ara­

sındaki eski klasik karşıtlığın yerine sınırlı insanlık ile mut­ lak

tannsallık arasındaki karşıtlığın geçmesinde varlığını sür­

dürmüştür (krşl. Panofsky). 16. yüzyıldan itibaren terim hem tartışmalıdır hem de karmaşık; eğitimli başarıdan doğal kısıt­ lanmaya dek uzanan bir dizi anlam taşıyordu. Bu anlamından ötürü Shakespeare'in Hamlet'i "neither having th' accent of Christians, nor the gait of Christian, pagan, nor man" [ko­ nuşmaları olsun, hareketleri olsun ne Hıristiyana benziyordu, ne Müslümana; hatta ne de insana] dediği bazı oyuncular hakkında

1 79

thought some of Natures Joumey-men had made men, and not made them well, they imitated Humanity so abhominably. [Salımşlannda, böğürıişlerinde öyle insan bozuntusu bir hal vardı ki, bu mahluklar usta yerine çırak elinden çıkmışlar di­ ye düşündüm.] * (Hamlet) Fakat krşl. "l would change my Humanity with a Baboone" [İnsanlığımı bir babuna değişirim] .

(Othello)

Yine de humanity'nin en soyut anlamıyla bir dizi insan özel­ liğini yansız biçimde anlatan kullanımı 18. yüzyıldan önce gerçekten yaygın değildir; ama bu tarihten sonra aslında çok yaygınlaşmıştır. Zerafetten kibarlığa uzanan sürekli anlam gö­ rülür, belli bir bilgi türünü anlatan,

umanita ve humanitas'tan

gelişen bir anlamı da vardır. Humanity'nin 15 ve 16. yüzyılda ilahiyattan farklı bir bilgi türünü anlatan bir kullanımı

da var­

dı ve Bacon "üç tür bilgi" tanımlıyordu: "Divine Philosophy, Natural Philosophy and Humane Philosophy, or Humanitie" [Tanrısal felsefe, doğal felsefe ve insani felsefe, yani insanlık]

(Advanced Leaming, da Humanity artık

il,

v; 1605). Yine de akademik kullanım­

klasikler

dediğimiz şeyle, özellikle Latin­

ce'yle eşdeğerli oldu (hala bu anlamı taşıyan geçmişten kalma kullanımlar vardı) . 18. yüzyıldan itibaren Fransızca bir biçim, the humanities

(les humanites)

akademik ve bununla bağlantı­

lı kullanımda gitgide yaygınlaştı, sonuçta modem edebiyat ve felsefe de

klasiklere

eklendi. Bu kullanım, daha yaygın olan

İngiliz THE ARTS (bkz. bu madde) gruplandırmasından farklı olarak, Amerikan Ingilizcesi'nde normalliğini korudu. Bu yelpazenin kimi bölümleri humanist ve humanism'in gelişmesine de yansımıştır. Humanist doğrudan doğruya 16. yüzyılın başlarından itibaren önemli bir Rönesans sözcüğü olan İtalyanca umanista'dan alınmıştı. 16. yüzyılın sonlarında hem

klasist hem de ilahiyattan

farklı olarak insana ilişkin ko­

nulan inceleyen kişi anlamları vardı sözcüğün. Bir yandan "pagan" ile "Hıristiyan" ilmine ilişkin varlığını sürdüren ay­ rımlar, öte yandan "bilgili" olan (klasik dilleri bilen kişi olarak (*) Hamlet, Çev. Orhan Burian, MEB, 1946, 89.

1 80

tanımlanır) ile olmayanlar arasındaki ayrımlarla ilişkili olan asıl karmaşıklık da işte bu noktadadır. Rönesans'ın iki özelli­ ğiyle son derece ilgilidir: klasik bilginin "yeniden doğuşu"; in­

sana ve insan etkinliklerine yeni ilgilerin gelişmesi. Bu karma­ şıklık göz önünde tutulursa, humanist'in (Moryson, 1 6 1 7) devlet işleri ve tarihe meraklı kişi anlamına 1 7. yüzyılın başla­ rında rastlamak şaşırtıcı değildir. Rönesans ve Bilginin Dirili­ şi'nden çıkan bilginleri anlatmak üzere Humanist'in kullanıl­ ması 17. yüzyılda ortaya çıkmış gibidir, ama bu tarihten sonra yaygınlık kazanmıştır. Öte yandan Humanism muhtemelen doğrudan doğruya 18. yüzyılın sonlarında huınanity'nin sonradan gelişmiş soyut an­ lamına dayalı Almanca biçimden Humanismus'tan alınmıştır. Esasen CULTURE ve CIVILIZATION'ın o dönemdeki gelişi­ miyle ilişkili olan karmaşık bir tartışmadan ortaya çıkan, dine ilişkin tutum idi ve bu anlamda humanism (olumsuz athe­ ism'e yeğlenen olumlu bir sözcük olarak) yaygınlaştı. İnsanın öz gelişimi ve kendini kusursuzlaştırması olarak HISTORY'ye [ tarih] (bkz. bu madde) ilişkin Aydınlanma sonrası düşünce­ lerle bağlantılı olarak humanism'in daha geniş bir anlamı da 19. yüzyılda kuruldu ve bu humanist ve the huınanities'in ye­ ni gelişen anlamlarını temsil eden humanism'in yeni bir kulla­ nımwla çakıştı: CULTURE (bkz. bu madde) ve insan gelişimi ya da kusursuzlaşmasına ilişkin bir belli tutumlarla ilişkili bil­ gi türü. Humanitarian 19. yüzyılın başlarında ilk olarak dinle ilgili tartışmalar bağlamında ortaya çıktı: lsa'nın tanrı değil insan olduğunu öne süren konumu anlatıyordu . Moore (Diary, 1819) "bir ilahiyatçının bir tarikata şaşırdığından daha çok bir dilbilgici olarak sözcüğe şaşırdığı" bilgisini kaydeder. Sözcük bu özel biçimi, unitarian ve trinitarian'a örnekseme yoluyla al­ mıştır. Sonra bu geride kaldı. Humanism'in sonradan gelişen anlamıyla, daha çok humane'ın artık özelleşmiş olan anlamına özgü yeni eylem ve tutumlarla ilişki içinde, huınanitarian 19. yüzyılın ortalarından itibaren WELFARE'in [refah] (bkz. bu madde) bilinçli olarak genel uygulaması ya da değerlendirme1 81

si anlamıyla yerleşti. (20. yüzyılın başlarındaki hurnane kil­ ler'da özel ve ironik bir anlam görülür.) 19. yüzyılın büyük kısmında hurnanitarian'ın kullanımının düşmanca ya da kü­ çümseyici olması ilginçtir (tıpkı 20. yüzyılın ortalarındaki do­ gooder [iyi niyetli, ama başarısız sosyal reformcu] gibi) . Fakat şu anda tüm sözcükler içinde en az kavgacı olanıdır. Düşman­ lık çeken, muhtemelen yerel ve bireysel davranışlar ve tutum­ lar olarak görülen şeyleri sözcüğün bilinçli olarak topluma ge­ nellemesidir (krşl. 20. yüzyılda welfare). Human'ın 20. yüzyılın ortasındaki kullanımlarına ilişkin son bir not eklemek zorunlu. Elbette artık genel ve soyut an­ lamlarıyla standart olmuştur. Sıcaklık ve cana yakınlığı anlat­ mak için yaygın olarak kullanılıyor ("a very human person") . Görmezden gelinen kusuru anlatan dikkate değer bir kullanı­ mı da vardır ("human error" [insan hatası] , "natural human error" [doğal insan hatası] ) ve bazı kullanımlarda bu görece yansız gözlemden fazlasını anlatacak biçimde genişletilir. "He had a human side to him after all" [ne de olsa o da insan] yal­ nızca saygın bir adamın hata yapabileceğini anlatmaz; aynı za­ manda kafasının karıştığım ya da, bazı kullanımlarda, çeşitli bayağı davranışları olduğu, hile hatta suça karıştığı anlamına da gelebilir. (Krşl. "Jane [Austen] was very human, too -bitchy, even cruel and a bit crude sometimes" Uane Austen da bir beşerdi- şirret, hatta zalim ve zaman zaman kaba] -TV Times, 15-21 Kasım 1975.) Bu anlam açıkça, hata yapmanın yanı sıra günah işlemenin de insan doğasında olduğuna ilişkin geleneksel anlamla ilişkilidir. Fakat günümüzdeki kullanımın ilginç yanı, özellikle moda olan geç dönem burjuva kültürün­ de, önce bu yolla insanlığın hatalarının kanıtı olarak tanımla­ nan davranışların artık, illa alaycı ve gizli olması gerekmeyen bir onaylama anlamıyla, insan olmanın kanıtı olarak (likeable [beğenilen] anlamı da genelde pek uzak değildir) öne sürüle­ ceği biçimde "günah"ın değerinin değişmiş olmasıdır.

Bkz. CIVILIZATION, CULTURE, ISMS, MAN, SEX, WELFARE 182

1 I DEALISM [idealizm] Idealism'in başlıca iki anlamı var: (i) birçok çeşitli tanıma kar­ şın, düşüncelerin bütün geçekliğin temelinde yattığı ve ger­ çekliği biçimlendirdiği savunulan asıl felsefi anlamı; (ii) daha üst ya da iyi bir durumun davranışı yargılamak ya da eylemi belirlemek için sunulduğu düşünme biçimi şeklindeki daha geniş modern anlamı. Anlam (ii)'nin en önemli güçlüklerin­ den biri, özellikle kimi türemiş sözcüklerde, hem övgü hem de suçlama için kullanılmasıdır. Idealism 18. yüzyılın sonlarından bu yana İngilizce'de kullanılıyor, Fransızca yakınkök idealisme'den ve özellikle Almanca Idealismus'tan geliyor. Bu asıl felsefi anlamını 18. yüzyılın başlarından itibaren önce idealist sözcüğü taşıyordu. Geçmişe dönük belirleyici gönderme, Yunan düşüncesine, özellikle Platon'adır ve bu anlamda idea sözcüğü 15. yüzyı­ lın ortalarından itibaren İngilizce'de kullanılıyordu, gerçi 16. yüzyılın sonlarına kadar daha yaygın olan biçim idee idi. Yu­ nanca kök sözcük idea "görmek" anlamındaki fiilden gelir ve gö�nüş ile biçimden tutun Platon'a özgü tip ya da modele dek uzanan bir dizi anlam taşır. idea (i) -ideal lİJr 15. yüz­ yıldan itibaren; (ii) -figür- 1 6. yüzyıldan itibaren; (iii) ise -düşünce ya da inanç- 1 7. yüzyıldan itibaren yaygındır. An­ lam (iii)'ü anlatan genel bir isim, ideation ya da ideology, ancak 19. yüzyılın başlarında, idealism'in özel kullanımla­ rından gelişmiştir. Özgül felsefi kullanımı başat olarak 18. yüzyılın sonlarında­ ki ve 19. yüzyılın başlarındaki Alman klasik felsefesine gön­ derme yapar, gerçi aynı zamanda Plato'nun yanı sıra Berkeley gibi İngiliz filozoflarım da içerir. Fakat esas olarak aynı dö­ nemde sanat ve toplumsal düşünceyle bağlantılı olarak karma­ şık bir anlam altüst oluşu görüldü. Felsefede idealism, bütün önemli çeşitlemeleriyle birlikte, tanrısal ya da evrensel İdea ya 183

da İdealar olsun insan bilincini oluşturan düşünceler olsun, düşüncelerin esas olduğunu varsayıyordu. Tam da insan bilin­ cine ilişkin bu gönderimle birlikte altüst oluş başladı. Ide­ alism ve idealist, 18. yüzyılın sonlarından ve özellikle 19. yüzyılın başlarından itibaren, temel ve şekillendirici bir etkin­ lik olarak bilinçten çok, bilincin özel bir biçimini, bir nesneye belli özellikleri yaratıcı olarak bahşeden bir bilinci anlatmak üzere (nesnenin kendi özelliklerini mutlaka bilinçten aldığı felsefi idealizmin temel anlamına karşıt biçimde) kullanılmaya başladı. 19. yüzyılın başlarında ortaya çıkan idealize fiili, özel­ likle ilk kullanımlarında, ART [sanat] (bkz. bu madde) süreç­ lerini anlatıyordu. Düşsel yüceltme gibi daha genel bir süreci kapsayacak biçimde genişletilmesi 19. yüzyılın ortalarından önce, yani beraberinde istenmeyen bir yanlışlama içerimi de (idealization) kazanmaya başlamasından önce görülmez. lde­ alism ve idealist'in istenmeyen anlamlan da 19. yüzyılda ge­ lişmiştir; 1884'te artık karakteristik olmuş olan "mere idealist" [salt idealist] ifadesi görülüyordu. Bundan sonra ortaya çıkan anlam kanşıklıklan karşıtların bir araya getirilmesiyle gösterilebilir. MATERIALISM'le kar­ şıt olan bir idealism var: temelde felsefi bir itirazdır, ancak 20. yüzyılda iki terimin de genişletilmesiyle aslında özgeci­ likle bencillik arasındaki bir ayrımı kapsayacak biçimde ge­ nişletilmiştir: toplumsal polemikte karıştırılmasıyla birlikte, diğer yararları ne olursa olsun bu ayrımın felsefi tartışmayla bir ilgisi yoktur. Bir de realism'k karşıt olan idealism var: yi­ ne kökeni bakımından felsefi bir ayrım ve sanat tür ve süreç­ lerini anlatmak üzere bazı gelişimleri de olmuştur, ama yay­ gın kullanımda, 19. yüzyılın sonlarından itibaren ama özel­ likle zamanımızda, gerçekte pratik olanla olmayan arasında­ ki, özellikle türemiş sözcük idealistic ile REALISTIC (bkz. bu madde) arasındaki karşıtlığı anlatır. Ayrıca olumlu bir toplumsal ya da ahlaksal anlam olarak bencillik ya da kayıt­ sızlık veya darkafalılıkla karşıt bir idealism var. Bütün bu anlamlar hala süren önemli bir felsefi anlamla birlikte var ol­ duğu için, kendisi alışılmadık ölçüde karmaşık olan, ide184

alism açıkça her kullanılışında çok titiz olmayı gerektiren bir sözcüktür.

IDEOLOGY, MATERIALISM, NATURALISM, PHILOSPHY, RE­ ALISM

Bkz.

IDEOLOGY [ideoloji] Ideology İngilizce'de ilk olarak l 796'da, aynı yıl rasyonalist düşünür Destutt de Tracy'nin önerdiği yeni Fransızca sözcük ideologie'nin doğrudan çevirisi olarak görüldü. Taylor ( 1 796) : "Tracy read a paper and proposed to call the philosophy of mind, ideology" [Tracy bir bildiri okudu ve zihin felsefesini ideoloji olarak adlandırmayı önerdi] . Taylor: " . . .ideology, or the sciences of ideas, in order to distinguish it from the anci­ ent metaphysics" [ . . .ideoloji, yani düşüncelerin bilimi, onu es­

ki metafizikten ayırmak amacıyla] . Bu bilimsel anlamıyla, ide­ ology epistemolojide ve dilbilim kuramında 19. yüzyılın son­ larına kadar kullanıldı. Temel modem anlamını başlatan farklı bir anlamı Napoleon Bonaparte tarafından popülerleştirilmişti. Demokrasi -"hayata geçiremeyecekleri bir hükümranlığa halkı yükselterek yanlış yola �ürükleyen" - yanlılarına dönük bir saldırıda Aydınlanma ilkelerine "ideoloji" diye saldırdı. Güzel 'Fransa'mızın başına gelen her türlü musibeti ideologla­ nn öğretisine -yasalan insan kalbinin ve tarihten çıkanlacak derslerin bilgisine uydurmak yerine, canla başla ilk nedenleri bulmaya çalışan ve bu temel üzerinde halklann yasama gücünü kuracak olan şu karman çorman metafiziğe- yormak gerekir.

Bu kullanım bütün 19. yüzyıl boyunca yankılandı.

olarak kısmen ya

Bilinçli

da bütünüyle toplumsal kuramdan türetilen

her türlü toplumsal politikanın muhafazakar eleştirisinde hala çok sık rastlanır buna. Özellikle demokratik ya da sosyalist po­ litikalar hakkında kullanılır ve aslında, Napoleon'un kullanı­ mına uygun biçimde, ideologist 19. yüzyılda çoğunlukla genel

185

olarak devrimci ile aynı anlama gelirdi. Fakat ideology, ideolo­ gist ve ideological aynı zamanda, Napoleon'un saldırısının ge­ nişlemesiyle, soyut, uygulanamaz ya da fanatik kuram anlamı­ m kazandı. Sözcüğün bu tarihinin ışığında Scott'ı (Napoleon, vi, 25 1) okumak ilginç olacaktır: "ideoloji, yani Fransız hü­ kümdarın kızışmış beyinli delikanlılarla coşmuş çılgınları aşka getireceğini düşündüğü, hiçbir bakımdan kişinin kendi çıkarı­ na dayanmayan her türlü kuramı ayırt etmek için kullandığı takma ad" (1827). Cariyle, bunun farkında olarak, karşı koy­ maya çalıştı: "Britanyalı okur. . . bizim bu pek de hoş olmayan öğretimize ideoloji mi diyor?" (Chartism, vi, 148; 1839) . Bu durumda, 19. yüzyılın başlarında muhafazakar düşünür­ ler tarafından kullanıldığı biçimiyle ideology'nin yerici anla­ mıyla Marx ile Engels'in Alman 1deolojisi'nde (1845-7) ve son­ rasında popülerleştirdiği yerici anlam arasında doğrudan bir süreklilik vardır. Scott ideolojiyi "hiçbir bakımdan kişinin çı­ karına dayanmayan" kuram olarak ayırıyordu, gerçi Napole­ on'un alternatifi aslında (gerektiği üzere muğlak olan) "insan kalbinin ve tarihten çıkarılan derslerin bilgisi"ydi. Marx ve Engels, çağdaşları Alman radikallerinin düşüncelerine yönelt­ tikleri eleştiride, ideolojinin tarihin gerçek süreçlerinden so­ yutlanmasına odaklandılar. Dönemin egemen düşünceleri hakkında söyledikleri üzere, düşünceler "egemen maddi ilişki­ lerin, düşünceler olarak kavranan maddi ilişkilerin düşünsel anlatımından başka bir şey değildir" . Bunu fark edememek ideology'yi üretir: yani gerçekliğin terse çevrilmiş bir biçimini. Her ideolojide insanlar ve koşullan camera obscura da olduğu '

üzere tepe taklak görünüyorsa, tıpkı nesnelerin retinada ters çevrilmesinin fiziksel yaşam süreçlerinden ileri gelmesi gibi onların tarihsel yaşam süreçlerinden ileri gelir bu olgu. (Al­ man ideolojisi, 47) Ya da Engels'in daha sonra ifade ettiği gibi: Her ideoloji. .. bir kez ortaya çıktıktan sonra verili kavram malzemesiyle bağlantı içinde gelişir ve bu malzemeyi gelişti186

rir; öteki türlü ideoloji, yani bağımsız olarak gelişen ve kendi yasalarına tabi bağımsız kendilikler olarak düşüncelerle ilgi­ lenme, olmaktan çıkar. Bu düşünce süreci kafalarında işleyen kişilerin maddi yaşam koşullarının bu sürecin akışım son aşa­ mada belirliyor olması, ister istemez bu kişilerce bilinmeden kalır, çünkü öteki türlü her ideolojinin sonu gelirdi. (Feuer­ bach, 65-6) Ya da yine: İdeoloji düşünür denilen kişi tarafından bilinçli olarak ger­ çekleştirilen bir süreçtir, aslında sahte bilinçle. Onu harekete geçiren gerçek nedenler kendisince bilinmeden kalır, öteki türlü bu ideolojik bir süreç olmazdı. Bu nedenle, yanlış ya da görünüşteki nedenleri düşünür. Çünkü biçimini de içeriğini de bütünüyle düşünceden, kendisinin ya da ondan önce ge­ lenlerin düşüncelerinden çıkardığı bir düşünce sürecidir bu. (Mehring'e Mektup, 1893) Ideology bu durumda soyut ve yanlış düşüncedir, ilk muha­ fazakar kullanımla doğrudan doğruya bağlantılı bir anlamdır bu, ama alternatifi farklı bir şekilde ileri sürülür - gerçek maddi koşulların ve ilişkilerin bilinmesi. Marx ve Engels bu düşünceyi dönemlerinde eleştirel biçimde kullandılar. Egemen sınıfın "düşünürleri o sınıfın kendisi hakkındaki yanılsaması­ nı cilalamayı kendilerine başlıca geçim kaynağı yapmış olan etkin kavramsal ideologlanydı" (Alman Ideolojisi, 65) . Ya da yine: "Fransız demokrasisinin resmi temsilcileri cumhuriyetçi ideolojiye o kadar batmışlardı ki, ancak birkaç hafta geçtikten sonra Haziran savaşının önemini bir nebze anlamaya başladı­ lar" (Fransa'da Sınıf Mücadeleleri, 1850). Yanılsama, yanlış bi­ linç, gerçekdışılık, tepe taklak gerçek olarak ideoloji şeklinde­ ki bu anlam, Marx ve Engels'in yapıtında egemendir. Engels daha "yüce ideolojilerin" -felsefe ve din- dolaysız siyaset ve hukuk ideolojilerinden daha fazla maddi çıkarlardan uzaklaş­ mış olduğuna inanıyordu, ama karmaşık olmakla birlikte ara­ daki bağlantı hala belirleyiciydi (Feuerbach, 277) . "Hala hava-

187

da yüzen . . . ideoloji krallıkları . . . doğaya, insanın kendisine, ruhlara, büyülü güçlere, vb. . . . ilişkin çeşitli yanlış kavrayış­ lar" dı bunlar (Schmidt'e Mektup, 1890). Sözcüğün bu anlamı korundu. Yine de Marx'ın yazılarının kimi bölümlerinde ideology'nin başka, daha yansız bir anlamı vardır, Ekonomi Politiğin Eleştiri­ sine Katkı'daki (1859) meşhur pasajda dikkati çeker: Ekonomik üretim koşullarının maddi dönüşümüyle ... insan­ ların bu çauşmanın farkına vanp mücadele ettiği yasal, din­ sel, estetik ya da felsefi -kısacası, ideolojik- biçimler arasında her zaman ayrım yapılmalıdır.*

Açıkça önceki anlamla ilgilidir bu: ideolojik biçimler eko­ nomik üretim koşullannın (bunlardaki değişimlerin) ifadesi­ dir. Fakat insanlann ekonomik üretim koşullan ve bunlardaki değişimlerden doğan çatışmanın bilincine vardıklan biçimler olarak görülüyorlar burada. Bu anlam ile saf yanılsama olarak ideolojiyi bağdaştırmak çok zor. Aslında, geçtiğimiz yüzyılda, ideology'nin bu maddi çıkar­ lardan ya da daha geniş olarak belli bir sınıf ya da gruptan do­ ğan düşünceler anlamı, en az yanılsama olarak ideology anla­ mı kadar sık kullanılmıştır. Üstelik, bu anlamlar, Marksist ge­ lenekte bazen çok kafa kanştıncı biçimde kullanılmıştır. Le­ nin'in şu pasajında yanılsama ya da yanlış bilinç anlamı açıkça hiç yoktur: İşçi sınıfının mücadelesinin ideolojisi olduğu ölçüde sosya­ lizm, bir ideolojinin doğuşu, gelişmesi ve güçlenmesine iliş­ kin genel koşullara uyar, yani insan bilgisinin tüm malzemesi üstüne kuruludur, üst düzey bir bilimi önvarsayar, bilimsel çalışma gerektirir, vb. . . Kendiliğinden gelişen işçi sınıfının mücadelesinde, başlıca güçlerden biri olarak, kapitalist ilişki­ ler zeminine, sosyalizm ideologlar tarafından taşınır. (Kuzey Federasyonuna Mektup) (*) Marx'ın Almancası şöyle: . .. hurz, ideologischaı Fonnaı, worin sich die Menschaı

diesaı Konflikts bewusst werdaı...

188

Dolayısıyla aruk "işçi sınıfı ideolojisi" ya da "burjuvazi ide­ olojisi" vb. vardır ve her durumda ideology o sınıfa ait düşün­ ce sistemidir. Bir ideolojinin bir başka ideoloji karşısında doğ­ ru ve ilerici olduğu öne sürülebilir. Düşman sınıfı temsil eden diğer ideolojinin, onların çıkarlarının doğru bir ifadesi olmak­ la birlikte, genel insan çıkarları için yanlış olduğunu eklemek de mümkündür ve önceki yanılsama ya da . yanlış bilinç anla­ mına dair bir şeyler, bu durumda, öncelikle belli düşüncelerin sınıfsal niteliğinin tanımı olan şeyle ancak gevşek bir şekilde ilişkilendirilebilir. Fakat genellikle temsil ya da hizmet ettiği sınıfı ya da toplumsal grubu belirten bir sıfatla nitelenmesi ge­ reken ideology'nin bu görece yansız anlamı, aslında pek çok tartışmada yaygınlık kazanmıştır. Aynı zamanda, Marksizm içinde olduğu gibi başka yerlerde de, ideology ile SCIENCE [bilim] (bkz. bu madde) arasında, yanılsamalı ya da salt soyut düşünce anlamım korumak için, standart bir aynın görülmüş­ tür. Engels'in önerdiği, insanın gerçek hayat koşullarım, dola­ yısıyla da gerçek nedenleri fark edince ideolojinin sona erece­ ği, ancak bundan sonra bilinçlerinin gerçeklikle ilişki içinde olacağı için sahiden bilimsel olacağı (krşl. Suvin) ayrımım ge­ liştirir bu.

Bilim olarak Marksizm ile ideoloji olarak diğer top­

lumsal düşünceler arasında kurulmaya çalışılan bu aynın kuş­ kus� tartışmalıdır, bir tek Marksistler arasında da değil. "Toplumsal bilimler"in çok daha geniş alanında, ideology (kurgulamaya dayalı sistemler) ile bilim (kanıtlanmış olgular) arasındaki benzer ayrımlar beylik laflardandır. Bu arada, popüler tartışmada, ideology hala Napoleon'un yüklediği anlamda kullanılır büyük ölçüde. Duyarlı insanlar EXPERIENCE'a [deneyim] (bkz. bu madde) güvenir ya da bir felsefeleri vardır; aptal insanlarsa ideolojiye bel bağlar. Bu an­ lamda ideoloji, Napoleon'da olduğu gibi bir küfür sözüdür bü­ yük ölçüde.

Bkz. DOCTRINAIRE, EXPERIENCE, IDEALISM, PHILOSOPHY, SCIENCE

189

IMAGE [imaj, imge, suret, hayal] Image'm 13. yüzyıldan itibaren İngilizce'deki en eski anlamı fiziksel bir suret veya benzerlikti. Bu aynı zamanda Latince kök sözcük imago'nun da en eski anlamıydı, ancak Latince'de hayalet, kavram veya düşünce anlamı da gelişmişti. Imitate'in [taklit etmek] gelişimiyle olası bir kök ilişkisi varclır, ama bu süreçleri anlatan pek çok sözcükte olduğu üzere (krşl.

vision

[görü] ve idea [düşünce] ) , "kopyalama" düşünceleri ile iınagi­ nation [hayal gücü, imgelem] ve imaginary [hayali, imgesel] düşünceleri arasında derin bir gerilim vardır. Bunların her biri İngilizce'de başından beri, açıkça görülmeyenin yanı sıra var olmayanı görmeye ilişkin hayli eski bir anlam da dahil, hep zi­ hinsel kavramlara gönderme yapmıştır. Ancak istenmeyen an­ lam 16. yüzyıla kadar yaygın değildi. Image'm fiziksel anlamı 17. yüzyıla kadar başattı, ancak 16. yüzyıldan itibaren daha geniş olan anlamı, büyük ölçüde zi­ hinsel bir gönderimle kuruldu ve 17. yüzyıldan itibaren edebi­ yat tartışmalarında, yazı veya konuşmadaki bir "figürü" anlat­ mak üzere önemli bir özelleştirilmiş kullanımı varclı. Fiziksel anlam çağdaş İngilizce'de hala geçerlidir, ama idol'le birbirine taşan, istenmeyen yananlamlar kazanmıştır. Zihinsel kavrama ilişkin genel anlam (compare the image of. . . [ . . imgesini kar­ .

şılaştırın] karakteristik veya temsil eden bir tip) hala normal­ dir ve edebiyattaki özelleştirilmiş kullanımı yaygındır. Fakat bazen öyle görünüyor ki, tüm bu kullanımlar ima­ ge'ın reklamcılıktaki bir kullanımının gerisinde kalmıştır; o anlamın da daha eski kavram veya karakteristik tip anlamları­ na dayandığı, ama pratik olarak, ticari marka imajı veya bir politikacının kendi imaj'ına ilişkin kaygısında olduğu üzere, "algılanan ün" anlamına geldiği görülebilir. Bu aslında reklam­ cılık ve halkla ilişkiler jargonunun bir terimidir. Önemi tele­ vizyon gibi görsel medyanın öneminin gitgide artmasıyla bü­ yümüştür. Resim ve edebiyattaki image anlamı sinemadaki te­ mel birimleri anlatmak için geliştirilmiştir. Bu teknik anlam, pratikte, "algılanan" ün veya karakter olarak image'ın ticari ve

190

manipülatif süreçlerini destekler. Imagination ve özellikle imaginary içerimlerinin image'ın 20. yüzyılın ortalarından iti­ baren reklamcılık ve politikadaki kullanımından ayn tutulma­ sı ilginçtir. Bkz. FICTION, IDEALISM, REALISM

IMPERIALISM [Emperyalizm] Sözcük olarak imperialism 19. yüzyılın ikinci yansında geliş­ ti. Imperialist çok daha eskidir, 17. yüzyılın başlarına kadar gider, ama 19. yüzyılın sonlarına kadar imparatora ya da yöne­ tim biçimi olarak imparatorluğa bağlı olan anlamını taşıyordu. Imperial'm kendisi, aynı eski anlamla, 14. yüzyıldan bu yana İngilizce'de kullanılıyordu; yakınkökü Latince imperialis, kök sözcüğü ise Latince imperium -emir ya da üstün güç- idi. lmperialism ve modem anlamıyla imperialist önce İngiliz­ ce'de gelişti, özellikle 1870'ten sonra. Anlamı sürekli tartışılı­ yordu, çünkü örgütlü sömürge ticareti ve örgütlü sömürge yönetimine farklı gerekçeler ve yorumlar atfediliyordu. İngil­ tere içindeki tartışma rakip emperyalizmlerin ortaya çıkma­ sıyla birden değişmişti. Sömürgelerin tek bir ekonomik, ço­ ğunhlkla korumacı sistemde tutulmaları için askeri denetim­ den yana ve denetime karşı tartışmalar vardı. Emperyalizmi modem CIVILIZATION'la [ uygarlık] (bkz. bu madde) ve "uygarlaştırma görevi"yle eşitlemeye dönük sürekli bir siyasal seferberlik vardı. lmperialism 20. yüzyılın başlarında, çeşitli biçimlerde mo­ dem emperyalizm olgusunu CAPITALIST (bkz. bu madde) ekonominin belli bir gelişim aşamasına bağlayan bir dizi yaza­ rın -Kautsky, Bauer, Hobson, Hilferding, Lenin- yapıtında ye­ ni bir özgül yananlam kazandı. Bu konuda hala süren çok ge­ niş bir tartışma yazını var. Sözcüğün kullanımı üstündeki te­ mel etkisi, siyasal bir sistemle ekonomik bir sistem üstüne vurgular arasındaki açık bir belirsizlik, zaman zaman bulanık­ lık olmuştur. 19. yüzyılın sonları İngilteresi'nde tanımlandığı

191

üzere, imperialism öncelikle sömürgelerin ekonomik olduğu kadar önemli sayılan diğer nedenlerle imparatorluk merkezin­ den yönetildiği bir siyasal sistemse, sömürgelere sonradan ba­ ğımsızlık verilmesi "emperyalizmin sonu" olarak tanımlanabi­ lir, nitekim sık sık tanımlanmıştır da. Öte yandan, imperi­ alism öncelikle dış yatının, pazarlar ve hammadde kaynakları­ nın ele geçirilip denetlenmesine dayalı bir ekonomik sistemse, sömürgeler ya da eski sömürgelerin statüsünde görülen siyasal değişimler varolan ekonomik sistemin imperialist olarak ta­ nımlanmasını pek etkilemeyecektir. Şu andaki siyasal tartış­ mada, bulanıklık çoğu zaman kafa karıştırır. Özellikle "Ameri­ kan emperyalizmi" ifadesinde durum böyledir; burada baştaki siyasal gönderim artık daha önemlidir, hele imparatorluk mer­ kezinden doğrudan yönetim şeklindeki 19. yüzyıl anlamını ta­ şıyorsa, ama dolaylı ya da üstü kapalı siyasal ve askeri denetim içerimleriyle ekonomik gönderim hala doğrudur. Neo-imperi­ alism ve özellikle neo-colonialism 20. yüzyılda bu sözü geçen emperyalizm türünü anlatmak için sık sık kullanılmıştır. Aynı zamanda, eski anlamın farklı bir biçimi, SSCB'nin "uydula­ rı"yla ilişkilerinin ekonomik ya da siyasal niteliğini anlatmak için yapılan "Sovyet emperyalizmi" (krşl. "Sovyet İmparator­ luğu") ve, bunun Çinli yorumu, "sosyal emperyalizm"de yeni­ den canlanmıştır. Dolayısıyla, artık neredeyse evrensel olarak olumsuz anlamda kullanılan aynı güçlü sözcük, kökten farklı ve bilinçli olarak birbirine karşıt olan iki siyasal ve ekonomik sistemi anlatmak üzere kullanılabiliyor. Fakat olumlu bir an­ lamda kullanılan DEMOCRACY (bkz. bu madde) örneğinde olduğu üzere, belli konumlardan, yani kökten farklı ve bilinçli olarak birbirine karşıt siyasal sistemlerden, imperialism, temel toplumsal ve siyasal çatışmalara gönderme yapan her sözcük gibi, anlamsal olarak, tek bir doğru anlama indirgenemez. Geçmişte ve günümüzdeki önemli anlam farklılıkları kendi iç­ lerinde incelenmesi gereken gerçek süreçleri gösteriyor. Bkz. HEGEMONY, NATIVE, WESTERN

192

IMPROVE [Geliştirmek] lmprove özgül bir anlamdan genel bir anlama kayma süreci­ nin ilginç bir örneğidir. İngilizce'ye önceleri birçok yazım çe­ şitlemesinden sonra, eski Fransızca yakınkök en preu ile kök sözcük pros'tan -kar- geçti. En eski kullanımlarında parasal kazanca yönelik işlemlere, özellikle toprak üzerine veya top­ rakla ilişkili işlemlere, genellikle de kamusal toprağın veya bozkırın çevrilmesine gönderme yapardı; bu kullanımı genel­ likle invest'e [yatının yapmak] denkti. 16. yüzyıldan 18. yüzyı­ lın sonlarına kadar baskın olan anlamı, toprakla ilişkili olarak bu karlı işlemlere ilişkin anlamdı; 18. yüzyılda modernleşen tarım kapitalizminin gelişiminde anahtar bir sözcük oldu. "Kazanç sağlamak için kullanmak" anlamı, "improve the occa­ sion" [fırsatı değerlendirmek) ve "improve the hour" [saati/za­ manı değerlendirmek) gibi hala yaşayan ifadelerde korunmuş­ tur. Daha geniş olan "geliştirmek" anlamı 17. yüzyıldan itiba­ ren gelişti ve 18. yüzyılda ekonomik işlemlerle genellikle doğ­ rudan çakışarak yerleşti. Bu anlamı Cowper'ın dikkatini çek­ miş ve eleştirisine uğramışn: Improvement too, the idol of the age, , Is fed with many a victim. [ Çağın putu olan geliş(tir)me de Pek çok kurbanla beslenir.] (The Task, iii, 764-5, 1 785)

18. yüzyılın ortalarından itibaren karakteristik "improve oneself' [kendini geliştirmek] anlamı görüldü ve ardından "improving reading" [okumayı geliştirme) gibi ifadeler geldi. Improvement'm bazen çelişkili olan anlamlarının jane Austen farkındaydı, kazanca yönelik ekonomik işlemler, toplumsal ve ahlaki iyileştirmeye götürmeyebilir veya onu engelleyebilirdi. Persuasion'da (V bölüm) toprak sahibi bir aile "in a state of al­ teration, perhaps of improvement" [bir değişim, belki geliş­ me/yatının halinde) diye tanımlanmıştı. Genel anlamın eko-

193

nomik anlamdan ayrılması bundan sonra normalleşir, ama "bir şeyi geliştirme" ile "bir şeyden kazanç sağlama" arasında­ ki alttan alta karmaşık ilişki, sözcüğün bu şekilde değiştiği sı­ ralardaki toplumsal ve ekonomik tarih hatırlanınca, anlamlı­ dır.

Interest'ın eşdeğerli gelişimini karşılaştırabiliriz.

Bkz. DEVELOPMENT, EXPLOITATION, INTEREST

I NDIVIDUAL [Birey, bireysel] Individual köken olarak bölünemez anlamına gelirdi. Bu şu anda paradoks gibi görünüyor. "Birey" diğerlerinden farklılığı vurgular; "bölünemez" ise zorunlu bir bağı. Modem anlamın özgün anlamdan gelişmesi alışılmadık bir toplumsal ve siyasal tarihin dildeki kaydıdır. Doğrudan yakınkök olan orta Latince da Latince

re'den

individuus'tan türemiştir:

yüzyıl­

divide­ Individuus

Latince kök sözcük

-bölmek- türetilmiş olumsuz

Yunanca

individualis, 6.

(in-)

bir sıfat.

atomos'la -kesilemez, bölünemez- çevrilirdi. 6. yüz­ individuus'un anlamlarını şöyle tanımlıyordu:

yılda Boethius

Bir şeye çeşitli biçimlerde individual denebilir: birlik ve ruh gibi bölünemez olanlara individual denir (i) ; çelik gibi sertli­ ğinden ötürü bölünemeyenlere individual denir (ii); Socrates gibi türünün tek örneği olanlara individual denir (iii). (In Porphyrium commentarium liber secundus) _

Individualis ve individual ortaçağın teolojik tartışmalarında, özellikle Üçleme'nin birliğine ilişkin tartışmada temel bölüne­ mezlik anlamıyla bulunabilir (alternatif biçim olan

indivisible

da o zaman kullanılıyordu) . Dolayısıyla: "to the... glorie of the hye and indyvyduall Trynyte" [yüce ve bölünemez olan Üçle­ me'nin şanına. . . ] ( 1425). Anlam (i) çok genel bir kullanımla .

1 7. yüzyıla kadar sürdü: "Individuall, not to bee parted, as man wife" [Individuall, kan-koca gibi ayrılamaz olan] (1623); " . . . would divitle the individuall Catholicke Church into seve­ rall Republicks" [bölünemez olan Katolik Kilisesi'ni birçok

194

Cumhuriyete bölecekti] (Milton, 1 641). Anlam (ii) 17. yüzyıl­ dan itibaren fizikte yerini genel olarak

atom'a

bıraku. Kendine

özgü insanı anlatan anlam (iii)'ün ise 17. yüzyılın başlarından itibaren tarihi çok karmaşıktır. Geçişi en iyi "in the general"a karşıt olarak "in the individu­ all" sözünün kullanımları gösterir. Bu ilk kullanımların çoğu modem anlamda okunabilirler, çünkü sözcük hala çok karma­ şık. Dolayısıyla: "as touching the Manners of leamed men, it is a thing personal and individual" (Bacon,

aming, 1,

Advancement of Le­

iii; 1 605) . Sıfatta ilk gelişen anlam "kendine özgü"

ya da "özel"di: "a man should be something that men are not, and individual in somewhat beside his proper nature" (Brow­ ne, 1646). Anlamı çoğu zaman, burada olduğu üzere, yerici­ dir. Sözcük Donne'm yeni kavramlar olan "eşsizlik" ya da "bi­ reycilik" e yönelttiği aynı itirazda kullanılır:

For every man alone thinks he hatlı got To be a Phoenix, and that then can be None of that kind of which he is but he. [Herkes zümrüdüanka olması gerektiğini düşünür derken anlar neyse o olmaktan başka bir şansı olmadığını] (First Anniversarie, 161 1) Bu düşünce biçiminde, insan doğasının temeli ortakur; "bi­ reysel" bundan çoğu zaman beyhude ya da eksantrik bir sap­ madır. Fakat kimi tartışmalarda "in the general" ile "in the in­ dividual" arasındaki karşıtlık yeni adın çok önemli biçimde or­ taya çıkışına neden oldu. Neredeyse ta Jackson'da ( 1641) gö­ rülür: "Peace . . . is the very supporter of Individualls, Families, Churches, Commonwealths" [barış . . . kişilerin, ailelerin, kilise­ lerin, ülkelerin en büyük destekçisidir] , gerçi "individualls" burada hala bir sınıfur. Herhalde ancak Locke'da

(Human Un­

derstanding, III, vi; 1690) modem toplumsal anlamı ortaya çık­ mıştır, ama hala bir sıfatu: "our idea of any individual Man" . Tekil adın belirleyici gelişimi aslında toplumsal ya da siyasal düşüncede değil, iki özel alanda oldu: mantık ve, 18. yüzyıl-

195

dan itibaren, biyoloji. Dolayısıyla: "an individual. . . in Lo­ gick. .. signifies that which cannot be divided into more of the same name or nature" [birey. . . Mantıkta... aynı ad ya da nite­ likte başka öğelere bölünemeyeni anlaur] (Phillips, 1658). Bu biçimsel sınıflandırma Chambers'da ( 1727-41) ortaya konur: "the usual division in logic is made into genera... those genera into species, and those species into individuals" [mantıkta bil­ diğimiz bölümleme genel türlere ayırılır, genel türler özel tür­ lere, özel türler de bireylere ayrılır] . Aynı biçimsel sınıflandır­ ma yeni biyoloji için de olanaklıydı. 18. yüzyıla kadar indivi­ dual, deyiş yerindeyse, bölünemez bölümle açıkça ilişki içinde olmadan nadiren kullanılırdı. Dryden'daki modem bir kullanı­ ma benzeyen aşağıdaki örnekte bile böyledir: That individuals die, his will ordains; The propagated species still remains. [Bireyler ölecek, budur emri; ve üreyen tür kalacak geride] (Fables Ancient and Modem, 1 700)

Ancak 18. yüzyılın sonlarında sözcüğün kullanımlarında önemli bir tutum değişikliği görülür: "among the savage nati­ ons of hunters and fishers, every individual. . . is . . . employed in useful labour" [avcı ve balıkçı olan yabanıl uluslar içinde, her birey. . . yararlı bir işte kullanılır] (Adam Smith, Wealth of Nati­ ons, i, Introd. , 1 776) . 19. yüzyılda, biyolojide ve siyasal dü­ şüncede aynı şekilde, sözcüğün dikkate değer bir olgunlaşma­ sı görülür. Evrimsel biyolojide Darwin (Origin of Species, 1859) "no one supposes that all the individuals of same speci­ es are cast in the same actual mould" [kimse aynı türün bütün bireylerinin aynı kalıba döküldüğünü varsaymıyor] diye kabul eder. "An individual" sözüne -tek grup örneği- "the individu­ al" (temel bir varlık türü) eklendi ve yerini buna bıraktı. Modern anlamda individuality [bireysellik] kavramlarının ortaya çıkışı, ortaçağ toplumsal, ekonomik ve dinsel düzenin yıkılmasına bağlanabilir. Feodalizme karşı olan genel hareket-

196

te, bir kişinin kau bir hiyerarşik toplumdaki yeri ve işlevinin ötesindeki varoluşu vurgulanıyordu. Protestanlıkta da, bir kişi­ nin Tanrı'yla doğrudan ve bireysel ilişkisi buna bağlı olarak, Ki­ lise'nin DOLAYIMLADICI (bkz. MEDIATION maddesi) bu iliş­ kiye karşı vurgulanıyordu. Fakat ancak 17. yüzyılın sonlarında ve 18. yüzyılda, manuk ve matematikte yeni bir çözümleme bi­ çimi, bireyi diğer kategorilerin, özellikle de kolektif kategorile­ rin türediği gerçek kendilik olarak farzetti (krşl. Leibniz'in "monadları") . Aydınlanma'nın siyasal düşüncesi esas olarak bu modele uydu. Taruşma öncelikli ve birincil varoluşa sahip bi­ reylerden başladı ve yasalarla toplum biçimleri, Hobbes'da ol­ duğu üzere boyun eğmeyle, liberal düşüncede de sözleşme ve­ ya rızayla, doğal yasanın yeni biçimiyle onlardan türetildi. Kla­ sik iktisatta, ticaret başlangıç noktasında ekonomik ya da ticari ilişkilere girmeye karar veren ayn bireyler varsayan bir modelle tanımlanıyordu. Yararcı ahlakta ayn bireyler, yaptıkları şu ya da bu davranışın sonuçlarını hesap ederdi. Başlangıç noktası ola­ rak "birey"e dayanan liberal düşünce muhafazakar konumlar­ dan -"the individual is foolish. . . the species is wise" [birey ap­ taldır. . . türse akıllı] (Burke)- olduğu kadar, 19. yüzyılda sosya­ list konumlardan da, en eksiksizi Marx'ta olmak üzere, eleştiri­ liyordu; Marx "birey" ve toplum gibi soyut kategorilerin karşıt­ lığına saldırdı ve bireyin toplumsal bir yaranın olduğunu, belli

ilişkil rin içine doğduğunu ve onlar tarafından BELIRLEND1C1N1 (Bkz. PETERMINE) savundu. Individual'm modem anlamı bu durumda bilimsel gelişme­ nin belli bir evresiyle siyasal ile ekonomik düşüncenin bir ev­ resinin sonucudur. Fakat 19. yüzyıldan itibaren bunun içinde bir aynın yapılmaya başladı bile. tki türemiş sözcüğün gelişi­ minde özetlenebilir bu: individuality ve individualism [birey­ cilik] . Bunlardan ikincisi, liberal siyasal ve ekonomik düşün­ cenin ana akımına denk düşer. Fakat Simmel'in işaret ettiği bir aynın vardır: "the individualism of uniqueness against that of singleness

-Einzelheit."

-Einzigheit- as

Simmel'e göre, "single­

ness"- soyut bireycilik- 18. yüzyılın matematik ve fiziğine odaklanan nicel düşünceye dayalıdır. Oysa "uniqueness" [biri-

197

ciklik] nitel bir kategoridir ve Romantik harekete ait bir kav­ ramdır. Aynı zamanda türün vurgulandığı ve bireyin türe bağ­ landığı, fakat bir türün içindeki biricikliğin de kabul edildiği evrimsel biyolojiye ait bir kavramdır. "Birey"e ilişkin tartışma­ ların çoğu artık individualism ile individuality'nin ifade ettiği ayn ayn anlamlan birbirine karıştırıyor. Individuality'nin tari­ hi daha uzundur ve individual'ın içinde geliştiği karmaşık an­ lamların arasından çıkıp gelmiştir, hem kişinin biricikliğini hem de bir grubun (ayrılmaz) üyesi oluşunu vurgular. Indivi­ dualism ise 19. yüzyılda türetilmiştir: "a novel expression, to which a novel idea has given birth" [yeni bir düşüncenin do­ ğurduğu yeni bir söz] (çev. Tocqueville, 1835): yalnızca soyut bireylere değil, bireysel durumlar ve çıkarların önceliğine de ilişkin bir kuram bu.

Bkz. MAN, PERSONALITY, SOCIALISM, SOCIETY, SUBJECTIVE

INDUSTRY [Sanayi, endüstri] Industry'nin başlıca iki anlamı var: (i) insanın sürekli uygula­ ma ya da çaba niteliği; (ii) üretim veya ticarete yönelik kurum ya da bir dizi kurum. Bu iki anlam modem sıfat biçimleriyle açıkça ayırt edilirler: industrious [gayretli, çalışkan] ve in­ dustrial (endüstriyel, sınai). Industry 15. yüzyıldan bu yana İngilizce'de; Fransızca ya­ kınkök industrie'den, o da Latince industria'dan -çaba- gelir. Elyot 153 l'de şöyle yazacaktı: "industrie hatlı nat ben so lon­ ge tyme used in the englisshe tonge as Providence; wherfore it is the more straunge, and requireth the more plaine expositi­ on" [industrie sözcüğü İngiliz dilinde Providence kadar uzun süredir kullanılmıyor; bu nedenle daha tuhaf görünür ve daha yalın bir açıklama gerektiriyor] ve sözcüğü çabuk algılama, yeni icat ve hızlı öğüt diye tanımlayacaktı. Yine de bununla aynı dönemde miskinlik ve kasvete karşıt; çabayla eşanlamlı; ve özelleşmiş bir kullanımında, çalışma yöntemi ve aracı anla­ mında kullanımlar vardı. Hamarat ya da gayretli demek olan

198

industrious, 16. yüzyılın ortalarından itibaren yaygın olan tü­ remiş sıfat biçimiydi, fakat 16. yüzyılda industrial da bir kez görülür, ekilmiş (industriall) ile doğal meyveler arasındaki ay­ nını belirtmek üzere. Bu dönemde, 18. yüzyılın sonlarına ka­ dar, yani 19. yüzyılın ortalarında kendisini herhalde yeni bir Fransızca ödünçleme olarak yaygınlaşuracak gelişme boy gös­ terinceye kadar, industrial ya az görülür ya da hiç görülmez. 18. yüzyıldan itibaren bir kurum ya da bir dizi kurum ola­ rak industry kendisini göstermeye başlar. 1696'da "College of Industry for all useful Trades and Husbandry"den ve sonradan ortaya çıkacak Pazar Okulları ile bağlantılı "schools of in­ dustry"den [meslek okulları] söz edilir. Fakat 18. yüzyıldaki en yaygın kullanım, zoraki uygulama ve yararlı çalışma kav­ ramlarının birleştiği "House of Industry"dir (ıslahevi) . Sonra, Adam Smith'te, modern bir genelleyici kullanım görülür: " ... funds destined for the maintenance of industry" (Wealth of Nations, II, iii; 1776). En son olarak 1840'larda bu kullanım yaygındı: Disraeli -"our national industries" [ulusal sanayile­ rimiz] (1844) ; Carlyle- "Leaders of Industry" [sanayi liderle­ ri] (1843). Kurumdan çok insan niteliği olarak industry kul­ lanılmaya devam etmekle birlikte bu dönemden sonra bütü­ nüyle ikinci planda kalmıştı ve bugün farklı tepeden bakan göndermelerle yaşıyor. Kurum olarak industry anlamı, belli başlı ilk kullanımların­ dan itibar�n. iki türetimin etkisinde kaldı: Carlyle'm örgütlü mekanik üretime dayalı yeni toplum düzenini anlatmak üzere tanıtuğı industrialism ile artık yerleşmiş ve önemli bir terim olan industrial revolution sözü. Industrial revolution'ın izini sürmek bir hayli güçtür. Genel olarak ilk Amold Toynbee'nin 188l'deki konferanslarda kullandığı kaydedilir. Ama Fransız­ ca ve Almanca'da çok daha önceye ait kullanımlar vardır. Be­ zanson ( 1922) rtvolution ile industrielle'in 1806 ile 1830'lar arasındaki kimi Fransızca* çağrışımlarının izini sürer, fakat (*) Bu konuda en kapsamlı çalışmalardan biri ülkemizde yapılmışur: Berke Var­ dar, Structurefondamentale du vocabulaire social et politique en France, de 1815 a 1 830, (1815'ten 1830'a kadar Fransa'da toplumsal ve siyasal sözvarlığının te-

199

bunların çözümlemesi hem REVOLUTION [devrim] (bkz. bu madde) hem de industrial'ın İngilizce'de ve Fransızca'da nasıl değiştiğini anlamaya dayalıdır. llk kullanımların çoğu üretim­ deki teknik değişmelere gönderme yapar -industrial revoluti­ on'ın kendisinin de sonra yaygınlaşan anlamlarından biridir bu- ve 1827 gibi geç bir tarihte bile sözün yaygın anlamı bu­ dur: "Grande Revolution Industrielle" . Yeni bir toplum düzeni getirme anlamındaki revolution'ın sonradan gelişen anlamına yaptığı çok önemli geçiş, 1830'larda, özellikle Lamartine'dey­ di: "le 1789 du commerce et de l'industrie" [ticaret ve sanayi­ nin l 789'u] , ki bunu gerçek devrim olarak tanımlıyordu. Wa­ de (History of the Middle and Working Classes, 1833) bu "ola­ ğanüstü devrim" den benzer terimlerle söz ediyordu. Yeni bir hayat düzenine ulaşan büyük toplumsal değişme şeklindeki bu anlam Carlyle'ın ilgili industrialism'iyle çağdaştı ve l 790'lardan itibaren Fransızca'da olduğu kadar İngilizce'de de gözle görülür bir düşünce toplamına dayalı bir tanımdı. Bü­ yük endüstriyel değişime dayalı yeni bir toplumsal düzen dü­ şüncesi Southey ve Owen'da, 1811 ile 1818 arası, ve l 790'la­ rın başlında Blake'te ve de yüzyıl dönümünde Wordsworth'te belirgindir. 1840'larda hem İngilizce'de hem de Fransızca'da ("a complete industrial revolution" , Mill, Principles of Political Economy, III, xviii; 1848 - "a sort of industrial revolution" ola­ rak gözden geçirilecekti; 'Tere des revolutions industrielles" [endustriyel devrimler çağıl , Guilbert, 1847) bu söz gitgide yaygınlaştı. Fakat belirleyici kullanımları muhtemelen Blan­ qui'ye (Histoire de l'economie politique, il, 38; 1837): "la fin du dix-huitieme siecle . . . Watt et Arkwright. . . la revolution in­ dustrielle se mit en possession de l'Angleterre" [ 18. yüzyılın sonları ... Watt ve Arkwright... sanayi devrimi İngiltere'nin eli­ ne geçti] ; Engels'e (Condition of the Working Class in England; Almanca yazılış tarihi 1845) aitti: "these inventions... gave the impulse to an industrial revolution which at the same time mel yapısı) , lü. Edebiyat Fakültesi, 1973. Yazık ki yazar yararlanamamış. Var­ dar, dönemin sözvarlığım, he iki alanda da, "endüstri" ve ilgili birimlerin be­ lirlediği kanısındadır - ç.n.

200

changed the whole of civil society" [bu icatlar. . . aynı zamanda

bütün sivil toplumu değiştirecek olan sanayi devrimine öna­ yak oldu ] . Bu sözcük grubu 19. yüzyılın sonlarına kadar İngi­ lizce'de yaygın kullanıma girmediyse de, düşünce 19. yüzyılın ortalarından itibaren yaygındı ve 19. yüzyılın başlarında şekil­ lendiği açıktır. lki farklı (ama çakışan) anlamda yaşaması il­ ginçtir: art arda teknik icatlar (bundan hareketle lkinci ve Üçüncü Endüstriyel Devrim'den söz edebiliyoruz) ve daha ge­ niş ama aynı zamanda tarihsel olarak özgül olan toplumsal de­ ğişme - industrialism ya da industrial capitalism kurumu. (Industrialism ile kapitalizm arasındaki ilişkilerin sorunlu ol­ duğunu ve bunun bazen terimlerce maskelendiğini de kaydet­ mek gerekir. Kullanımlardan birinde, industrialism kapita­ lizm'in örtmecesidir, fakat "sosyalist" industrialization'm so­ runlarının industrial capitalist tarihle ortak öğeleri vardır.)

19. yüzyılın başlarından itibaren, örgütlü mekanik üretim ve art arda mekanik icatlarla ilişkili olması industry'ye önce­ likle bu türden üretim kurumlan anlamı verdi ve de bunlarla bağlantılı olarak heavy industry ile light industry gibi ayrım­ lar geliştirildi. Industrialists [sanayiciler) -bu kurumun işve­ renleri- düzenli olarak işçilerin -onların işgörenleri- yanı sıra tüccarlar, toprak sahipleri vb. ile karşıtlaştınlırlardı. Fabrika üretimi olarak industry ile diğer örgütlü iş türleri arasındaki bu kaişıtlık 20. yüzyılın ortalarına kadar normaldi, hala da ge­ çerlidir. Yine, de 1945'ten bu yana, herhalde Amerikan etkisiy­ le, industry çabadan kuruma doğru yeniden genelleştirilmiş­ tir. Artık holiday industry [tatil endüstrisi) , leisure industry

[boş zaman endüstrisi) , entertainment industry [eğlence en­ düstrisi/sektörü) ve, vaktiyle farklı olan bir şeyin terse çevril­ mesiyle, agricultural industry [tarım endüstrisi/sektörü) gibi tanımlar sıkça duyuluyor. Önceden non-industrial hizmet ve iş alanlan olarak düşünülen şeylerin gitgide kapitalizasyonu, örgütlenmesi ve mekanikleştirilmesini yansıtır. Fakat gelişme

henüz tamamlanmamıştır: industrial workers, sözgelimi, hala

öncelikle diğer işçilerden farklı olarak fabrika işçilerini anlatır ve aynısı industrial areas, industrial town ve industrial estate

201

için de doğrudur. Ancak industrial relations çoğu iş alanında işverenlerle işçiler arasındaki ilişkilere münhasır oldu; krşl. anlamın İşçi hareketi içinde siyasal eylemle karşıtlığına dayan­ dığı industrial dispute ve şu ilginç industrial action (grevler vb.) deyişleri. Bkz. CAPITALISM, CLASS, EXPLOITATION, LABOUR, REVOLUTI­ ON, TECHNOLOGY, WORK

INSTITUTION [Kurum] lnstitution belli bir aşamada görünüşe göre nesnel ve sistema­ tik bir şeyi, aslında modem anlamıyla institution'ı anlatan ge­ nel ve soyut bir ad halini alan birkaç eylem ya da süreç adın­ dan (krşl. CULTURE, SOCIETY, EDUCATION) biridir. Söz­ cük 14. yüzyıldan bu yana kullanılmıştır İngilizce'de; eski Fransızca yakınkök institution'dan, o da Latince instituti­ onem'den, Latince kök sözcük statuere'den -yerleştirmek, kur­ mak, atamak- gelir. En eski kullanımlannda sözcüğün güçlü bir köken eylemi anlamı vardı -zaman içinde belli bir noktada kurulmuş olan bir şey- ama 16. yüzyılın ortalannda belli bi­ çimlerde kurulmuş pratikleri anlatmaya dönük gelişmekte olan genel bir anlam vardı ve neredeyse modem bir anlamla okunabilir bu: "in one tonge, in lyke maners, institucions and lawes" (Robinson'un More'un Ütopya'sından yaptığı çeviri, 1551); "many good institutions, Lawes, maners, the art of go­ vemment" (Ashley, 1594). Fakat bağlamda hala güçlü bir gele­ nek anlamı vardı, tıpkı "one of the institutions of the place"te yaşayan anlamda olduğu üzere. Bütünüyle soyut bir anlamın ortaya çıkış tarihini belirlemek kolay değil; her bakımdan SO­ CIETY'nin (bkz. bu madde) ilgili soyutlamasıyla bağlantılı gö­ zükmektedir. 18. yüzyılın ortalannda soyut anlamı gayet açık­ tır ve 19. ile 20. yüzyılda örnekler çoğalır. Aynı zamanda, 18. yüzyılın ortalanndan itibaren, institution ve daha sonra insti­ tute (16. yüzyıldan itibaren institution'la aynı genel anlamı ta­ şıyordu) belli örgütlerin ya da örgüt tiplerinin adlannda kulla-

202

mlmaya başladı: "Charitable Institutions" [Hayır Cemiyetleri] ( 1 764) ve 18. yüzyılın sonlarına ait kimi adlar; Mechanics' lnstitutes, Royal Institute of British Architects ve 19. yüzyı­ lın başlarına ait benzer örgütler; muhtemelen bunlar Fransa'da l 795'te bilinçli olarak modem terminolojiyle kurulmuş olan Institut National'e öykünerektir. lnstitute o günden bu yana mesleki, eğitimsel ve araştırmaya dönük örgütler için; institu­

tion da hayır ve yardım örgütleri için sık sık kullanılmaktadır. Bu arada özgül ya da soyut bir toplumsal örgütlenme biçimine ilişkin genel anlam 19. yüzyılın ortalarında institutional ve institutionalize'ın gelişmesiyle pekiştirilmiştir. 20. yüzyılda institution bir toplumun örgütlü herhangi bir öğesini anlatan normal terim oldu. Bkz. SOCIETY

I NTELLECTUAL [Entelektüel, aydın; zihinsel] Belli bir türden kişiyi ya da belli bir işi yapan bir kişiyi anlatan ad olarak intellectual aslında 19. yüzyılın başlarına gider, ger­ çi tek tük daha eski kullanımlar da vardı. Genel bir anlama ye­ tisi olarak intelligence [zeka] 14. yüzyıla kadar gider, ama in­ sanla! arasında karşılaştırma aracı olarak intelligent [zeki] ile intelligence'ta görülen ilginç gelişme aslında 16. yüzyıla gider: Apaçık kullanımlar arasından "some leamed Englishman of good intelligence"ı (Grafton, 1 568) alıntılayabiliriz; ancak bu­ rada intelligence bilgi olarak okunabilir (tıpkı intelligence service'te [haber alma teşkilatı] hala olduğu üzere) . Daha eski

bir "man devoyde of intelligence" [zekadan/bilgiden yoksun adam] kullanımı vardır (? 1507). "The more intelligent" [daha zeki] 1626 yılında kaydedilmiştir; 1647 yılından bir "grave and intelligent persons" da vardır (Clarendon). Göreli ve mut­ lak zekaya ilişkin bu ayrımlarla yönetimin doğası üstüne tar­ tışmalar arasında bir ilişki var gibidir. Intelligent ile intelli­

gence'ın 1 7. yüzyıl, 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıldaki tanımla­ yıcı ve ayırıcı kullanımlarının bir kısmı, hala aşina olunan bir

203

savunuyla, muhafazakar siyasal konumlarla ilişkiliydi: daha zeki ya da en zeki olan yönetmeliydi. İsim olarak intellectu­ al'ın farklı bir rota izlemiş olması, her halükarda ilginçtir. Söz­ cük 14. yüzyıldan itibaren en genel anlamıyla intelligence için sıradan bir sıfattı, sonra intelligence'm yetileri ya da süreçleri­ ni anlatan bir ad oldu. 19. yüzyılın başlarından bu yana çoğul biçimin, intellectuals, kişilere ilişkin bir kategoriyi, çoğunluk­ la pek hoşlanmadan, anlatan ilginç bir kullanımı görülür: "I wish 1 may be well enough to listen to these intellectuals" [keşke bu entelektüelleri dinleyecek kadar iyi olsaydım] (Byron, 1813). Sıfat olarak intellectual yansız bir genel anlamı koruduysa da, yeni anlamıyla intellectuals çevresinde isten­ meyen içerimler oluşur. Intellectualism,

rationalism'in basit

bir alternatifiydi. Kısmen bu nedenle, aynı zaman genel ne­ denlerden ötürü, soğukluk, soyutlama ve, anlamlıdır, etkisiz­ lik içerimleri kazandı. lntelligence ile intelligent genel ve te­ melde olumlu anlamlarını korurken, intellectual çevresinde birçok olumsuz anlam toplandı. Bunun nedenleri karmaşıktır, ancak kurama ya da akıl ilkesine dayalı toplumsal ve siyasal tartışmalara itirazı içerdiği neredeyse kesindir. tlginç biçimde, yönetici sınıf olarak daha zeki ya da en zeki'nin ayırıcı kulla­ nımıyla ve de, Romantizm'de olduğu üzere, "kafa" ile "kalp"in ya da "akıl" ile "duygu"nun ayrılmasına itirazla birleşir bu ço­ ğu zaman. Kilisede ve siyasette, toplumsal gelişme sırasında yerleşik kurumlardan biraz bağımsızlık kazanmış olan, 18. yüzyılın sonları, 19. yüzyıl ve 20. yüzyılda bu bağımsızlığı ara­ mış, dile getirmiş olan zihinsel işle uğraşan gruplara yönelik çok önemli bir itirazı görmeden gelemeyiz. Sonuçta, bu geliş­ melerin etkisinde, intellectual ile intelligent karşıt terimler olarak öne sürülebilirler ve 19. yüzyılın sonları itibariyle "so­ called intellectuals" [entelektüel denilenler/sözde entelektüel­ ler] şeklinde karakteristik bir oluşum vardı. 20. yüzyılın başla­ rından itibaren grubu anlatan yeni terim intelligentsia Rus­ ça'dan ödünç alındı. Sözcüğün bu kaynağı anlamlıdır, çünkü ayn ve bilinçli grup anlamı geçerli toplumsal nedenlerle 19. yüzyılın ortalarından itibaren Rusya'da önemli olmuştu.

204

Intellectuals, intellectualism ve intelligentsia'nm olumsuz kullanımları 20. yüzyılın ortalarına kadar İngilizce'de egemen­ di ve bu tür kullanımların hala sürdüğü açıktır. Fakat hiç de­ ğilse intellectuals belli türde zihinsel işleri, özellikle en genel olanları yapan insanları anlatmak üzere artık çoğunlukla yan­ sız biçimde, zaman zaman olumlu değerlerle kullanılır. Üni­ versitelerde bazen ilgileri kısıtlı olan

olanlar

uzmanlar ya da meslekten

ile daha geniş ilgilere sahip intellectuals arasında ay­

nın yapılır. Daha genel olarak, "zihinsel çaba gerektiren" işi öncelikle yönetim, dağıtım, örgütlenme ya da (belli öğretim biçimlerinde olduğu üzere) yineleme (krşl. Debray) olanlar­ dan farklı olarak "ideoloji ya da kültür alanındaki doğrudan üreticiler" vurgulanır çoğunlukla. Sözcüğün çevresindeki top­ lumsal gerilimler anlamlı ve karmaşıktır; genel konular üstüne hüküm vermek için kuram ya da düzenli bilgi kullanan insan grubuna yönelik eski itirazdan, uzmanlığın yanı sıra doğru yönlendirici bilginin de kendilerinde olduğunu iddia eden ELITES'a [seçkinler] (bkz. bu madde) yönelik farklı ama ba­ zen bununla bağlantılı itiraza kadar uzanır. Entelektüeller'in yerleşik toplumsal düzenle ilişkilerine dair, dolayısıyla da böy­ le düzenden görece bağımsızlıkları ya da işbirliklerine ilişkin tartışma, bunda çok önemli yer tutar. Ancak, entelektüeller'in toplumsal STATUS'ü (bkz. bu madde) ya da toplumsal işlevleri tartışıldığı ölçüde; sözcük de kendi tarihi içinde, diğer diller ve kültürlerdeki benzer kullanımların da desteğiyle, yeni ve daha genel bir aşamaya girdi. Düzenli düşünce ya da bilgiye karşı konumlan anlatmak üzere, anti-intellectual'ın yaygınlı­ ğının gitgide artması aynı hareketin bir parçasıdır, daha eski ve geniş bir anlama yaslanır. Intelligence ve intelligent geniş ve genel anlamlarıyla var­ lıklarını sürdürmekle birlikte, her ikisinin karşılaştırmak üze­ re ayırıcı nitelikte kullanılmala:n, herhalde öncesine göre daha geneldir ("Haven't you got any intellingence?" [Aklın yok mu senin? ] ; "it would soon be clear to any intelligent person" [zeki herkes için hemen anlaşılır bu) ) . Bu arada, high ya da low intelligence tanımı, görünüşe göre nesnel olan tartışmalı

205

bir ölçüm sistemiyle pekiştirildi: ortak kullanıma girmiş bulu­

nan intelligence quotient, yani 1. Q. Ölçülebilir soyut nitelik, dile getirilmese de, soyut yetenek kadar deneyim ve bilgi dü­ şüncelerine dayalı intelligent anlamıyla karşılaştırıldığında, zaman zaman karşıt olduğunda, bunda bile eski bir gerilim hala kendisini gösterir. Bkz. EDUCATED, ELiTE, EXPERIENCE, EXPERT, JARGON, THEORY

INTEREST [ligi, çıkar, faiz] Interest, belli bir toplumsal ve ekonomik tarih içinde, çok özel bir anlama gelmek üzere genişletilen, özelleştirilmiş yasal ve ekonomik anlamlan olan sözcüklerin önemli bir örneğidir (krşl. IMPROVE). Interest sözcüğü etimolojik bakımdan çok karmaşıktır, özellikle de 1 7. yüzyıla kadar birbirlerinin yerine geçen ve çakışan daha eski biçim interess ile ilişkisi içinde. Kök sözcük Latince interesse'dir -arada olmak, fark oluştur­ mak, ilgilendirmek- ama yakınkökler orta Latince interesse -zararın telafisi- eski Fransızca çekimli interesse ve interest'dir - zararın telafisinden tutun bir hak veya payla yatının anlamında geçişli bir kullanıma değin çeşitlilik gösterirler. 1 7. yüzyıl öncesinde interest'ın çoğul kullanımı bir şeyin nesnel veya yasal payına gönderme yapardı ve doğal bir pay veya or­ tak ilgiye gönderme yapan genişlemiş kullanımı ilkin çoğu za­ man bilinçli bir eğretilemeydi: Ah so much interest have (1) in thy sorrow 1 had Tide in thy Noble Husband

As

[Soylu kocan olma ünvanını taşıdığım için Ah ne çok payım var üzüntünde senin I ne çok ilgilendiriyor beni üzüntün) (Richard III)

Interest'ın gelişiminin izini sürmek olağanüstü zordur, önce genel ya da doğal ilgi için ortak ad olarak ve bunun ötesinde

206

ilkin "doğal olarak" ve sonra sadece "gerçekten" dikkatimizi çeken şeyler için kullanılmıştır. Fakat en genel modem anlam­ larıyla interesting [ilginç] ve interestingly [ilginç biçimde] , 18. yüzyılın ortalarından önce belirgin değildir. Genel ilgi veya ilgi çekme gücüne sahip olma anlamıyla da interest'in varlığı

18. yüzyılın ortalarına ait bir gelişmedir. Şu andaki baskın ge­ nel merak veya dikkat ya da merak veya dikkat çekme gücüne sahip olma anlamıyla interest, 19. yüzyıldan önce belirgin de­ ğildir. Fakat sorun şu ki, resmi ve yasal kullanımlardan türeti­ len nesnel ilgi ve alaka anlamını sonraki SUBJECTIVE [öznel] (bkz. bu madde) ve gönüllü anlamlarından ayırt etmek her za­ man kolay değildir. Aynın artık olumsuzlarda biçimselleşmiş durumda: disinterested eski tarafsız -yani bir konuya nesnel olarak ilgi duyınanın etkisinde olmama- anlamını korumakta­ dır, bu arada uninterested ve uninteresting önceleri disinte­ rested'ın anlamlarına karşılık gelirken, 19. yüzyıldan itibaren bir şey tarafından cezbedilmeme ya da bir şeyin cezbetme gü­ cü olmaması anlamlarını ifade etmeye başladı. (Disinterested hala, olumlu içerimlerle, "yansız" veya "tarafsız", ama bazen de "dogmatik olmayan" ilgi düşüncesini ifade etmek için kul­ lanılmaktadır. Gitgide daha sık "ilgisiz, ilgilenmeyen"i anlat­ mak için de kullanılmakta ve bu, ara sıra karışıklığa yol açma­ nın 'yanı sıra, önceki anlamın önem taşıdığı kişileri bir hayli kırmaktadır.) Para konularında resmi bir terim olarak interest'ın anlamlı bir tarihi daha var. Ortaçağ kullanımlarında faizden [usury] aynlır; interest veya interess bir borç için yükümlülüğü yeri­ ne getirmemekten doğan zararın telafısiydi (en eski anlamın özelleştirilmiş bir uygulaması), halbuki faiz belli bir borç alma için öngörülen şimdi interest [ faiz] dediğimiz şeyi almaktı. Modem finansal anlamda interest, 16. yüzyıldan itibaren, borç vermeyi belirleyen yasaların gözden geçirilmesiyle ve borç için yükümlülüğü yerine getirmemekten doğan zararın telafısinden ayn olarak, paranın kullanılmasından elde edilen karın kabul gören bir pratik haline gelmesiyle birlikte ortaya çıkar.

207

Cezbedilme ya da ilgiyi anlatan en genel sözcüklerimizin, mülkiyet ve finans alanındaki resmi bir nesnel terimden geliş­ miş olması anlamlılığını korur. Daha eski genel anlamı, "çatış­ ma kuramı"nın belli türlerinin özel bir biçiminde yaşamakta; "çatışma kuramı"na göre "çıkar çatışması"nm kökleri toplum­ sal yapıda, çoğunlukla aslında mülkiyet meselelerinde görü­ lür. Latince aslının kapsamını sürdüren ve having an interest [ilgi duyma] , taking an interest [ilgisini çekme] , being inte­ rested [ilgilenme] gibi ifadelerde kullanılan nesnel genel ilgi veya pay şeklindeki genişletilmiş anlamı anlamak zor değil. Belki de daha anlamlısı; insanlar, şeyler veya olayların interes­ ting olduğunu söylediğimizde, ilgilendirme veya dikkat ve merak çekme gücünün genişletilmesi ve yansıtılmasından baş­ ka bir şey değildir bu. Sorun ise, bu tür interest üreten nesne anlamının, usury [tefecilik] günahından ve interest'in önceki durağan, geriye dönük ve telafi edici anlamından ayrıldıktan sonraki etkin -para üreten para- anlamıyla ilişkili olup olma­ dığıdır? Şimdi dikkat, cezbedilme ve ilgi için önemli bir yeri olan bu sözcüğün, para ilişkileri üzerine kurulu bir toplumun deneyimiyle doymuş olması muhtemeldir.

Bkz. IMPROVE ISMS [lzmler] Elimizdeki kayıtlar ne kadar geriye giderse gitsin, hep isms, hatta ists olmuş. Ism ve ist Yunanca sonekler. Isın İngilizce'de eylem adı (baptism); eylem türünün (heroism); ve belli bir gru­ ba özgü eylem ve inançların adını (Atticism, ]udaism) ya da eğilim (Protestantism, Socialism) ve ekol adı (Platonism) yap­ mak için kullanılıyordu. lst ise çeşitli eyleyen adlan (psalmist) yapmak için ve bir sistem ya da hocaya bağlı alanlan (altruist, Thomist) anlatmak için kullanılıyordu. Ortaçağ döneminde bu tür Latince yeni çok sözcük oluşturuluyordu, 13. yüzyıldan itibaren İngilizce biçimler de görülür. 16. yüzyıldan itibaren çoğalıp yaygınlaştılar. 18. yüzyılın sanlan ve 19. yüzyılın baş-

208

lanndan itibaren yeni olan bir şey vardıysa, isms ve ists'in ayn sözcükler olarak yalıtılmalanna tepki gösterilmesiydi: "you would soon squabble about Socianism, or some of those isms" [ Çok geçmez Sosyanizm ya da bir başka "izm" üstüne de dır dır etmeye başlarsın] (Walpole, 1 789) ; "he is nothing - no 'ist', professes no '-ism' but superbism and irrationalism" [Bir hiçtir o, ne bir "-ist"tir ne de bir "-izm"e bağlıdır. Olsa olsa bö­ bürlenizm ve akıldışizm yapabilir] (Shelley, 181 1 ) ; "neither Pantheist nor Pot-theist, nor any Theist or Ist whatsoever, ha­ ving a decided contempt for all such manner of system-buil­ ders or sect-founders" [Ne Panteist ne Kanteist, veya herhangi bir Teist ya da lst bile değil. Bu gibi bütün sistem-kurucularına ve tarikat-kurucularına karşı kesin bir küçümsemeyle . . . ] (Carlyle, 1835); "ists and isms are rather growing a weariness"

[istler ve izmler gitgide bıktırıyor] (Emerson, 184 1 ) ; "that class of untried social theories which are known by the name of isms" [izmler adıyla bilinen şu denenmemiş toplumsal ku­ ramlar sınıfı] (Lowell, 1864). Bu gelişme birçok eğilimi ifade ediyordu. llkin, teolojik tar­ tışmaya artık katlanamama eğilimi; başlangıçtaki örneklerin çoğu bu türdendir. İkincisi, başka bir biçimde değil de bu yol­ la kolayca ve aşağılayıcı biçimde anlatılan kurama katlanama­ ma' �ğilimi (Carlyle örneğinde olduğu üzere). Üçüncüsü, Lo­ well örneğinin zamanında başat olan anlamlı biçimde teolojik tartışmadan siyasal tartışmaya doğru kayma gibi bir eğilim vardı. Isıns ve ists mizahla ya da aşağılayarak (çoğunlukla he­ yecanlı bir özgünlükle) , ama genelde ortodoks ve muhafaza­ kar konumlardan, hatta scientists, economists [bilimadamları ve iktisatçılar] ve patriotism [vatanseverlik] öğütleyenler tara­ fından hala kullanılıyor.

209

J JARGON [Argo, jargon] jargon'un kendisinin bazı modem kullanımlarında bir jargon sözcüğüne dönüştüğü söylenebilir. Aruk büyük ölçüde belli az bilinen bilgi dallan ya da entelektüel konumların sözvarlığını anlatmak için istenmeyen bir değerle veya küçümseyerek kulla­ nılıyor. Fakat bir tek bilinmeyen bir uzmanlık sözvarlığını anla­ Uyor olsaydı, hafife alan anlamı buna varsayılan konusu hakkın­ da tepeden bakan bir nitelik yargısıyla "jargon" diyen kişinin kendisi hakkında bir olgu olarak görülürdü. Aslında, jargon, ön­ ceki daha geniş anlamlarından ötürü gevşek bir biçimde kolay kullanılır oldu. Sözcük 14. yüzyılın ortalarından itibaren İngiliz­ ce'de, eski Fransızca yakınkökjargon'dan -kuşların ötmesi- geli­ yor. Daha eski kökenleri belli değil. Kuş ötüşünü anlatan doğru­ dan kullanımı ta 19. yüzyılın ortalarında bulunabilir, ama anla­ şılmayan sesler ya da konuşmalar veya yazılara ilişkin genişletil­ miş kullanımı da bir o kadar eski ve süreklidir. (Krşl. gibberish, kökeni belli değil, 16. yüzyıldan itibaren.) Sözcük 16. yüzyılın sonlarından itibaren, önce cipher'a [şifre] sonra da ( 19. yüzyıl) code'a [kod] yakın bir özel anlam geliştirdi, ama daha genel olan gelişiıni iki yöndeydi: (i) bilinmeyen ya da özellikle melez ya da istenmeyecek ölçüde yerel (krşl. DIALECT) konuşma biçimleri­ ni anlatıyordu -"the Jargon and Patois of severall Provinces" [birçok ilin şive ya da lehçesi] (Browne, 1643); "The Negro Jar­ gon of the United States" [ABD'nin zenci şivesi] (1874)- ve (ii) karşı bir dinsel ya da felsefi konumun terimlerini niteliyordu -"the Romanists understand by this Jargon" [Romanistler bu jargon aracılığıyla anlar] (1624); "for the interpreting of which Jargon" (Hobbes, 1651). Büyük ölçüde 18. yüzyıla ait olan bir mesleğe özgü dil anlamında- "the jargon of the Law" [Kanunun jargonu] (1717) -bu anlamların her biri muhtemelen etkili ol­ muştur, fakat daha eski kavranamazlık ya da kannaşık yalan an­ lamı, belli ki hala uzak değildir. Krşl. "the cant or jargon of the

210

trade" [ticaretin ikiyüzlülüğü ya da alengirli dili] (Swift, 1704); bu örnekte, muhtemelen Latince

cantare- şarkı söylemek - ya­

kınkökünden gelen cant, dinsel şarkılara ilişkin küçümseyici bir tanımken, kilise için yardım isteyen rahiplerin dilini, buradan da dilencilerle serserilerin özel dilini anlatmaya başladı. Cant'te ve jargon'un hasmane kullanımlannda belirgin olan yalan ve iki­ yüzlülük anlamı bir mesleğe özel ya da uzmanlık gerektiren dil anlamından pek aynlmamışnr, şimdi de pek aynlmaz. Temelde yatan sorun, anlaşıldığı gibi, çok zorlu. Çeşitli bi­ limler ve bilgi dallannın özel sözvarlıklan, yeteri kadar özel kaldıklan sürece, jargon diye tanımlanmazlar normalde. So­ run genelde bu tür terimlerin daha genel olan konuşmaya ya da yazıya girmesidir. Kesin ve genel terimler arasındaki ilişki­ ler sorununun çoğunlukla çetin olduğu hukuk ve yönetim alanlannda, bu çok yaygındır. Yaygın bir genel sözvarlığına sa­ hip konularla bağlanulı bilgi dallannda, sorun da daha zorlu­ dur; çünkü uzmanlık alanına özgü kesinliğin maddi koşullan ya daha az belirgindir ya da hiç yoktur. jargon'un en alaycı sık kullanımlannm özellikle psikoloji ya da sosyolojinin ve onlar­ dan türeyen incelemelerin yanı sıra, Marksizm gibi muhalif bir entelektüel konuma ilişkin olarak bulunması ilginçtir. Bu alanlann birinde ya da diğer alanlarda, uzmanlaşmış iç sözvar­ lıklannın üçkağıtçılık ölçüsünde geliştirilebileceği doğrudur. Ama yeni bir terimin kullanılması ya da bir kavramın yeniden tanımlanması, diğer düşünme biçimlerine meydan okumanın ya da yeni ve alternatif düşünme biçimlerine işaret etmenin kaçınılmaz bir yoludur çoğu zaman. Sanat ve inanç konulann­ da bilinen her genel konumun kendi tanımlayıcı terimleri var­ dır ve bu terimlerle jargon diye tanımlananlar arasındaki fark, çoğunlukla görece tarih ve aşinalıktan öteye gitmez. Bu du­ rumda jargon'un uzmanlık, bilinmeyen, düşman bir konuma ait ve kavranamaz konuşma gibi anlamlannı bir arada kullan­ mak, bazen gerçekten jargon oluyor: salt kendi kavranabilirlik ve genelliğini kabul eden kendinden emin bir yerel alışkanlık.

Bkz. DIALECT 211

L LABOUR [Emek] Labour'm İngilizce'deki en eski kullanımları arasında şu ikisi yer alır: "bigin a laboure . . . and make a toure" ve "quit o labur, and a soru" [ "işe başlamak" , "bir tur tamamlamak" , "işi bırak­ mak" anlamında eski deyimler] (ikisi de yak. 1300) . Bu iki anlam, yani iş ve acı ya da zahmet anlamlan,* eski Fransızca yakmkök labor, Latince laborem sözcüklerinde zaten birbirle­ riyle ilişki içindeydiler; kök sözcük belli değil, ancak yük al­ tında sendelemekle ilgili olabilir. Fiil olarak labour, toprağı sürmek ya da işlemek gibi yaygın bir anlama sahipti, fakat di­ ğer türden el emeğini de, her türlü zorlu çabayı da kapsayacak biçimde genişletilmişti. Labourer öncelikle el işçisiydi: "a wreched laborer that lyveth by hys hond" [Kol emeğiyle geç­ men sefil bir işçi] (yak. 1325). Labour'ın zahmet anlamı 16. yüzyıldan itibaren çocuk doğurmaya da uygulandı. Zorlu iş ve güçlüğü anlatan genel anlamı, Milton'ın şu dizelerinde iyi özetlenmiştir:

So he with difficulty and labour hard Mov'd on, with difficulty and labour hee. ["Böylece zorluklar içinde ve sıkı çalışmayla devam etti

yoluna/zorluklar ve çetin emeklerle... ] (Paradise Lost, II) İncil'in Onaylı Versiyonu'nda iki anlam da canlıdır:

For thou shalt eat the labour of thine Hands: happy shalt thou be...

( * ) Türkçe'de de emek sözcüğü Eski Türkçe ve Eski Anadolu Türkçesi dönemle­ rinde "zahmet" anlamını taşıyordu - ç.n.

212

[ Çünkü elinin emeğini sen yersin; Mutlu olursun... ) (Psalm [Mezmur) 1 28: 2)

The days of our years are threescore and ten; and if by reason of strength they be fourscore years, yet is their strength labour and sorrow [Yıllarımızın günleri yetmiş yıldır, ve kuvvetle seksen yıl olursa onların gururu, zahmet ve kederdir) (Psalm [Mezmur] 90: 10) 17. yüzyıldan itibaren, çocuk doğurmayı anlatan özel kulla­ nımı dışında, labour gitgide zahmet anlamını yitirdi, gerçi güçlük anlatan genel ve uygulanmış anlamlan hala güçlüdür. Labour'ın genel bir toplumsal etkinlik anlamı daha açık bi­ çimde ve de daha belirgin bir soyutlama anlamıyla ortaya çık­

Locke (kendi bağlamı içinde ve çok soyut sonuçlan olacak biçimde) emeğimizi yeryüzüyle kardığı için özel mülkiyete ilişkin bir savunma geliştirir (oysa bu karma işleminin lekele­ rinUaşıyanların genellikle hiç mülkiyeti yoktur) . Golds­ mith'in The Travel ler'ın da olduğu üzere labour kişileştirilir (1 764) : "Nature . . . Still grants he bliss at Labour's eamest call." [Doğa . . . Emek'in içten çağrısına hala mutluluk bağışıyla karşı­ lık veriyor] Fakat en önemli gelişme, labour'ın terim olarak si­ yasal iktisada girmesiydi: önce var olan genel anlamıyla, "the annual labour of every nation" [her ulusun yıllık emeği] (Adam Smith, Wealth of Nations, Giriş), sonra ölçülebilir ve hesaplanabilir bir bileşen olarak: "Labour. . . is the real measure of the exhangeable value of all commodities" [her malın deği­ şim değerinin gerçek ölçüsü . . . emektir] (aynı eser, 1, i) . Labo­ u.

ur, en genel kullanımıyla, her türden üretken işi anlatırken, artık sermaye ve hammaddeyle birleşerek meta üreten üretim unsurunu anlatıyordu. Bu yeni özel kullanımı doğrudan doğ-

213

ruya CAPITALIST (bkz. bu madde) üretim ilişkilerinin siste­ matik kavranışına aittir. "Emeğin fiyatı" (Malthus, 1 798) ve "emek arzı" gibi ifadeler daha kesin ve özel anlamlar kazandı. Sonucu sonradan Beatrice Webb tarafından gayet güzel özet­ lenmiştir:

Emek sözcüğüyle elbet tanışıkum. Eşi sermayeyle bir çift ola­ rak bu soyut terim hep babamın konuşmalarında dolaşıp du­ rurdu, kütüphanedeki masanın üstünde duran teknik gazeteler ve şirket raporlarında ha bire karşıma çıkardı. "Bol su ve uysal emek", "Emek ücretleri doğal düzeylerine düşüyor" ... sözler beni şaşırurdı... Emeği farklı türden erkekler ve kadınlar ola­ rak hiç düşünmemiştim... emek, her insanın bir diğerinin yi­ nelemesi olduğu, aritmetik olarak hesaplanabilir bir insan yığı­ nını anlatan bir soyutlamaydı... (My Apprenticeship, Böl. 1) Yine de alıntıladığı iki söz labour'm bu dönemde iki mo­ dem anlam geliştirdiğini açıkça gösteriyor: birincisi, etkinli­ ğin ekonomik soyutlaması; ikinci olarak, bu etkinliği gerçek­ leştiren insanların oluşturduğu sınıfa ilişkin toplumsal soyut­ lama. Gördüğümüz üzere, anlamlardan ilki daha eskidir. La­ bour soyut bir üretim bileşeniydi: labourer [emekçi, işçi] ile labour arasında eski kullanımlarda olduğu üzere, sennaye bir üretim bileşeni olarak yalıtılmıştı ve özelleştirilmiş ve ölçüle­ bilir anlamda labour aynı soyutlamanın bir parçasıydı. Bayan Webb'in alıntıladığı ikinci sözün anlamı budur: "emek ücret­ leri". Fakat ilk alıntıladığı, "uysal emek" açıkça bir sınıf tanı­ mıdır. Bu sınıf tanımının apaçık biçimde ortaya çıkışının izini sür­ mek kolay değil (krşl. CLASS). Görünüşe göre "emek ar­ zı"ndan söz etme alışkanlığı bunun zeminini hazırlamış. Fakat bu tür varsayıma karşılık olarak geniş toplumsal kullanım bir o kadar, belki de daha çok, özellikle 1820'lerden itibaren eme­ ğin savunucularına ait olabilir. Bu nedenle "Bir Emekçi"nin (Thomas Hodgskin) kaleme aldığı Labour Defended Against

the Claims of Capital (Sermayenin lddialanna Karşı Emeğin Sa­

vunması) ( 1825) ile karşılaşırız; burada "bileşen"lerden biri

214

diğerinin karşısına yerleştirilmişti, ama ikisini de toplumsal sı­ nıf sayacak biçimde. Labour Rewarded [Ödüllendirilen Emek) (Thompson, 1827) hala başlığı itibariyle bir etkinlikti, fakat Labour'.s Wrongs and Labour'.s Remedies [Emeğin Yanlışları ve Çözüm Yollan) başlığıyla yayınlanan J. E Bray'in 1830'lardaki konferansları tam anlamıyla toplumsal sınıfı ifade ediyordu. Bu dönemden itibaren bu kullanım yaygınlaşacaktı. Labour, hem kiralanan bir bileşen olarak hem de kiralanacak kişilerin oluşturduğu "havuz" olarak (krşl. 19. yüzyıl ortasına ait labo­ ur market [emek pazarı) ) , kapitalist tanım içinde alışıldığı üzere kullanılıyordu; bu da gitgide kendinin bilincinde ve kendi kendini şekillendiren Labour Mouvement'ı [Emek Ha­ reketi] karşısında buluyordu. Daha yaygın olan trades (işte bu

eski anlamıyla bize trade unions [sendikalar) terimini kazan­ dırdı) sözcüğüyle ve de work, worker ve working class'ın (bkz. WORK ve CLASS) karmaşık anlamlarıyla pek çok karmaşık etkileşimi görüldü, fakat siyasal ve ekonomik çıkar ve hareket İngilizce'de Labour olarak gelişti. Britanya'da en özgül olarak Labour Representation League [İşçi Temsil Birliği] (1869) , Labour Electoral Committee [ lşçi Seçim Komitesi) (1887) , Independent Labour Party [ Bağımsız İşçi Partisi) (1893) ve son olarak, şu andaki adıyla, Labour Party [ tşçi Partisi) ( 1906) isimlerinde tanımlanmıştır. Bu modem gelişmelerin labour'ın eski genel anlamlan üs­ tündeki etkilerini gözlemlemek ilginç olacaktır. Çocuk doğur­ maya ilişkin özel kullanımı sürdü, ama başka türlü sözcük öz­

gül modem bağlamlarının dışında pek kullanılmıyor. Sözcük kendinin bilincinde olan anlatımlarda yaşıyor ( "rest from my labours") ve kullanıldığında hemen anlaşılıyor. Labourious [emek isteyen, zahmetli) eski genel anlamını koruyor. Fakat kapitalist dönemin anlam özelleşmeleri sonunda ağır bastı: bir yandan labour costs [ emek maliyetleri) , labour market [emek pazarı) , labour relations [emek ilişkileri) ; öte yandan

labour movement [emek hareketi) ve adı bakımından Labour Party [lşçi Partisi) . Ancak labourer, hala özel bir tür worker [işçi) olarak dolaşımda olmasına rağmen, work [iş) sözcüğü,

215

bütün güçlükleriyle birlikte, diğer tüm genel anlamlara baskın çıktı.

Bkz. CAPITALISM, ClASS, WORK

LiBERAL [Liberal, serbest] Liberal'in ilk bakışta o kadar açık bir siyasal anlamı vardır ki, uzak çağnşımlanndan bazılan şaşırtıcıdır. Yine de siyasal anla­ mı görece moderndir ve sözcüğün tarihinin ilginç kısmı bü­ yük ölçüde geçmişe aittir. Sözcük özgül bir toplumsal aynın içinde, özgür olmayanlar­ dan farklı olarak özgür olan insanlann sınıfını anlatmak üzere ortaya çıkar. İngilizce'ye 14. yüzyılda, eski Fransızca yakınkök

liberal, Latince liberalis, Latince kök sözcük liber'den -özgür adam- geçmiştir. Liberal arts -"artis liberalis" ( 1375)- [ser­ best sanatlar] kullanımında öncelikle bir sınıf terimiydi: alt sı­ nıfa özgü beceriler ve ilgilerden (krşl. MECHANICAL) farklı olarak, şimdiki deyimle bağımsız kaynaklan ve güvenli top­ lumsal konumu olan kişilere özgü beceriler ve ilgiler. tlgilerin bağımsızlığını kazanmış olduğu başka bir önemli anlamın ge­ liştiği görülür: "Liberal Sciencis . . . fre scyencis, as gramer, arte, fiske, astronomye, and otheris" [Serbest bilimler. . . özgür bi­ limler, dilbilgisi, sanat, fizik, astronomi ve diğerleri gibi]

( 1422). Yine de özgür insanlan özgür olmayanlardan ayıran her terimde olduğu gibi bir gerilim kaldı geriye. Liberal arts'a ilişkin kültürlü insanlann idealiyle cömert anlamında liberal yanşır ("in giffynge liberal", 1387), fakat aynı zamanda "sınır­ lamasız" gibi olumsuz bir anlam da çevreliyordu bunu. Daha önceden genel anlam olarak özgürlük demek olan liberty [öz­ gürlük] , 15. yüzyıldan itibaren güçlü bir resmi izin ya da ayn­ calık anlamı taşıyordu; donanmaya özgü liberty boat [izinli erleri kıyıya çıkartan çatana] ve genelde böyle anlaşılmasa da, muhafazakar bir ifade olan liberties of the subject [uyruğun özgürlükleri] sözünde hala yaşar bu; burada liberty'nin mo­ dem bir anlamı değil, belli bir hükümdara boyun eğme karşı-

216

sında verilen belli haklar gibi eski bir anlamı söz konusu. Bu tür resmi bir hakkı anlatan diğer bir sözcük licence [ruhsat, izin] idi ve "sınırlamasız" anlamı aracılığıyla duygunun nasıl etkili olduğu, 16. yüzyıldan itibaren licentious [ahlaksız, çap­ kın, uçan] sözcüğünün gelişmesinde görülebilir. Liberal, lybe­ ral arbytre -özgür irade- (15. yüzyıl) ifadesinde de kullanıl­ makla birlikte, Shakespeare'in şu dizelerinde olduğu üzere li­ centious'a yakındı: Who hatlı indeed most like a liberali villaine Confest the vile encounters they have had. [Gerçekten tam da liberal bir alçak gibi yedikleri iğrenç naneleri itiraf ettiler] (Much Ado About Nothing, lV, i)

Bu anlamın daha zayıf ama ilişkili bir biçimi, 18. yüzyılın sonlarından itibaren, ya "haşin olmayan" ya da "disiplinli ol­ mayan" olarak anlaşılabilecek "katı olmayan" anlamının geliş­ mesidir. Özgür insanların özel sınıfı anlamından tamamen farklı bir toplumsal bağlamda liberal'in olumlanması, Liberty'nin 1 7. yüzyılın ortalarından itibaren görülen güçlü genel anlamına uygvn biçimde, büyük ölçüde 18. yüzyılın sonlarında ve 19. yüzyılın başlarında oldu. 18. yüzyılın sonlarından itibaren "açık görüşlü" ve buradan gelişen "ortodoks olmayan" anlam­ larında kullanıldı: "liberal opinions" [liberal görüşler] (Glb­ bon, 1 781). 1801 yılına ait bir örnekte sıfat biçiminin siyasal anlamı çok açıktır: "the extinction of every vestige of freedom, and of every liberal idea with which they are associated" [öz­ gürlüğün her türlü izinin, ilişkili oldukları her türlü özgür dü­ şüncenin ortadan kaybolması] Bu da ad biçimini gururla ve meydana okurcasına benimseyen dergi adı The Liberal'da (1822) olduğu üzere siyasal bir terim olarak şekillenmesine neden oldu. Fakat, o günden bu yana ortodoks olmayan siya­ sal görüş terimine düşmanlarınca yabancı bir çeşni katıldı. 1820'de Paris'in "Ultralan" ve "Liberalleri"nden söz ediliyordu

217

ve eski kullanımlarından bir kısmı yabancı bir biçimdeydi: Li­ berales (Southey, 1816); Liberaux (Scott, 1826). Terim bu anla­ mıyla karşıtları tarafından ileri Whiglere ve Radikallere takma ad olarak uygulandı; bundan sonra bilinçli olarak benimsendi ve bir kuşak içinde güçlü ve bu defa ortodoks olmuştu. 14. yüzyıldan itibaren cömertlik, sonrasında açık görüşlülük anla­ mı taşıyan liberality, 19. yüzyılın başlarında siyasal Libera­ lism ile birleştirildi. Libertarian [özgürlükçü] 18. yüzyılın sonlarında determinism'e (krşl. DETERMINE) karşı özgür ira­ deye inanan kişiyi anlatıyordu, ama 19. yüzyılın sonlarından itibaren kimi zaman liberal'e yakın olan toplumsal ve siyasal anlamlar kazandı. 20. yüzyılın ortalarında özellikle libertarian socialism [özgürlükçü sosyalizm] sözüyle birlikte yaygındı; sö­ zü geçen düşünce liberalism değil, merkezi ve BUREAUCRA­ TIC [bürokratik] (bkz. bu madde) denetimlere karşı bir tür SOCIALISM (bkz. bu madde) biçimiydi. Kurulu parti siyaseti anlamında, Liberal aruk gayet açıktır. Fakat siyasal söylem terimi olarak liberal karmaşık bir görü­ nüm sunar. Kavram, muhazafakar konumlardan sürekli ağır saldırılara uğramıştır; sınırlama ve disiplin eksikliği anlamlan, aynca (zayıf ve duygusal) bir cömertlik anlamı bu saldırılara maruz kalmışur. Entelektüel tartışmalarda katı olmama anla­ mına da başvurulmuştur. Bu tür saldırılara karşı, liberal, PROGRESSIVE [ilerici] ya da RADICAL [radikal] (bkz. bu maddeler) görüşleri anlatan bir topluluk terimi olmuştur çoğu zaman ve bu anlamı özellikle ABD'de hala belirgindir. Fakat li­ beral yerici bir terim olarak da sosyalistler ve özellikle Mark­ sistler tarafından yaygın olarak kullanılmıştır. Bu kullanımı, katı olmama ve zayıf, duygusal inançlar biçimindeki muhafa­ zakarların yüklediği anlamı paylaşır. Buraya kadar liberaller tarafından bildik bir yakınma olarak yorumlanmıştır bu ve sosyalistlere verdikleri cevapta kendilerinin siyasal özgürlükle ilgili oldukları, sosyalistlerin ise olmadıklarını vurgularlar. Sosyalist kullanımın en önemli anlamını, yani Liberalism'in INDIVIDUALIST [bireyci] (bkz. bu madde) insan ve toplum kuramlarına dayalı bir öğreti olduğu ve SOCIALIST [sosyalist]

218

(bkz. bu madde) , ama tam anlamıyla SOCIAL [ toplumsal] (bkz. bu madde) kuramlarla temel bir çatışma içinde bulun­ duğu yönündeki tarihsel bakımdan isabetli gözlemi gözden ırak tutar. Daha ileri olan gözlem, yani liberalism'in BOUR­ GEOIS [burjuva] (bkz. bu madde) toplumu içinde ve CAPI­ TALISM (bkz. bu madde) bakımından geliştirilmiş en yüksek düşünce biçimi olması da anlamlıdır, çünkü liberal aşağı yu­ karı bir küfür olarak kullanılmadığı durumlarda, bu özgürleş­ tirici ve kısıtlayıcı düşünceler karışımına gönderme yapma ni­ yetiyle kullanılır. Liberalism bu durumda belli zorunlu özgür­ lüklere dair bir öğreti, ama aynı zamanda özü bakımından sa­ hiplenen bireyciliğe dair bir öğretidir.

Bkz. ANARCHISM, ART, INDIVIDUAL, LIBERATION, PROGRESSI­ RADICAL, SOCIALIST, SOCIETY

VE,

LIBERATION [Özgürleş(tir)me] Liberation lngilizce'ye 15. yüzyılda Fransızca yakınkök

on,

liberati­

Latince kök sözcük liberatio'dan -özgür bırakma, özgürleş­

tirme- geçer. llk kullanımları, borcun affedilmesi ya da asker­ likten muafiyette olduğu üzere, hukuk ve yönetime ilişkindi. lzjn, ruhsat ve Jranchise [imtiyaz] (kavramın kendisi 14. yüzyıl­ dan itibaren hukuksal muafiyet ya da ayrıcalığı anlatır, 18. yüz­ yıldan itibaren elective franchise [seçim hakkı] biçiminde geniş­ letilmiştir) biçiminde

liberty'nin

[özgürlük] kısıtlı kullanımıyla

Liberty ve liberation'ın olumlu liberty ile liberator l 7. yüzyıldan itibaren siyasal anlam taşırdı. Liberation daha az

bağlantılıdır bu (krşl. LiBERAL).

anlamlan Latince'den itibaren biliniyordu ve

yaygındı, ama 16. yüzyıldan itibaren zaman zaman siyasal bir anlamı vardır, 19. yüzyılın ortalarından itibaren ve özellikle 20. yüzyılın ortalarında (özgül olarak önce, işgal altındaki ülkeler­ de, özellikle Fransa'da, Faşizm'e direniş hareketlerinin, sonra işgal güçlerinin silahlı olarak yenilmesinin adı) yaygınlaşmıştır. 1944'te Fransa'ya çıkan Britanya ordusu resmi olarak British

beration Army

Li­

[Britanya Kurtuluş Ordusu] diye tanınıyordu.

219

Sözcük bu dönemde, Cezayir ve Vietnam'da olduğu üzere, iş­ galci sömürge güçlerine karşı direniş hareketleri için, özellikle 1950'lerden sonra yaygın olarak benimsenmişti. 19. yüzyılın ortalarında İngiltere'de liberationist hala önce­ likle kilisenin kurumsallığının sona ermesini savunanların adıydı. 18. yüzyılın sonlarından itibaren özgür irade'ye ( 1 3 . yüzyıldan itibaren Latince liberum arbitrium'un çevirisi olarak İngilizce'de görülür) inanan kişi anlamında kullanılan liberta­ rian, modem siyasal anlamını 19. yüzyılın sonlarında kazandı. Latince liber ve eski İngilizce Teutonic freo dan türeyen söz­ cüklerin İngilizce'de paralel bir gelişmesi olmuştur kuşkusuz. Her durumda anlam karşıt bir terime dayalıydı; Latince'de ser­ vus - köle; Teutonic dillerinde evhalkının dışında olanlar, yani pratikte yine köleler. Free sözcüklerinin köken anlamı, free ev­ halkı ya da aile için kullanıldığında olduğu üzere, dear'dır [sevgili, aziz, değerli] . Genişletilen siyasal anlamlar büyük öl­ çüde Latince grubun çevresinde gelişmiştir, aslında büyük öl­ çüde Latince'de olduğu şekilde, gerçi Free State [özgür devlet] , freedom fighter [özgürlük savaşçısı] , free world [özgür dünya] , free enterprise [özgür girişim) vb.'de görüldüğü üzere 20. yüz­ yılda diğer grubun kullanımı artmıştır. Liberation'ın (daha sonra liberationist ve sıfat biçimi libe­ rated'ın) kadın hareketi tarafından kullanılması -1960'ların sonunda Lib şeklinde kısaltılmıştı- 1940'tan itibaren siyasal hareketle ilişkisi dolayısıyladır. Daha önceki yaygın sözcük emancipation idi, İngilizce'de 1 7 . yüzyıldan itibaren; sözcük önceleri Roma hukukunda patria potestas'tan, yani pater fami­ lias'm yasal güçlerinden (genelde bir çocuğu, bazen de eşini) özgür bırakma anlamına gelen Latince emancipo'ya uyuyordu; bu şekilde özgür bırakılan kişi sui juris -kendi adına- hareket edebiliyordu. (Latince sözcük e ya da ex öneki -'den, dışında­ ve mancipium'dan -yasal satın alma ya da sözleşme- oluşuyor­ du; mancipium ise manus ve capio'dan geliyordu, yani birebir pazarlık yapmak için el sıkışmak demek oluyordu.) Daha ön­ celeri eğretilemeli bir anlam genişlemesi görülmüştü, Bacon'ın "Humane Nature . . . fit to be emancipate" [özgürleşmeye yat'

220

kın... insan doğası] (1605) ve Donne'da da siyasal bir uygula­ ma vardı, "to emancipate them from the Tyrant" [onları zorba­ dan kurtarmak] ( 1625) . Fakat 18. yüzyıldan itibaren terim çok büyük ölçüde kölelikten azat etme anlamıyla sınırlandı ve bu eğilim ABD'de 1863'ün Emancipation Day iyle doruğa çıktı. Britanya'da da terim bir süre için Katoliklerin hak mahrumi­ yetlerinden emancipation'ıyla [ kurt�lma] (1829) özel bir an­ lam kazandı. Yine de 19. yüzyıl boyunca sözcük çok daha yay­ gın biçimde kadınların yasal ve siyasal hak mahrumiyetlerinin kaldırılmasına uygulandı (ve bu bağlamda emancipatress'ın is­ tenmeyen bir kullanımı 1822'de kaydedilir) ve sözcük Britan­ ya ile Amerika'da 20. yüzyılda yaygınlaşır. Wage-slavery [üc­ '

retli kölelik] sözünün zaten çağrıştırdığı "işçi sınıfının özgür­

leşmesi" sözünde olduğu üzere, işçi hareketine de uygulanır ya da işçi hareketi tarafından da kullanılır. Sonralan gözlemlenen emancipation'dan liberation'a geçiş, mahrumiyetlerin kaldırılması veya ayncalıklann (krşl. UN­ DERPRIVILEGED) bağışlanması düşüncelerinden daha etkin olan özgürlük ve kendi geleceğini belirleme [self-determination]

düşüncelerine geçişi işaret eder. 17. yüzyıldan itibaren özgür irade düşüncelerine gönderme yapan kendi geleceğini belirleme 19. yüzyıldan itibaren siyasal bir anlam kazanmıştır ("a free, self:-determining political aggregate" [özgür, kendi geleceğini belirleyen bir siyasal bütün ] , Grote, 1 853) ve özellikle 1918'den sonra yaygındır ("the right of nations to self-deter­ mination" [ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkı] ) . Ya­

kın zamanlardaki kimi kullanımları kişisel ile siyasal anlamlan birleştiriyor gibi. Bkz. FAMILY, LiBERAL, SEX, UNDERPRIVILEGED

LITERATURE [Edebiyat, yazın] Literature zor bir sözcüktür, bu kısmen günümüzdeki uzlaşılı anlamı ilk bakışta çok yalın göründüğü için böyledir. Bütün kitapların ya da her tür yazının edebiyat mı olduğu sorusunu 221

sorma fırsatını buluncaya kadar ya da, basit bir örnek seçelim, tiyatro görünüşe göre öncelikle sözlü sahneleme için (her ne kadar aynı zamanda çoğu kez okunmak ü+ere) yazılmış bir tür olduğundan ötürü edebiyat ile

tiyatro arasında bir ayrımla kar�

şılaşıncaya kadar İngiliz edebiyatı ya da çağdaş edebiyat gibi ifadelerde görünüşte bir güçlük yoktur. Sözcüğün tarihçesine bakıncaya dek bu çoğu zaman karışık ayrımlarda neyin etkili olduğunu anlamak kolay değildir. Literature İngilizce'ye 14. yüzyılda okuyarak edinilen kibar­ lara özgü bilgi anlamıyla girdi. Fransızca yakınkökü

re, Latince litteratura aynı genel anlamı taşıyordu.

litttratu­

Kök sözcük

ise Latince littera'dır - harf. Dolayısıyla man of literature ya da man of letters [edebiyat adamı, edebiyatçı] bizim şimdi çok okuyan adam dediğimiz şeye denk düşüyordu. Dolayısıyla: "hes nocht sufficient literatur to undirstand the scripture" [tn­ cili anlamaya yetecek kadar edebiyatı (okuma yazması) yok]

(1 581); "leamed in all literature and erudition, divine and hu­ mane" [tanrıya ve insana ait her türlü bilgi alanında yetkin] (Bacon, 1605). Bacon'a ait olan örnekten, durum bildiren adın -iyi okumuş olma- zaman zaman nesnel ada -iyi okumuş bi­ rinin okuduğu kitaplar- yakın olduğu görülebilir. Fakat başlı­ ca anlamı, normal sıfattan anlaşılabilir: tık olarak 17. yüzyılda literate'e [okuma-yazma bilen] alternatif olarak ortaya çıkan ve daha genel anlamını 18. yüzyılda kazanan (gerçi krşl. Ca­

ve'in Latince başlığı Historia Literaria, 1688) literary'den [ede­

bi] çok 15. yüzyıldan itibaren literate. johnson'ın

ton'mda bile eski kullanımı hala normal görünür:

Life of Mil­

"he had pro­

bably more than common literature, as his son addresses him in one of his most elaborate Latin poems" [harcıalem bilgiden daha fazlasına sahipti, tıpkı oğlunun en güzel Latince şiirlerin­ den birinde dediği gibi] ( 1 780) . Yani literature büyük ölçüde literacy'nin [okur-yazarlık] günümüzdeki anlamlarına karşılık geliyordu; literacy muhte­ melen eski anlamlar ortadan kaybolduğu için 19. yüzyılın sonlarından itibaren görülen yeni bir sözcüktü. Hem okuya­ bilme yeteneğini hem de iyi okumuş olma durumunu anlatı-

222

yordu. Olumsuzlanyla doğrulanabilir bu. Illiterate (okuma­ yazma bilmeyen) genelde az okumuş ya da iyi eğitim almamış kişi demek oluyordu: "judgis illitturate" [ Okuması yazması olmayan yargıçlar] ( 1586) ; "my illeterate and rude stile" [mü­ rekkep yalamamış benim kaba saba üslübum] ( 1597) ; ve ta Chesterfield'da ( 1 748) : "the word

illiterate, in its common ac­

ceptance, means a man who is ignorant of those two langu­ ages" [yaygın anlamıyla okuma-yazma bilmeyen sözü bu iki dili (Yunanca ve Latince) bilmeyen kişi anlamına gelir] . Hatta daha açık olan, artık kullanılmayan bir illiterature vardı, 16. yüzyılın sonlarından itibaren: "the cause ... ignorance ... and il­ literature" (1592). Bunun tersi olarak, 17. yüzyılın başların­ dan itibaren, literati çok iyi eğitim görmüş olanlar anlamına geliyordu. Fakat basılı kitaplar düşüncesine sıkı sıkıya bağlı olan "ki­ barlara özgü bilgi" şeklindeki genel anlam sonradan görülecek olan anlam özelleşmesinin zeminini hazırlıyordu. 16. yüzyılda Colet literature ile blotterature dediği şey arasında bir aynın yapıyordu; burada okunaklı harfler yazamama anlamı, kibarla­ ra özgü bilgi ölçülerinin alunda olan bir kitabı kapsayacak bi­ çimde genişletilmişti. Fakat anlamda genel bir değişmenin ilk işaretleri 18. yüzyıldan itibarendir. Literary literate'la eşdeğer­ liliğ_inin çok ötesinde genişletilmişti: muhtemelen önce iyi okumuş anlamında, ama 18. yüzyılın ortalarından itibaren yazma pratiği ve mesleğini anlatacak biçimde, "literary merit" [edebi değer] (Goldsmith, 1 759); "literary reputation" [edebi

ün] Qohnson, 1773). Himayeden kitap satış piyasasına geçiş

döneminde, yazarlık mesleğine ilişkin bilincin artmasıyla ya­ kından ilişkili görünür bu. Literature'ı iyi düzeyde okur yazar olma anlamında kullandığı Life of Milton ve Life of Cowley de '

yeni nesnel anlama başvurarak şöyle yazar: "an author whose pregnancy of imagination and elegance of language have de­ servedly set him high in the ranks of literature" [düşgücünün zenginliği ve dilinin zerafeti kendisini bihakkın edebiyat mer­ tebelerinin tepesine yerleştiren bir yazar] (Sözlük'ündeki ta­ nım "bilgi, yazı sanatında hüner" şeklindeydi.) Yine de bu an-

223

lamlanyla literature ve literary hala kitaplar ve yazılar bütü­ nüne gönderme yapıyordu; ya da aynın yapılmışsa bile, belli yazı türlerine ilişkin olarak değil kibarlara özgü bilgi düzeyi­ nin altına düşmesi bakımındandı bu aynın. Hume gibi bir filo­ zof "Edebi Ün Sevgisi"ni "kendisine hakim olan tutku" diye tanımlayabiliyordu gayet doğal bir şekilde. Kibarlara özgü bil­ gi dairesinde sayılan her yapıt pekala literature olarak ve bu türden tüm ilgiler ve de uygulamalar literary diye tanımlana­ biliyordu. Dolayısıyla Hazlitt, Of Persons One Would Wtsh to Have Seen'de (Winterslow, il) şöyle aktarır: "Ayrton said, 'I suppose the two first persons you would choose to see would be the two greatest names in English literature, Sir lsaac New­ ton and Mr Locke"' [Ayrton "Sanının görmeyi seçeceğiniz ilk iki kişi İngiliz yazınının en büyük iki adı Sir Isaac Newton ve Bay Locke olur" ) (yak. 1825) . Şu anda yaygın olan İngiliz edebiyatı sözünün kendisi çok önemli bir gelişmenin parçasıdır. Nationallitteratur [ulusal edebiyat] düşüncesi 1770'lerde Almanya'da gelişti ve şu ifade kaydedilebilir: Über die neuere deutsche Litteratur (Herder, 1 767) ; Les Siecles de litterature française (1772); Storia della let­ teratura italiana (1772). English literature bunların ardından gelmişe benziyor, gerçi bu Johnson'da örtük olarak bulunur. "Edebiyatı" olan bir "ulus" anlamı, çok önemli bir toplumsal ve kültürel, muhtemelen aynı zamanda siyasal gelişmedir. Bu durumda izi sürülmesi gereken şey, edebiyat'ın belli yazı türlerine hasredilmesine dönük ve çoğu zaman başarılı olmuş girişimlerdir. Güç bir iştir bu, çünkü henüz gelişme tamam­ lanmamıştır; literary editor ya da literary supplement hala genellikle her türden kitapla ilgilenir. Creative literature [ya­ ratıcı yazı) ve imaginative literature [düşsel yazı) gibi ifade­ lerle bazen vurgulanan (geride kalan belirsizlikten ötürü) bir anlamda özelleşmiştir sözcük (krşl. yazının niteliği olarak CREATIVE ve IMAGINATIVE; aynı zamanda krşl. FICTION). Geçmişle bağlantılı olarak literature hala görece genel bir söz­ cüktür: roman ya da şiir yazmamış olan Carlyle ve Ruskin, sözgelimi, İngiliz edebiyatı'na dahildir. Fakat literary merit'i

224

[edebi değeri] olsun olmasın ya da literary interest'e [edebi il­ giye] değsin değmesin, artık normalde edebiyat diye tanım­ lanmayan diğer yazı türleriyle -felsefe, denemeler, tarih vb.­ hep ayırt edilmiş ve aynlmışur; edebiyat da iyi yazılmış kitap­ lar olarak anlaşılabileceği gibi, daha çok düşsel ya da yaratıcı türdeki iyi yazılmış kitaplar olarak anlaşılıyor beliıgin biçim­ de. İngilizce eğitimi, özellikle üniversitelerde, edebiyat, yani esasen şiir, oyun ve romanlann öğretilmesi olarak anlaşılıyor; diğer "ciddi" yazı türleri genel ya da söylemsel diye tanımlanı­ yor. Çoğunlukla "düşünceler"in ya da "tarih" ya da "genel ko­ nu"nun tartışılmasından ayn olarak bir de literary criticism [edebiyat eleştirisi] -(yaratıcı ya da düşsel) bir yapıtın nasıl ya­ zıldığı üstüne yargı- vardır. Aynı zamanda birçok, hatta çoğu şiir, oyun ve roman edebiyat olarak görülmez; kibarlara özgü bilgiye ilişkin eski ayrımla bir anlamda ilişkili olarak edebiya­ un seviyesinin alunda kalırlar; edebiyat yapıtı sayılacak kadar "özlü" ya da "önemli" değillerdir. Bu durumda kurgu olsa bile düşsel ya da yaratıcı olmayan, dolayısıyla AESTHETIC (bkz. bu madde) içerikten yoksun olan ve de ART (bkz. bu madde) sayılmayan yapıdan tanımlamak için yeni bir popüler edebi­ yat ya da sub-literary [edebiyat alu] kategorisi kurulur. Edebiyat, sanat, estetik, yaratıcı ve düşsel sözcüklerinin oluş­ tuıduğu modem bileşimin temsil ettiği önemli değişim açıkça toplumsal ve kültürel tarihle ilgilidir. Edebiyat'm kendisi Orta­ çağ'm sonünda Rönesans'ta okuma becerileri ve kitap nitelikle­ rinin yalıtılması olarak görülmelidir; matbaanın gelişmesiyle bu çok vurgulanır. Fakat bilgi anlamı hala içkindi ve dilbilgisi ile retorik gibi etkin sanatlar da vardı. Matbaanın egemenliğiyle birlikte, yazı ve kitaplar gitgide neredeyse eşanlamlı oldu; söy­ lenmek üzere yazılan tiyatro konusundaki kanşıklık da bura­ dan doğar (fakat bu durumda Shakespeare besbelli ki edebi­ yat'tır, gerçi metin de bunu kanıtlar) . Daha sonra edebiyat Ro­ mantizmin temel kabulleri içinde düşsel yazı olacak biçimde özelleştirildi. Özelleşmeden önce hangi sözcüğün bu hizmeti gördüğünü öğrenmek ilginç olacaktır. 1586'da öncelikle poetry [şiir] "the arte of making: which word as it hatlı alwaies beene

225

especially used of the best of our English Poets, to expresse the very faculty of speaking or wryting Poetically" [En üstün İngi­ liz Şairlerimiz Şairce yazma ya da konuşma yetisini dile getir­ mek için her zaman hangi kelimeyi kullanmışlarsa öyle yapma sanatı] diye tanımlanıyordu (konuşma'nın dahil edilmesine dikkat edin.) Sidney 158l'de şöyle yazacaktı: "verse being but an omament and no cause to Poetry: sith there been many most excellent Poets, that never versified" [Koşuk şürin nede­ ni değil süsüdür, çünkü hiç koşuk yazmamış nice büyük Şair­ ler vardır] . Şiir'in vezinli yazıya özelleştirilmesi 17. yüzyılın or­ talarından itibaren belirgindir, gerçi Wordsworth hala buna iti­ raz ediyordu: "I here use the word 'Poetry' (though against my own judgement) as opposed to the word 'Prose', and synony­ mous with metrical composition" [ "Şiir" sözcüğünü burada (kendi düşünceme aykırı olduğu halde) "Düzyazı" sözcüğüne karşıt anlamda ve vezinli yazıyla eşanlamlı olarak kullanıyo­ rum.] (1798). Şiir'in nazıma hasredilmesinin, NOVEL [roman] (bkz. bu madde) gibi düzyazı biçimlerin gitgide önem kazan­ masıyla birlikte, edebiyat'ı var olan en genel sözcük yapmış ol­ ması olasıdır. Bunun arkasında Rönesans'ın dinsel yazıdan farklı olarak dünyevi olan litterae humane [insana ilişkin yazı­ lar] anlamı vardı ve bundan letters [yazı] sözcüğünün genelle­ yici bir kullanımı doğdu. 1 7. yüzyılın ortalarından itibaren Fransızca'da belles lettres [güzel yazılar] sözü gelişti; edebiyat sonunda kurulduğunda bu anlamı daraltmak içindi.

Şiir yük­

sek düşgücü bağlamında üst düzey yazma ve konuşma beceri­ lerini ifade ediyordu; sözcük iki yöne de çekilebilirdi. 19. yüz­ yıldaki anlamıyla edebiyat, konuşmayı dışarıda bırakarak da olsa, bunu yineledi. Sırf düşsel ve yaratıcı konuya hasredildiği için değil, aynı zamanda kitaplara hasredilmenin tanımı gereği dışarıda bıraktığı "söylemek üzere yazma"ya dönük pek çok biçimin ( tiyatro'nun yanı sıra

radyo-televizyon yayını) yeni

önemi dolayısıyla da, sorun arz eder bu.

Hara 18. yüzyıl sonrası anlamlarıyla önemli ölçüde dolaşım­ da olmalarına rağmen, literature ve literary, yakın zamanlarda aşın özelleşmenin dışarıda bıraktığı genel anlamlan geri ka-

226

zanmaya çalışan yazma ve iletişim gibi kavramlar tarafından geleneksel olarak kendi zemini kabul edilen konularda gitgide daha çok eleştirilmiştir. Üstelik, bu tepkiye bağlı olarak, lite­ rary iki istenmeyen anlam kazanmışur: basılı kitaba ya da gü­ nümüzdeki yazı ve konuşmadan çok geçmiş edebiyata ait olan; ikinci olarak, "gerçeklere ilişkin araşurma" yerine kitap­

edebi­ yat (şiir, kurgu, düşsel yazı) ile gerçek deneyim arasındaki tüm karmaşık ilişkilere değinir. Literary kuşkusuz diğer kimi sa­ lardan alınan (güvenilmez) tanıklık. BU: sonuncu anlam,

natların, özellikle resim ve müziğin tartışmalarında bir yergi sözcüğü de olmuştur; burada yapıt kendi ortamı içinde yeter­ siz ölçüde özerk olarak ve "edebi" türde "dışsal" anlamlara ba­ ğımlı görülür. Bu anlam film tartışmasında da gözlemlenir. Bu arada literacy ve illiteracy, 19. yüzyıl öncesi anlamdan çok daha geniş bir perspektifle, anahtar nitelikte toplumsal kav­ ramlar halini almıştır. 18. yüzyıldan itibaren illiteracy genel olarak okuma-yazmayı bilmemeyi anlatacak biçimde genişle­ tilmiştir ve literacy 19. yüzyılın sonlarından itibaren gitgide genel ve zorunlu beceriler olarak görülen okuma-yazma'nın bilinmesini ifade etınek üzere türetilmiş yeni bir sözcüktü.

Bkz. AESTHETIC, ART, CREATIVE, FICTION, IMAGE, MYTH, NA­ TIO�ALIST, NOVEL

M MAN [Erkek, insan, adam] Tekil ve büyük harfli Man'in, bütün insan ırkını, insan türünü, yani mankind'ı [insanoğlu] anlatan önemli ve ilginç bir kulla­ nımı vardır. Man (insan) erkek anlamında man'le özdeşliği İn­ gilizce'de çoğu Avrupa dilinden daha uzun süre var oldu. İngi­ lizce'deki soyut kullanım tanımlığı olmaması bakımından il­ ginçtir (krşl. l'homme, der Mensch): "the anatomy of man and the ape" [insanın ve iri maymunun anatomisi] . Fiziksel türle-

227

rin betimlemelerinde, Man pek az sorun arz eder; yalnızca cinsel özelleşme kimi bağlamlarda güçtür (krşl. son zamanlar yayınlanan bir kitabın başlığı: The Descent of Woman). Cinsel özelleşme, sözcüğü bazı genel toplumsal ve felsefi kuramlarda sorunlu hale getirdi (krşl. Paine'in Wollstonecraft'm

Rights of Man (insan) ve

Rights of Woman (dişil)) . Cinsel özelleşme

bir yana, fiziksel olmayan bağlamlarda asıl ilginç olan tekil kullanımdır. Hiç sorun çıkarmayan "the future of man on this planet" gibi açıkça uygulanmış ve genişletilmiş kullanımları vardır. Fakat bazı başka kullanımlarında tekil biçim sorunlara neden olur ve çoğu zaman bu sorunları gizler. Man'in

Tan­

n'dan ayrılan bir genelleme olduğu dönemde daha basitti bu, "man purposith and god disposith" [İnsan ister, Tann verir] örneğinde olduğu gibi (1450) ; tekil biçimlerden biri diğerine bağımlıydı ve Man'in (Man-kind) Tann tarafından yaratılması ve denetlenmesi söz konusuydu. Ilginç olan, Aydmlanma'da olduğu üzere, evrensel ahlak ve toplumsal nitelikler tanımlan­ dığında aynı tekil biçimde ifade edilmeye devam eden ortak -manevi ve metafizik- durumu bunun kabul etmiş olmasıdır. Tekil tümel kendi ayaklan üstünde durmayı başardı. Üstelik bu kullanım, vurgunun insanın öz gelişiminde (Man Makes Himselj) olduğu dönemde yaşadı ve bilinçli bir tarihsel ve kül­ türel görelilik içinde bile bir hayli yaygındı. "lnsan tekerleği, pusulayı ve içten yanmalı motoru icat etti"den "lnsan doğası gereği avcıdır" ve "İnsan sanayi uygarlığının kritik bir döne­ mine girdi artık"a uzanan bir yelpazede olduğu üzere, gerçek­ te toplumsal ve kültürel önermeler olan şeylerden jenerik ka­ bulleri ayırt etmek bu durumda çok güçtür. Tüm bu kullanım­ lar olanaklıdır, fakat büyük harfli tekil biçimin içerimlerinin (tümellik varsayımlarıyla birlikte) ve aslında aynı anlamda kullanılan soyut Men'in çoğu zaman benzer olan içerimlerinin farkında olmak önemlidir genelde. Kullanımları metafizik, tü­ melci ya da tarihsel olarak çizgisel bağlamlara özgüyse sorun daha küçüktür; fakat bu kabullerin alışkanlıkları artık dile yerleşmiş durumda, o kadar ki gerçek tarihsel ve kültürel çe­ şitlilik vurgulandığında bile sürer bu. "Tür varlık" kavramı

228

hakkında başlangıçta, önemli ve belki de çözülmemiş bir güç­ lük olan Marksizm' deki kullanımlar sırf bu nedenle özel bir il­ gi gerektirir.

Bkz. HUMANITY, SEX

MANAGEMENT (Yönetim, idare] Management ile

insanlar

arasındaki müzakerelerden söz etti­

ğimizde, her iki terimle toplumsal ve ekonomik ilişkilerin özel bir biçimini anlatırız. Manage sözü İngilizce'ye doğrudan doğ­ ruya İtalyanca

maneggiare'den -idare

etmek ve özellikle atlan

idare etmek ve eğitmek- geçmiştir. En eski İngilizce kullanım­ lan bu bağlamdaydı. Yakınkökü halk Latincesi re etmek- Latince kök sözcük

manus'tan

manidiare -ida­

-el- geliyordu. Ma­

nage çabucak savaş harekatlannı ve 16. yüzyılın başlanndan itibaren kontrolü eline almak, sorumluluğu, yönetimi ele al­ mak gibi genel bir anlamı kapsayacak biçimde genişletildi. Bundan sonraki tarihi Fransızca

menager

-dikkatli kullan­

mak- sözcüğüyle kanştınlmasınm etkisinde kalır; Fransızca

menage dan -evhalkı- gelir ve halk Latincesi mansiona­ ticum ve Latince kök sözcük mansionem'e (Fransızca'ya doğru­ dan maison -ev- biçiminde geçmiştir) -mesken- dayanır. 17.

spzcük

'

zYılın sonlan ve 18. yüzyıldan itibaren, farklı yazımlarla ifa­

de edilen ıµanage ile menage'm çakıştığına dair bol bol tanık­ lık vardır. Bu da manager'm anlamlannı eğitici ve yöneticiden

(maneggiare)

özenli ev sahibine

(menager)

doğru yönlendirdi.

Bu yelpaze dilde hala canlıdır, spordan ticarete ve ev idaresine (a good manager) geniş bir alana uygulanır. Management kökeni bakımından bu etkinliklerin herhangi biri için süreç adıydı. Önce bir grup insan düşüncesine hasre­ dilmişe benziyor, buradan da tiyatroda kurumu denetleme ya da uygulamaya; bu anlamıyla management hala canlı bir ifa­ dedir. Bu 18. yüzyılın ortalanndan itibarendi, fakat manage ve manager o dönemde finansal ve ticari etkinlikler için gitgide

daha fazla kullanılmaya başlamıştı. Topluluk adı olarak mana-

229

gement 19. yüzyılda gazetelerin idaresini kapsayacak biçimde genişletildi. Kurumsal anlamda managers 18. yüzyılın ortala­ rından itibaren bir kamu kurumunun (işyeri, okul) sorumlu­ luğunu taşıyan ya da yönetimini elinde bulunduranları anlat­ mak üzere gitgide genişletildi. Ticarette, manager hala agent'tan [memur] ve

receiver'la

(davalı mallan idareyle so­

rumlu kişi/kayyum) eşdeğerli özel kullanımından belirgin bi­ çimde ayrılmış değildi. Terim ticarette yaygınlaşırken, hala mal sahipleri ve müdürlerle manager'lar arasında kesin bir ay­ nın vardı;

memur olarak manager bu anlamda hala canlıdır.

Management'ın 20. yüzyılda gitgide yaygınlaşan genel anla­ mı iki tarihsel eğilimle ilişkilidir. Birincisi, gitgide büyüyen ti­ cari işleri yürütecek ücretli memurların gitgide daha çok istih­ dam edilmesi. İngilizce'de bunlar, (monarşiden kalma bir ad­ la)

civil servants

ya da daha genel biçimde BUREAUCRACY

(bkz. bu madde) diye anılan devlet memurlarından farklı ola­ rak, yeni bir vurguyla, the managers ya da the management adını almışlardır. Devlet görevlilerinin oluşturduğu bu sınıf hala management'tan ayrılır, gerçekte faaliyetleri aynı olsa bi­ le; bu da kamu ile özel sektörün iş dünyaları arasında kabul edilen ve ideolojik yönelimli aynına uygundur. Yan kamusal kurumların nazik adı the nı zamanda

government

administration'dır (gerçi bu terim ay­ [hükümet] için siyasal bir eşanlamlı

olarak da kullanılır.) Diğer Avrupa dillerinde "işverenler" ile "yöneticiler" arasındaki belirsiz alan için büyük çeşitliliğin ol­ ması anlamlıdır; (Amerikan) İngilizcesi'ndeki anlamıyla mana­ ger'm çoğu zaman kesin bir karşılığı yoktur ve bazen olduğu

employeur ve özellikle patron'un yanı başında directeur; rtgisseur, gtrant.) İkinci tarih­ gibi benimsenmiştir. (Krşl. Fransızca

sel eğilim aslında kapitalist ekonomik ilişkilerin gizemlileşti­

Efendiler ile adamlar arasında (19. yüzyıl) efendiler sözcüğünün yerine daha yumuşak olan işverenler sözcüğü geçirildi, hala da rilmesinden ibaretti.

müzakereler olurdu. 20. yüzyılda gitgide

kullanılır bu. Fakat 20. yüzyılın ortalarında the management daha fazla tercih edilir oldu; soyut bir terimdir bu ve soyut, görünüşte tarafsız ölçütler ima eder. Kapitalizm içinde ücretli

230

manager'lann büyük şirketlerin etkin denetimini yasal sahip­ lerinin ya da hissedarlarının elinden aldığı söylenen manageri­ al revolution denilen şey üstüne hala hararetli bir tartışmanın olması da kayda değer. Bu doğru olsaydı (gerçek bir hayli kar­ maşık) management şu anda

işverenler halini almıştı; aynca

soyut ve görünüşte yansız olan terimin hiilii ideolojik etkisi vardır. Müdürler'in bu sürecin neresine dahil oldukları kuşku­ suz temel tartışmanın bir parçasıdır. Management ile insanlar arasındaki müzakerelerin tanımı, çoğu zaman işverenler ile işçiler arasındaki müzakerelerin ger­ çek niteliğinin yerini alır, ardından da emek ürününün göreli payı hakkındaki müzakerelerin niteliğini bir sürecin (soyut management) genel "icapları" ile gerçek bireylerin

(insanlar)

"talepleri" arasındaki tartışma anlamının yerine geçirir. Belli bir kapitalist kurumun ya da sistemin iç yasaları, bu durumda salt bireylerin bencil arzularına karşıt olarak genel, soyut veya teknik yasalar şeklinde sunulabilir. Bunun da güçlü ideolojik sonuçlan olur. Bu arada manage'ın

(maneggiare'den gelen) eski anlamının

bir örneği yaygın bir ifade olan man-management'ta [insan yö­ netimi] bulunabilir. Orduda başlamıştır bu ve daha önceki at­ ların eğitimi ve denetimine ilişkin anlamla doğrudan ilişkili­ dir., 20. yüzyılda pek çok istihdam ve işçi yönetimi biçiminde işlemsel bir ifade olarak kapsamı büyük ölçüde genişletilmiştir ve manag(7ment-training [yönetim eğitimi] kurslarında, her zaman içeriminin tam bilincinde olunmasa da, sık sık kullanı­ lır. Daha soyut olduğu için daha çok tartışılabilir olanı ise, sü­ recin her iki yanındaki insanların tamamıyla genellenip soyut­ landığı personnel management'tır [personel yönetimi] .

Bkz. BUREAUCRACY, LABOUR, MAN

MASSES [Kitleler] Toplumsal tanımlamada mass çok yaygın bir sözcük olmakla kalmaz, aynı zamanda çok da karmaşık bir sözcüktür. The

231

masses daha az karmaşık olmakla birlikte, bilhassa ilginçtir, çünkü birden çok değer taşır: Muhafazakar düşüncede büyük ölçüde bir aşağılama sözü, sosyalist düşüncede ise olumlu bir terimdir. Bir halkın çoğunluğuna yönelik aşağılama sözlerinin uzun ve bereketli bir tarihi vardır. En eski tanımlarda önemli olan anlam, açıkça belirtilen ya da örtük olarak var olan art arda basamaklar ya da katmanlar biçiminde düzenlenmiş fiziksel bir toplum modeline bağlı olarak, base [alt] ya da low'dur [aşağı] . Fiziksel model toplumsal betimlemenin sözvarlığmı büyük ölçüde belirlemiştir; krşl. standing, status, eminence, prominence ve toplumsal levels, grades, estates ve degrees'in ta­ nımı. Aynı zamanda, belli "alt" grupları betimlemeye dönük daha özel terimlerin kapsamı genişletilmiştir: Latince plebs'ten plebian; feodal toplumdan villein ve boor. COMMON (bkz. bu madde) karşılıklılığa "aşağı" anlamı katmıştır, özellikle "the common people" [halk, avam] sözünde. 16. yüzyıl itibariyle vulgar [halka ilişkin, bayağı] olumlu ya da yansız anlamlarının çoğunu yitirmişti ve "alt" ya da "aşağı"mn eşanlamlısı değerini kazanıyordu; daha iyi bir türemiş anlamı vulgate içinde korun­ muştur. The people'm [halk] kendisi, insanların daha iyi olan kısmım daha bayağı ya da en aşağı olanlardan ayırmaya çalışan 17. yüzyıl tartışmalarında olduğu üzere muğlaklaşmıştır. Bü­ yük bir onaylayıcı ifade olan the people hala, siyasal konuma bağlı olarak, ya genel olarak ya da seçici biçimde kullanılabilir. Açık siyasal aşağılama ya da korku belirten sözcüklerin ken­ di tarihleri vardır. 16 ve 17. yüzyılda anahtar sözcük multitude [yığın] idi (bkz. Christopher Hill: "The Many-headed Mons­ ter" , Change and Continuity in Seventeenth-century England içinde; 1974). Vulgar ve the rabble'a [ayak takımı] sık sık gön­ derme vardıysa da, asıl anlamlı olan ad multitude idi, çoğu za­ man many-headed [ çok başlı, birden çok başı olan] şeklinde sayıyı pekiştiren bir tanımla birlikte görülürdü. Base multitude [bayağı yığın] , giddy multitude [uçarı yığın] , hydra-headed monster multitude [yılan başlı canavar yığın] ve headless multi­ tude [başsız yığın] gibi ifadeler de vardı. Büyük sayılara dönük

232

bu vurgu, mass'in sonraki gelişimiyle karşılaştmldığında an­ lamlıdır, gerçi "avam" hakkında en belirgin olan şeyin sayıları­ nın çok olması, her zaman çok açık bir gözlem olmuştur. Base [alt] toplumsal konum ve ahlak bakımından düşüklük yükleyen açık bir anlamdır. Idiot ve giddy ise daha başlangıçta çakışmış olabilir, "cahil" ve "aptal"dan giddy'nin "deli" biçi­ mindeki eski anlamına (aslında bir tanrı tarafından ele geçiril­ miş olma durumunu anlatırdı) . Fakat giddy'nin "dengesiz" anlamı tarihsel olarak daha önemli oldu; 17. yüzyıl itibariyle lngilizce'de mob [güruh] (gerçi 18. yüzyılın başlarında başka­ larının yanı sıra, sözcüğü güzelce vulgarism diye mahkum eden Swift'in itirazları da mevcuttu) şeklinde kısaltılmış olan Latince mobile vulgus -dengesiz/kararsız halk- sözüyle bağ­ lantılıdır. 16 ve 17. yüzyılın yaygın sözcüğü multitude'un yeri­ ne 18. yüzyılda mob geçmişti bile; yine vulgar, base, common [sıradan] ve mean [bayağı] bataryasıyla destekleniyordu. Mob kuşkusuz günümüze kadar yaşadı, ama 19. yüzyılın başların­ dan bu yana çok daha özgül olmuştur: genel bir durumdan çok özel bir başıboş kalabalık. Bütün bunların arasından genel durumu anlatmak üzere sıyrılıp gelen, mass'ti, bunu da the �sses takip etti. Mass 15. yüzyıldan itibaren bir dizi anlamla yaygın biçimde kull�nılıyordu; Fransızca yakınkök masse ve Latince massa'dan -yoğiulabilen ya da kalıba dökülebilen malzeme kütlesi (kök anlamı mub;temelen hamur yoğurmak idi) , buradan da anlam genişlemesiyle her türlü büyük malzeme kültesi - geliyordu. lki önemli ama birbirine alternatif anlamın geliştiği görülebilir: (i) biçimsiz ve ayırt edilemeyen şey; (ii) yoğun bir kütle. Olası çakışmalar ve çeşitlemeler ortada. Othello'da şu kullanım görü­ lür: "I remember a masse of things, but nothing distinctly" [Bir yığın şey hatırlıyorum, ama hiçbiri belirgin değil] . Modem an­ lama yakın bir örnek olarak Clarendon'ın History of the Rebelli­ on'daki anlamlı kullanımı göze çarpar: "like so many atoms contributing jointly to this mass of confusion now before us" [Şimdi gözümüzün önünde duran bu kargaşalık kitlesine ortak katkıda bulunan onca atom gibi] . Mass'in yansız kullanımları

233

fizik bilimlerinde, resimde ve gündelik kullanımda kütleyi an­ latmak üzere gelişiyordu. (Dinsel mass [ekmek ve şarap ayini] her zaman için ayn bir sözcüktü, Latince missa'dan -gönderil­ miş, kovulmuş ve buradan özel bir ayin anlamıyla- geliyordu.) Fakat toplumsal anlamının 17. yüzyılın sonları ve 18. yüzyılın başlarında ortaya çıktığı görülebilir: "the Corrupted Mass" [ahlaksız kitle/kalabalık] (1675); "the mass of the people" [in­ san kitlesi/yığını] (l 7 l l ) ; "the whole mass of mankind" [insa­ noğlunun oluşturduğu bütün bir kitle] (1713). Fransız Devri­ mi'ne kadar bu hala belirsizdi. Bu dönemde özel bir kullanım belirleyici oldu. Southey'nin 1807'de gözlemlediği gibi: "the levy in mass, the telegraph and the income-tax are ali from France" [toplu seferberlik, telgraf ve gelir vergisi, bütün bunlar Fransa' dan geldi] . Anna Seward l 798'te şöyle yazmıştı: "our nation has almost risen in mass" (ulusumuz neredeyse topye­ kun ayağa kalktı) . Devrim ve açıktan açığa toplumsal çatışma döneminde, İngiliz Devrimi sırasında the multitude hakkında söylenmiş olan şeylerin çoğu, şimdi the mass hakkında söyle­ niyordu ve en son 1830'lar itibariyle the masses yaygın bir te­ rim halini alıyordu, gerçi hala kimi zaman özel bir yenilik be­ lirticisine gereksinim duyuyordu. Sözcüğün INDUSTRIAL RE­ VOLUTION'la [sanayi devrimi] (bkz. bu madde) ilişkili olma­ sına dair bir anlam, Gaskell'ın "the steam engine has drawn to­ gether the population into dense masses" (The Manufacturing

Population of England, 6; 1833) cümlesinde belirgin gibidir. Moore 1837'de şöyle yazmıştı: "one of the few proofs of good Taste that 'the masses', as they are called, have yet given" [ "Kitleler" diye anılan bu insanların şimdiye kadar verebildiği pek az "zevklilik" kanıtından biri olmak üzere. . . ] ve Cariyle 1839'da: "men . . . to whom millions of living fellow-creatures... are 'masses', mere 'explosive masses for blowing down Bastilles with', for voting at hustings for us. " [Milyonlarca insan karde­ şini "yığınlar" olarak gören, onları Bastille'leri yıkmakta kulla­ nılacak patlayıcı madde, birtakım kurullarda bize oy vermek üzere kullanılacak araç gibi gören kişiler. . . ] Bu iki örnek baş­ langıçtaki içerim ayrılığını iyi gösteriyor. Moore yeni sözcüğü

234

kültürel bir bağlamda TASTE'ten (bkz. bu madde) farklı olarak "aşağılık" ya da "bayağılık"ı anlatmak üzere seçmiştir. Carlyle devrimci levee en masse'a yapılan açık tarihsel göndermenin farkındaydı, ama patlama eğretilemesini kıvıracak kadar da fi­ zik bilimindeki yerleşik kullanımının da ayırdındaydı. Yanıltıcı diye mahkum ettiği devrimci kullanımı, aynı yanıltıcı çağrışım yüklenmiş olan seçimlerle ya da meclis hakkındaki kullanımla -"voting at hustings for us"- ilişkilendirmişti anlamlı biçimde. Anlamlan bu şekilde çok karmaşıktır, çünkü mass'in (i) ve (ii) numaralı anlamlan varlığını sürdürmektedir. Anlam (i), biçimsiz ve ayırt edilemeyen bir şey, özellikle yerleşmiş olan in the mass ifadesinde varlığını sürdürüyor, Rogers'da (1820) ol­ duğu üzere: "we condemn millions in the mas as vindictive" [Milyonlarca insanı topluca intikam düşkünü diye mahkum ediyoruz] ; ya da Martineau ( 1832): "we speak of society as one thing, and regard men in the mass" [Toplumdan tek bir şeymiş gibi söz ediyor, insanları da "kitle" olarak görüyoruz. ] , burada ima edilen şey gerekli aynmlann yapılamamasıdır. An­ cak İngilizce'de Fransızca ya da Almanca'ya göre daha az doğal bir şekilde olsa da, gitgide olumlu anlam (ii)'ye, yoğun bir kQ.tle anlamı, tıpkı çok benzer olan solidarity [dayanışma] söz­ cüğünde olduğu gibi, toplumsal bir anlam yüklendi. İnsanlar ancak topluca, "tek bir insan" olarak hareket ettiklerinde kendi koşullarını gerçekten değiştirebilirlerdi. Anlam (i)'de zorunlu aynının yokluğu değerini taşıyan şey, anlam (ii)'nin et­ '

kisiyle, burada zorunlu bölünmeden kaçınma ve böylece birli­ ği başarma biçimini almıştır. Çoğu İngiliz radikali the people ifadesini ve onun yanbiçimlerini -common people, working pe­ ople [çalışan insanlar] , ordinary people [sıradan insanlar]- ken­ di birincil olumlu terimleri olarak kullanmaya devam etti, ger­ çi 19. yüzyılın sonlarında the masses ile "the classes" arasında yaygın bir karşıtlık vardı: "back the masses against classes" [sınıflara karşı kitleleri destekleyin] (Gladstone, 1886) . Mas­ ses ve yanbiçimleri -the masses, the working masses, the to­ iling ınasses- devrimci gelenekte özgül olarak kullanılmaya (zaman zaman kusurlu çevirilerle) devam etti.

235

Bu durumda modern toplumsal anlamıyla masses ve mass'in iki farklı türden içerimi vardır. Masses (i) many-he­ aded multitude ya da mob'u anlatan modem sözcüktür: alt, ca­ hil, dengesiz. Masses (ii) aynı insanlara ilişkin bir tanımdır, ama artık olumlu ya da gizil olarak olumlu bir toplumsal güç biçiminde görülür. Bu ayrım türemiş ve ilişkili biçimlerin ço­ ğunda çok önemli bir hal almıştır. 19. yüzyılın ortalarından bu yana görülen mass meeting [kitle toplantısı] , anlam (ii)'ye da­ hildi: ortak bir toplumsal amaç için bir araya gelmiş olan in­ sanlar (gerçi yerici değer taşıyan like a mass meeting bir tepki olarak anlamlıdır) . Fakat anlam (i) , "there are very few origi­ nal eyes and ears; the great mass see and hear as they directed by others" [Sahici göz ve kulak azdır; büyük kitleler yönlendi­ rildikleri biçimde görür ve işitirler. ] (S. Smith, 1803), 20. yüz­ yılda çeşitli biçimlerde ortaya çıkmıştır: mass society [kitle toplumu] , mass suggestion [ kitle telkini] , mass taste [kitle beğenisi] . Bu biçimlerin çoğu, 19. yüzyılın başlarından itiba­ ren gitgide saygın bir sözcük halini alan, bir düşünceye göre, bu etkili alternatife gereksinim duyan DEMOCRACY'nin (bkz. bu madde) görece girift eleştirisini içeriyordu. Mass-democ­ racy [kitle demokrasisi] manipüle edilmiş bir siyasal sistemi anlatıyor olabilir, fakat daha çok eğitimsiz ya da bilgisiz tercih­ ler ya da görüşlerce yönetilen bir sistemi anlatır: yani demok­ rasi'nin kendisine ilişkin klasik yakınma. Aynı zamanda bu bi­ çimlerin birkaçı aralarında en popüler olanın etkisinde kal­ mıştır: 1920'ler ABD'sinde mass production [kitlesel üretim] ; ama bu gerçekten montaj bandının üzerinde birden çok ve se­ ri olarak yapılan üretim sürecini anlatmaz. Anlattığı, tüketim süreci (krşl. CONSUMER) , mass market'tır [kitle pazarı] ; bu­ rada mass anlam (i)'in, many-headed multitude'un, ama artık alım gücü olan bir many-headed multitude'un yanbiçimidir. Mass market, quality market [kaliteli pazar] ile karşıtlık için­ deydi; anlam (i)'i büyük ölçüde koruyarak, anlam genişleme­ siyle, mass production büyük sayılarla yapılan üretimi anlatır oldu. 20. yüzyıldaki mass kullanımlarının en büyük güçlüğü bu durumda açığa çıkar: (hem istenilir hem de istenilmez bi-

236

çimde) katı kütleyi anlatmış olan ve hala da anlatan bir söz­ cük aynı zamanda çok sayıda insanı ya da şeyi anlatıyordu. Büyük sayı anlamı bütüne baskın çıktı. Mass communication [kitle iletişimi] ve mass media [kitle iletişim araçları] , önceki tüm sistemler gibi kitlelere (bir araya gelmiş insanlar) değil, sayısal olarak çok büyük olan, ancak tek tek evlerinde görece yalıtılmış izleyici üyelere yöneliktir. Birkaç anlam birleşmiş, aynı zamanda karışmıştır: erişilen büyük sayılar (the many-he­ aded multitude ya da the majority of the people [halkın çoğunlu­ ğu] ) ; benimsenen yöntem (yanıltıcı ya da popüler) ; kabul edi­ len beğeni

(vulgar ya da ordinary); sonuçta ortaya çıkan ilişki (alienated and abstract [yabancılaştırılmış ve soyut] ya da a new kind of social communication [yeni bir toplumsal iletişim biçimi] ) . Günümüz kullanımında mass ve masses karmaşasının en yakıcı öğesi, birbirine karşıt toplumsal içerimlerdir. Mass work'e girişmek, mass organizations'a üye olmak, mass me­ etings ve mass movements'a değer vermek, bütünüyle mas­ ses'ın hizmetinde yaşamak: bütün bunlar canlı bir devrimci geleneğe ait ifadelerdir. Fakat mass taste'i incelemek, mass niedia'yı kullanmak, mass market'ı kontrol etmek, mass ob­ servation'a girişmek, mass psychology ya da mass opinion'u anlamak: bunlar da tam tersi toplumsal ve siyasal eğilimin ifa­ ·

deleridir. Devrimci kullanımın bir kısmı belli toplumsal koşul­ larda devrimci aydınlar ya da devrimci partilerin halk'tan gel­ mediğini ve "onlar"ı kendilerinin dışında, birlikte ya da uğ­ runda çalışmak zorunda oldukları masses olarak görmeleriyle anlaşılabilir: yani nesne olarak mass ya da üzerinde çalışılması gereken malzeme olarak mass. Fakat levee en masse'ın [toplu seferberlik] etkin tarihçesi en azından etkili olmuştur. Tam karşıtı eğilimde, mass ve masses eski aşağılamanın basitlikle­ rinden uzaklaşmıştır (gerçi sağcı çevrelerde ve korunmuş du­ rumlarda, mob ve idiot multitude tonları hala duyulabilir) . 20. yüzyıla ait biçimler, bir bütün olarak ayrımsız algılanan ama siyasette, ticaret ve kültürde birçok operasyon için çok önemli olan çok sayıda insanla uğraşma yöntemlerini anlatır büyük

237

ölçüde. Bu durumda mass olduğu gibi kabul edilir ve ironik biçimde yeniden parçalara ayrılır: mass market'm üst ve alt uçlan; mass entertainment'ın

iyi türü.

Mass society bu du­

rumda bu şekilde örgütlenmiş olan toplumdur; fakat, son bir karmaşıklık etkeni olarak, mass society, daha önceki muhafa­ zakar bağlamla bağlanulı olarak, radikal hatta devrimci eleşti­ ride yeni bir terim olarak da kullanılmıştır. Mass society, mas­ sifıcation (genellikle mass media'ya güçlü bir gönderimle)

sınıfı'nın, proleterya'nın,

işçi

the masses'm etkisiz hale getirilmesi

ya da sistemin içine katılması olarak görülür: yani yabancılaş­ ma ve denetimin sahici bir

halk

bilincinin gelişmesini önle­

mek üzere tasarlanmış ve önleyici yeni biçimleridir. Dolayısıy­ la mass society'ye karşı bir mass uprising [kitle ayaklanması] ya da mass media'ya karşı bir mass protest [kitle protestosu] ya da massifıcation'a karşı mass organization [kitle örgütlen­ mesi] düşünmek, hiç değilse umut etmek olanaklıdır. Bu kar­ şıt siyasal kullanımlarda yapılan ya da yapılmaya çalışılan ay­ nın SUBJECT (bkz. bu madde) olarak the masses ile toplum­ sal eylemin nesnesi olarak the masses arasındadır. Sonuçta bunun böyle olması şaşırucı değildir. Kullanımları­ nın çoğunda masses ikiyüzlü bir sözcüktür, fakat büyük top­ lumların sorunları, toplumun kendisine, ondan türeyen ve onunla ilgili olan meselelere karşı toplu eylemle ve alınan tep­ kiyle ilgili sorunlar, gayet gerçektir ve üstüne sürekli konuş­ mak gerekir.

Bkz. COMMON, DEMOCRACY, POPULAR

MATERIALISM [Materyalizm, maddecilik] Materialism ve bununla ilgili materialist ve materialistic, gü­ nümüz İngilizcesinde karmaşık sözcüklerdir, çünkü (i) mat­ ter'ı [madde] insanlar dahil her türlü canlı ve cansız varlığın temel tözü olarak öneren çok uzun, zorlu ve çeşitli taruşmala­ ra; (ii) zihinsel, ahlaksal ve toplumsal etkinliklere ilişkin bir öncekiyle bağlantılı ya da onun sonucu olan bir dizi yine çok

238

çeşitli açıklama ve yargılara; (iii) öncelikle nesneler ve paranın üretimi ve edinimiyle ilgilenen yaklaşım olarak özetlenebile­ cek, hiçbir zorunlu felsefi ya da bilimsel bağlantısı olmayan belirgin bir dizi tutum ve etkinliğe gönderme yapar. Anlam (i) ve (ii)'nin anlattığı görüşlere karşı çıkanların çoğu zaman an­ lam (iii)'ten ve çağrışımlarından yararlanmaları ya da kafaları­ nın karışması anlaşılabilir. Aslında anlam (ii)'nin çeşitli aşa­ malarında, anlam (iii)'ün öğeleriyle, anlam (i) ve (ii)'nin çeşit­ li biçimlerini savunanlara hasredilemeyecek akla yakın bağ­ lantılar vardır. Anlam (i) ve (ii) ile anlam (iii) arasındaki gev­ şek genel ilişki aslında geçmişten kalmadır, sözcüklerin tarihi bunu biraz açıklar. Merkezdeki sözcük matter'm gayet uygun bir temel anlamı var. İngilizce'ye çeşitli biçimlerde eski Fransızca yakmkök ma­ tere, Latince kök sözcük materia'dan -inşaat malzemesi, genel­ likle timber [kereste] (sözcük köken bakımından bununla, ay­ nı zamanda domestic'le de ilgili olabilir; krşl. "will sliver and disbranch from her material sap" [Maddi özsuyundan sapmış olarak] , Kral Lear, iV, ii); buradan da anlam genişlemesiyle, genel olarak düşünülen her türlü fiziksel madde ve yine anlam genişlemesiyle, herhangi bir şeyin malzemesi- geçti. İngiliz­ ce'de bu anlam yelpazesi çok önceleri yerleşmiştir, gerçi en öz­ gül eski anlamı pek önemli değildi, çabucak da unutulup gitti. Önceki yerleşik anlamlar arasında, matter daima FORM'dan [biçim] (bkz. bu madde) ayrılırdı; biçim'in madde'yi var et­ mek için gerekli olduğu savunulurdu. Material ile formal ara­ sında buna bağlı bir ilişki vardı, ama en popüler aynın materi­ al ile spiritudl arasındaydı; burada spirit form'un etkili bir te­ olojik özelleşmesidir. 16. yüzyılın sonlarından itibaren matter aynı zamanda idea ile de karşıtlaştınlırdı, ama 18. yüzyılın başlarından itibaren görülen önemli, modem material/ideal ve materialist/idealist karşıtlıkları material/formal ile materi­ al/spiritual karşıtlıklarından sonradır. Material ile materi­ alist'in özgül anlamlarıyla en çok ilgisi olan işte bu sonuncu karşıtlıktır. Bunların izini sürmek kolay değil, ancak material'ı "dünya" işleriyle ilişkilendirmeye dönük ve bununla bağlantılı

239

olarak material etkinliklerle uğraşan insanlarla kendisini spiri­

tual ya da LiBERAL

(bkz. bu madde) uğraşılara adayan diğer­

leri arasında sınıfsal türden bir ayrım vardı. Kyd ( 1588): "not of servile or materiall witt, but. . . apt to studie or contemplat" [hizmete amade ve maddeci zeka değil, incelemeye ve düşün­ meye yatkın olan. . . ] ; Dryden ( 1 700): "his gross material soul" [Kaba maddi ruhu] . Bu eğilim muhtemelen herhangi bir olay­ la gelişmiştir, ama felsefi tartışmanın gidişatı ve bağlamı tara­ fından önemli ölçüde etkilenmiştir. Bugün materialist dediğimiz felsefi konumlar en az MÖ. 5. yüzyıla, Yunan atomistlerine kadar uzanıyor ve tam olarak ge­ liştirilmiş Epiküryen konum büyük ölçüde Lucretius aracılı­ ğıyla biliniyordu. Doğa ve yaşamın kaynaklannın fiziksel açık­ lamalanna ek olarak, bu öğretinin uygarlık (belli bir ortamda doğal insan güçlerinin gelişimi) , toplum (başkalanna karşı gü­ venlik için sözleşme) ve ahlak (mutluluğa götüren ve kendile­ ri değişmiyorsa değiştirilebilen bir dizi uzlaşım; bu durumda önceden var olan hiçbir değer yoktur ve tek doğal güç kişinin kendi çıkandır) açıklamalannı eklemlemiş olması anlamlıdır. İngiliz materialism'inde dönüm noktası, hala bu adla anılmasa da, temel öncülü hareket halindeki -MECHANICS (bkz. bu madde)- fiziksel cisimler olan ve bu tür hareket halindeki ci­ simlerin yasalannın tümdengelim yoluyla bireysel insan dav­ ranışına (hareket biçimleri olarak duyum ve düşünce) ve top­ lumun -birbirleriyle bağlantılı olarak hareket eden (ve zorun­ lu düzenleme dolayısıyla hükümdara boyun eğen) insanlar­ doğasına uygulandığı Hobbes'dadır. 18. yüzyıl Fransa'sında, sözgelimi Holbach'da, benzer şekilde bütün nedensel ilişkile­ rin cisimlerin hareket yasalan olduğu ve, yeni bir açıklıkla, al­ ternatif nedenlerin ve özellikle Tann kavramının ya da diğer metafizik yaratma ya da yönetme biçimlerinin yanlış olduğu savunulur. 17. yüzyılın ortalanndan itibaren bu tür öğretiler materialist ve 18. yüzyılın ortalanndan itibaren materialism diye tanınmaya başladılar. Doğanın ve yaşamın kökenlerinin fiziksel açıklamalannın, halk ve toplumun CONVENTIONAL ya da MECHANICAL (bkz. bu maddeler) açıklamalannm sü-

240

rekli birbiriyle ilişkilendirilmesi, anlaşılır biçimde, materi­ alism ve materialist'i salt tutumlar ve davranış biçimlerini an­ latan, dinin açıkça reddedilmesi durumunda çok keskinleşen popüler bir kullanıma aktarmışUr. Doğa ve yaşamın dinsel ve geleneksel açıklamalannı yapanlann (dolayısıyla ahlaksal dav­ ranış ve toplumsal örgütlenme konusunda başka nedenler öne sürenlerin) yönelttikleri öfkeli karşı saldında, materialism ve materialist, pek de bir önceki akıl yürütmede olduğu üzere ahlaksal ve toplumsal konumlan anlatmak için değil, tartışma içinde bir sıçramayla, kendi çıkan kavramını, güya önerilen ya da tercih edilen yaşama biçimi olarak "bencillik" e yönelik tek doğal güce dönüştürmek üzere, material'ın daha önceki anla­ mıyla (dünyevi) birleştiriliyordu. Materialist ahlaksal savunu­ sunun gerek

uzlaşımsal

gerekse

mekanik

biçimlerinin bu gü­

cün -"kişinin kendi çıkan"- nasıl karşılıklı yarar için düzenle­ nebileceği ya da aslında düzenlendiğiyle ilgilendiğini söyleme­ ye pek gerek yok. 18. yüzyılda kullanım hala öncelikle felse­ fiydi; 19. yüzyılın başlan itibariyle kavramın bir önermeden aceleci ve polemik bir şekilde tavsiyeye genişletilmesi materi­ alism ve materialist'in anlamlannı derinden etkiledi ve gerek­ tiği üzere biraz. daha gevşek olan materialistic 19. yüzyılın or­ talanndan itibaren görüldü. Böylesine karmaşık bir tartışma sözcüklerin gelişimleri izle­ nerek çözülemez. Bazı insanlar hala bencil bir dünyeviliğin, gerek tannsal gerekse insani bir birincil ahlaksal gücün redde­ dilmesinin kasıtlı olmasa bile kaçınılmaz sonucu olduğunu öne sürüyor. Bazılan fiziksel tartışmalan nitelemek için bu so­ nucu geriye doğru okuyor; diğerleri açık ya da örtük olarak fi­ ziksel savunulan kabul ediyor, ama toplumsal ya da ahlaksal açıklama için yeni terimler getiriyor. Dinsel ve yan dinsel kul­ lanımda, materialism ve onunla ilişkili sözcükler fizik bili­ minden tutun kapitalist topluma ve aynı zamanda, çoğu du­ rumda anlamlı biçimde, kapitalist topluma karşı sosyalist baş­ kaldınya her şeyin tanımı ve serbest çağrışımı için dile pele­ senk olmuştur. Bu popüler çağnşımm keyfi niteliği eleştirel ve tarihsel olarak görülmelidir. Fakat görülmesi gereken bir baş-

241

ka şey, çünkü bu tartışmayı temelden etkilemektedir, felsefi materyalizmin sonraki gelişimidir. Dolayısıyla Marx'ın buraya kadar tanımlanan materyalizme ilişkin eleştirisi doğa ve yaşa­ mın fiziksel açıklamasını kabul etmekle birlikte, bütün bir eği­ limi mekanik diye tanımlayarak, bundan türemiş toplumsal ve ahlaksal savunu biçimlerini reddeder. Bu materyalizm biçimi, nesneleri yalıtlamış ve özneleri (bkz. SUBJECTIVE) , özellikle öznel denen insan etkinliğini ihmal etmiş ya da görmezden gelmiştir. Bu nedenle, kabul edilmiş mechanical materialism ile insan etkinliğini temel güç olarak gören yeni bir historical materialism arasında bir ayrım kurar. Ayrım önemlidir, ama pek çok soruyu yanıtsız bırakır. İnsanın ekonomik etkinliği -fiziksel bir çevrede hareket eden insanlar- temel olarak görü­ lüyordu, fakat yorumlardan birinde, tüm diğer toplumsal, kül­ türel ve ahlaksal etkinlikler, hepsi bu temel etkinlikten türetil­ miştir (krşl. DETERMINED) . (Sonuçta bu, materialism'in po­ püler anlamının yeni bir serbest çağrışımına olanak verir, do­ layısıyla materialist'ler öncelikle para kazandıran etkinliklerle ilgilenir -aslında hiçbir biçimde Marx'ın kastı bu değildir.) Marx'ın etkileşim anlamı- fiziksel şeyler üstünde çalışan in­ sanlar ve bunu yapma biçimleri, bunun için girdikleri ve "in­ sanın doğası" üstünde etkili olan, yaşamak için yapmak zo­ runda oldukları şeyleri yapma sürecinde ürettikleri ilişkiler Engels tarafından DIALECTICAL (bkz. bu madde) materi­ alism diye genellendi ve yalnızca tarihsel gelişimin değil, tüm doğal veya fiziksel süreçlerin yasaları olacak biçimde genişle­ tildi. Marksizmin bir yorumu olan bu anlatımda historical materialism insan etkinliğine, dialectical materialism evren­ sel süreçlere gönderme yapar. Sözcüklerin tarihi bakımından önemli olan nokta, historical materialism'in üçüncü anlamıy­ la materialism'in -mal ve parayla bencilce ilgilenme- nedenle­ rini açıklaması ve tavsiye etınek bir yana, onu yenmenin ve de işbirliği ile karşılıklılığı kurmanın toplumsal ve tarihsel yolla­ rım anlatmasıdır. İstenmeyen bir şekilde iDEALiST (bkz. bu madde) ya da moralistic ya da utopian diye tanımlama akıl yü­ rütme biçimlerinden farklı olarak, bu elbet hala materialist bir

242

akıl yürütmedir. Fakat, sözcüklerin karmaşık anlamlarını be­ nimseyecek olursak, materialistic bir topluma karşı materi­ alist bir savunu, materialism'e dayalı bir savunudur bu.

Bkz. DIALECTIC, EXPLOITATION , IDEALISM, MECHANICAL, REALISM

M ECHANICAL [Mekanik] Mechanical şu anda machine'den türemiş ve onun başlıca an­ lamlarıyla içerimlerini taşıyor gibi görünür. Oysa bu yanıltıcı­ dır. Mechanical İngilizce'de machine'den daha önce görülmüş­ tür ve uzun zaman belli ayrılabilir anlamlar taşımıştır. Kök sözcük, Latince machina'da olduğu üzere, her türlü tertip, dü­ zenek anlamını taşıyordu ve mechanical (Latince yakınkök mechanicus'tan geliyor) 15. yüzyıldan itibaren çeşitli mekanik hünerleri; aslında tarımsal olmayan üretici iş yelpazesini an­ latmak için kullanılıyordu. Toplumsal nedenlerle mechanical daha sonra, bu tür işler yapan ve insanları ve onlann varsayı­ lan niteliklerini anlatan yerici bir sınıfsal anlam kazandı: "mechanicall and men of base condition" [Düşük kökenli in­ sanlar ve makinistler} ( 1589) ; "most Mechanicall and durty hamt" [Makina tamircisinin kirli eli} (2

Henry

IV, v); "mean

mechanical parentage" (1646) . 17. yüzyılın başlarından itiba­ ren mechanical'm sürekli bir rutin, düşünülmeden yapılan iş anlamıyla kullanımı vardı. Bugün makinenin eylemlerine ör­ nekseme olarak düşünülebilir bu ve örnekseme 18. yüzyılın ortalarından itibaren belirgindir. Fakat en eski kullanımların­ da toplumsal önyargı da bir o kadar güçlü görünür. Machine, 16. yüzyıldan itibaren, herhangi bir yapı ya da çer­ çeveyi anlatıyordu, ama 1 7. yüzyıldan itibaren güç uygulama­ ya yarayan bir aracı anlatmak üzere ve 18. yüzyıldan itibaren birbiriyle ilişkili ve hareket eden parçalan bulunan daha kar­ maşık aracı anlatmak üzere özelleşmeye başladı. Tool'dan [alet} ayrılması ve machine-made ile hand-made arasındaki ay­ nın bu aşamaya, özellikle 18. yüzyılın sonlarına aittir. Fakat

243

bu arada mechanical, büyük ölçüde yeni mechanics bilimin­ den yeni ve etkili bir anlam kazandı. Boyle 1 67l'de şöyle yaza­ caktı: Burada Mechanicks terimini, yalnızca Hareketli Güçler (Işın, Manirela, Vidalar ve Kama gibi) ve Gücü çoğaltmak için Mo­ torların kurulması hakkındaki Öğretiyi anlatmak üzere kulla­ nıldığındaki gibi, alışıldığı üzere, daha dar ve özel bir anlam­ da almıyorum; fakat... daha geniş bir anlamla, sıradan nesne­ lerde hareketi üretmek ya da değiştirmek üzere saf Matemati­ ğin Uygulanmasından oluşan Disiplinleri anlatacak biçimde kabul ediyorum. Özgül pratiklere ilişkin bir dizi kuramdan hareketin yasala­ rına ilişkin genel bir kurama doğru ilerlerken, mechanics çe­ şitli dinsel kuramlarla etkileşime girdi ve pratikte çoğu zaman MATERIALISM'le (bkz. bu madde) çakıştı. Dolayısıyla 1 7 . yüzyılın sonlarında "the Mechanical Ateist"ten söz edildiğini duyarız ve bu 18. yüzyılın sonlarında bizi mechanism'e -bu öğretide evrendeki her şey mekanik güçler tarafından üretil­ miş olarak görülüyordu- götürür. ( 17. yüzyıldan itibaren yeni bir anlam kazanan mechanism, önceden esasen mekanik bir tertibi, yani mekanizmayı anlatıyordu.) Böylece mechanical, the mechanical philosophy, mechanical doctrine materyalist felsefenin çeşitli biçimleri olarak tanımlandı ve dinsel, idealist düşünürlerce bazen betimleyici olarak bazen aşağılayarak ken­ dilerinin başlıca muarızlarını anlatmak üzere kullanıldı. So­ nuçta, 19. yüzyılın ortalarından itibaren, MATERlALISM (bkz. bu madde) içinde mechanical ile historical ya da dialectical arasında bir aynın görülür. Bu temel gelişmeyi anlamak pek güç değil, ama mechanical, yeni machine anlamının ve onun mechanical civilization gibi tanımlarla genişletilmesinin bir sonucu olarak, 19. yüzyılın başlarından itibaren olağanüstü karmaşık bir nitelik aldı. Mo­ dem anlamda makineleri kullanan ya da onlara dayalı bir uy­ garlığı anlatabilir bu: şimdi de kullandığımız ifadeyle, IN­ DUSTRlAL society'yi. Fakat 19. yüzyılın başlarından itibaren,

244

bazı düşünme biçimlerinde ( Coleridge ve Carlyle'da olduğu üzere) , bu anlamın mechanical'm

idealist'e

spiritual, metaphysical ya da

karşıt olduğu anlamla birleştiği ya da karıştığı görü­

lür. Aynı dönemde mechanical ile önceden anlamca çok yakın olan ORGANIC (bkz. bu madde) arasında anlamlı bir aynın vardır. "Kendi başlarına" çalışmaya başlayan, "insan emeğinin yerine geçen" yeni

makin.eler,

Tanrısız ya da tanrısal bir yöne­

tici gücün olmadığı bir evren düşüncesini ve aynı zamanda es­ ki (ve toplumsal olarak etkilenmiş olan) rutin, düşünülmeden yapılan işi -böylece bilinçsiz edim- çağrıştırdı. Sözcüğün karmaşıklığı, makinelerle doğrudan ilgili betimle­ yici anlamının ötesinde her kullanıldığında, eski çağrışım ve birleşimlerin bir kısmı bu şekilde bertaraf edilmiş olduğunda bile, güçlüğünü korudu. Hem sözcüğün bu anlamlarının ger­ çek kaynaklan hem de içerimlenen çeşitli karşıtlıklar sürekli incelenmeyi gerektiriyor.

Bkz. INDUSTRY, MATERIALISM, ORGANIC MEDIA [Medya, kitle iletişim araçları] Latince

medium'dan -orta- gelen medium İngilizce 16. yüzyılın

sonl�_nndan bu yana kullanılmakta ve 17. yüzyılın başlarından bu yana araya giren ya da aracı olan (kişi) ya da ortam anlamı­ nı taşımakta. Dolayısıyla Burton (1621): "To the Sight three things are required, the Object, the Organ, and the Medium" [ Görüş için üç şey gerek: N esne, Organ ve Vasat] ; Bacon

(1605): "expressed by the Medium of Wordes" [Kelimeler Va­ satında dile geldiği şekilde] . Daha sonra gazetelerle bağlantılı olarak 18. yüzyılda geleneksel bir kullanım vardı: "through the medium of your curious publication" [Bu tuhaf yayınlannızm vasatı yoluyla] (1795) ve bu 19. yüzyıl boyunca "considering your Journal one of the best possible mediums for such a sche­ me" [Derginizin böyle bir plan için en elverişli vasatlardan biri olduğu düşünülürse] (1880) gibi kullanımlara varıncaya dek geliştirildi. Bu genel kullanımda, gazetenin ilan için medium

245

olarak tanımlanması 20. yüzyılın başlarında yaygınlaştı. 20. yüzyılın ortalarında media'nın (19. yüzyılın ortalarından itiba­ ren genel bir çoğul olarak bulunuyordu) gelişmesi büyük ölçü­ de bu bağlamdaydı. COMMUNICATIONS'da basının yam sıra radyo-televizyon önem kazanınca, media yaygın biçimde kul­ lanılmaya başladı; sonra da kaçınılmaz genel sözcük oldu. Ar­ dından MASS (bkz. bu madde) media [kitle iletişim araçları] , media people [medyatik insanlar) , media agencies [medya ajansları) , media studies [medya araşurmaları) geldi. Muhtemelen üç anlam birleşmiştir: (i) araya giren ya da ara­ cı olan (kişi) ya da ortam şeklindeki eski anlam; (ii) media olarak baskı, ses ve görüntü arasındaki aynında olduğu üzere bilinçli teknik anlam;

(iii)

gazete ya da radyo-televizyon hiz­

metinin -var olan ya da planlanabilecek bir şey- ilan gibi bir başka şey için medium olarak görüldüğü özelleşmiş kapitalist anlam. Anlam (i)'in özel fiziksel ya da felsefi düşüncelere da­ yanması ilginçtir; burada bir duyu ya da düşünce ile onun iş­ lemi ya da ifadesi arasında aracı bir tözün bulunması gereki­ yordu. En modem bilim ve felsefemizde, özellikle dil düşün­ cesinde, bu medium düşüncesi artık kullanılmıyor; dolayısıyla dil bir medium değil, öncelikle bir pratiktir, hakeza (baskı için) yazı ve (yayınlamak için) konuşma ya da rol yapmak da pratiktir. Bu durumda baskı ya da yayının, (ii) numaralı tek­ nik anlamda, media yani maddi

biçimler ve gösterge dizgeleri

olup olmadığı tartışmalıdır. Yazı ve yayının başka amaçlarca -görece yansız "bilgi" den tutun çok özgül "reklam" ve "propa­ ganda"ya değin- BELlRLENDlGlNl (bkz. DETERMINED) dü­ şünen özgül toplumsal düşüncelerin kabul edilmiş anlamı muhtemelen bu noktada doğrulanmakta, ardından da COM­ MUNICATION'ın [iletişim) (bkz. bu madde) her türlü mo­ dem anlamını karıştırmaktadır. Kendi özgül ve belirleyici özel­ likleri olan (ve versiyonlardan birinde söylenen, yazılan ya da gösterilen her şeye karşı mutlak önceliği olan) bir şey olarak medium'un teknik anlamı, uygulamada pratikler ve kurumla­ rın birincil amaçlarının çok dışında olan aracılar olarak görül­ düğü media'mn toplumsal anlamıyla uyum içindedir.

246

1950'lerden bu yana hızlı popülerleşmesi içinde media'nın çoğunlukla tekil kullanılmaya başladığı da eklenebilir (krşl.

phenomena). Bkz. COMMUNICATION, MEDIATION

M EDIATION [Dolayımlama] Mediation İngilizce'de uzun zamandır görece karmaşık bir sözcüktür ve modem düşüncenin çeşitli sistemlerinde anahtar bir terim olarak kullanılması sözcüğü çok daha karmaşıklaş­ urmışur. İngilizce'ye 14. yüzyılda eski Fransızca yakınkök me­ diacion, geç Latince mediationem, Latince kök sözcük medi­ are'den -ikiye bölmek, ortada bir konumu işgal etmek, aracı olmak- geçmiştir. Latince sözcüğün bu üç değişik anlamı me­ diation'm, bu addan ve araya giren sıfat mediate'den türetil­ miş olan mediate fiilinin İngilizce kullanımlarında da olmuş­ tur. Her ikisi de Chaucer'dan olan mediation'ın İngilizcedeki en eski iki kullanımı yerleşmiş olan üç başlıca anlamdan ikisi­ ni taşır: (i) güçlü bir uzlaştırma duygusuyla hasımlar arasına girme -"By the popes mediacion . . . they been acorded" [papa­ ların dolayımıyla anlaştılar] (Man of Law� Tale, yak. 1386); (ii) iletin_ı aracı ya da ortam olarak aracılık- "By mediacion of this litel tretis, 1 purpose to teche. . . " [Bu küçük risale dolayımıyla öğretmeyi amaçladığım] (Astrolabe, yak. 1391). Yaklaşık 1425 tarihinde artık kullanılmayan önceki üçüncü anlam kaydedi­ lir: (iii) bölme ya da ikiye ayırma - "mediacion is takyng out of halfe a nombre out of holle nombre". [Dolayım bütün bir sayıdan yansını çıkarmak demektir] Genel kullanımda anlam (i) ve (ii) yaygınlaştı. Anlam (i) sü­ rekli İsa'nın Tann ile İnsan arasına girmesi ve siyasal olarak hasımları uzlaştırma işi, ya da girişimi hakkında kullanılır. An­ lam (ii) maddi şeylerden - "not to be touched but by the medi­ ation of a sticke" [Yalnızca bir sopa dolayımıyla dokunulabilir] (1615) -zihinsel edimlere- "the understanding receives things by the mediation, first of the extemall sences, then of the

247

fancy" [Anlayış nesneleri dolayımla kavrar, önce dışsal duyu­ lar, sonra da zekasıyla] (1646) değin aracılığı kapsıyordu. Bu arada fiil olarak mediate bu anlamların ikisini de taşıyorken, -

sıfat olarak mediate yalnızca aracı olan ve aradaki anlamlarını değil, aynı zamanda bu türden bir dolaylı ya da bağımlı ilişki anlamım da taşıyordu; bu durumda mediate sürekli immedi­ ate ile karşıtlaştınlıyordu. Dolayısıyla: "the lmmediate Cause of Death, is the Resolution or Extinguishment of the Spirits. . . the Destruction or Corruption o f the Organs is but the Medi­ ate Cause" [Ölümün dolaysız nedeni Ruhların oturuşması ya da sönmesidir... Organların yok olması veya işlemez hale gel­ mesi dolaylı nedendir. ] (Bacon, 1626) ; "Perception is either immediate or mediate . . . Mediate, as when we perceive how (ideas) are related to each by comparing them both to a third" [Algılama ya dolaylı ya dolaysız olur. lki fikri bir üçüncüyle karşılaştırarak birbirleriyle nasıl bir ilişki içinde olduklarını al­ gıladığımızda dolaylı... ] (Norris, 1 704) ; "all truth is either me­ diate. . . derived from some other truth... or immediate an origi­ nal" [Doğru ya başka bir doğrudan türetilmiş olarak dolaylı. . . ya da özgün kaynak olarak dolaysızdır] (Coleridge, 1817). Dolayısıyla uzlaştırmadan, aradaki ve dolaylıya uzanan bir dizi karmaşık anlamı vardı. Belli modem düşünce sistemlerin­ deki çeşitli özgül anlam işte bu karmaşık yapıya, çoğu zaman Almanca

Vennittlung sözcüğünden çeviriyle sokuldu. Uzlaştır­

maya ilişkin anlam (i) İdealist felsefede güçlü biçimde mev­ cuttu: Tanrı ile İnsan arasında, Ruh ile Dünya arasında, Dü­ şünce ile Nesne arasında, Özne ile Nesne arasında. Gelişmiş k:ullanımlarında bu sürecin üç aşaması ayırt edilir: (a) çoğu si­ yasal kullanımda olduğu üzere, iki karşıt arasında orta nokta­ nın bulunması; (b) ait oldukları kabul edilen ya da gerçekten ait oldukları bütünün içinde iki karşıt kavram ya da gücün et­ kileşimini anlatma; (c) bu tür bir etkileşimi; ayn biçimlerin yansız etkileşim süreci olarak değil, dolayımlama biçiminin dolayımlanan şeyi değiştirdiği ya da doğası gereği doğalarını gösterdiği etkin bir süreç olacak biçimde kendine ait biçimler­ le başlı başına tözsel olarak tanımlama.

248

Mediation'ın uzlaştırma biçimindeki siyasal anlamı gücünü korumuştur, ancak çoğu modem felsefi kullanımı yansız ya da araçsal olmaktan çok tözsel bir aracı düşüncesine dayanır. Bu­ nun nasıl tanımlandığı elbet çeşitlilik gösterir. İdealist düşün­ cede, görünüşte apayrı olan kendilikler bir bütünün parçasıy­ dı; bu nedenle de dolayımlamalan da kendi yasalarını payla­ şırdı. Marksist gelenekte totali ty'nin farklı bir kullanımı her şeye rağmen bütün bir toplum olan şey içindeki çözülemez çe­ lişkilerin altını çizdi: bu durumda mediation İngilizce'de zaten olan dolaylı bağlantı anlamını kazandı. Sözcük hala çoğu za­ man istenilmeyen bir anlamda,

gerçek

ve mediated ilişkiler

arasında bir karşıtlıkla, kullanılmakta; bu durumda mediation yalnızca temel bilinç değil, IDEOLOGY (bkz. bu madde) sü­ reçlerinden de biri olur. Mediation'm bu kullanımı MEDIA ve­ ya MASS MEDIA'.nın (bkz. bu madde) modem kullanımlarıyla uyum içinde olmuştur; bu kullanımlarda belli toplumsal aracı­ lar, gerçeğin anlaşılmasını engellemek için gerçeklik ile top­ lumsal bilinç arasına bilinçli olarak sokulmuş olarak görülür. Dolaylının benzer bir anlamı, yani çarpık ya da yanıltıcı anla­ mı, UNCONSCIOUS (bkz. bu madde) içeriğin bilinçli zihinde mfdiation'a uğradığı psikanalitik düşüncede de görülür. Bu kullanımlar gerçeklik ile bilinç, bilinçdışı ile bilinç arasında varsayılan bir ikiciliğe dayanır: mediation bunların arasında gider gelir, ama dolaylı ya da yanıltıcı biçimde. Yine de yukarı­ daki anlam .(b)'den türemiş bu kullanımlara ek olarak, anlam (c)'ye dayalı bir dizi kullanım da vardır. Herhalde en önemlile­ ri de bunlar. Mediation burada ne yansız ne de "dolaylı"dır (çarpık ya da yanıltıcı anlamında) . Farklı türden etkinlik ve bilinçler arasında doğrudan ve zorunlu bir etkinliktir. Kendisi­ ne ait, her zaman için özgül biçimleri vardır. Bu ayrım Ador­ no'nun bir yorumunda belirgindir: "dolayımlama nesnenin kendisindedir, nesneyle ona getirilen şey arasında değil. An­ cak iletişimlerin içerdiği şey, yalnızca üreten ile tüketen ara­ sındaki ilişkidir"

(Theses on the Sociology of Art, 1967) .

Bütün

nesneler, bu bağlamda özellikle sanat yapıdan, özgül toplum­ sal ilişkilerce dolayımlanır, ama bu ilişkinin soyutlanmasına

249

indirgenemezler; mediation olumlu ve bir anlamda özerktir. Biçim'in (mediation olarak görülebileceği gibi görülmeyebilir de) kendisinin iki yanında, "üreticiler"i ile "tüketiciler"i ara­ sında yatan ilişkiler sorununu aştığı FORMALiST (bkz. bu madde) kuramla ilişkilidir bu, tartışmalı biçimde olsa da. Mevcut kullanımda mediation'ın karmaşıklığı bu durumda çok açıktır. En yaygın, ama çatışan kullanımları şunlar: ( 1 ) uzlaşma ya da anlaşma getirmeye yönelik aracı eyleme ilişkin siyasal anlam; (2) öteki türlü ayn olan olgular, eylemler, dene­ yimler arasındaki bir ilişkiyi ya dolaylı yoldan ya da çarpık ve yanıltıcı biçimde ifade eden bir etkinliğe ilişkin ikici (dualist) anlam; (3) öteki türlü ifade edilmeyen ilişkileri doğrudan doğ­ ruya ifade eden bir etkinliğe ilişkin biçimci anlam. Bu anlam­ lardan herbirinin daha iyi bir sözcüğe sahip olduğu söylenebi­ lir: ( 1 ) conciliation [uzlaşma] ; (2) IDEOLOGY ya da RATI­

ONALIZATION [akılcılaştırma] (bkz. bu maddeler) ; (3) form [biçim] . Bir kavram olarak mediation'ın gerçek tarihsel gelişi­ minde, uzun araştırma ve tartışmanın konusu olmuş olan işte bu ayn anlamlar arasındaki, özellikle (2) ile (3) arasındaki ilişkilerdir. Uzun ve kılı kırk yaran araştırmalar ve tartışmalar sözcükler üzerinde çeşitli izler bırakmışlardır; en çok düşünü­ lerek başvurulan kullanımlarında, sözcük kaçınılmaz ve önemli güçlükleri çözemese de hatırlatır.

Bkz. DIALECTIC, EXPERIENCE, IDEALISM, MEDIA, UNCONS­ CIOUS

MEDIEVAL [Ortaçağ; ortaçağa özgü, ait] Medieval

(mediaeval şeklinde yazılırdı başlangıçta) 19. yüzyı­ kadim (ancient) ile MODERN (bkz.

lın başlarından bu yana

bu madde) "dünyalar" arasındaki bir dönemi anlatmak üzere kullanılmıştır. Daha önceleri, 15. yüzyıla ait Latince karşılıkla­ rına (media aetas, medium aevum) uygun biçimde the middle Ages [Ortaçağlar] (18. yüzyılın başlan) ve Middle Age [Orta Çağ ] ( 1 7. yüzyılın başlan) kullanılıyordu. 18. yüzyılın ortala-

250

nna ait bir tanım (Chambers) bu çağı Constantine ile Cons­ tantinople'un [lstanbul] düşüşü arasında kalan dönem olarak adlandırdı.

Kadim ile Modern karşıtlığı Rönesans'ta gelişmiş ve

16. yüzyılın sonları itibariyle İngilizce'ye geçmişti. 1 7. yüzyıl­ dan itibaren bilinen bir tarih bölü�leme terimi oldu. Araya başka bir dönemin sokulması 16. yüzyıl düşüncesinde ortaya çıku, fakat tüm vurgusu 18. yüzyılın sonlarından ve özellikle 19. yüzyılın başlarından itibaren, yani modem (özellikle mo­ dern industrial ya da modem commercial) ile arasında istenilir türden bir karşıtlık kurulmaya başladığında, medieval sanat ve yaşamın yeniden değerlendirilmesi üstündeydi. Bu dönem­

Middle Ages büyük harfle yazılmaya ve bütünüyle bu an­ medius -or­ ta- ve Latince aevum -çağ-) normal sıfat halini aldı. Medieva­ de

lamda kullanılmaya başladı ve mediaeval (Latince

lism ve medievalist 19. yüzyılın ortasında görüldü, fakat söz­ cüklerin üçü de (i) Orta Çağ'a yapılan tarihsel gönderime; (ii) ortaçağa özgü yaşam, din, mimari ve sanatın belli yönlerinin savunulması ( Cobbett, Pugin, Ruskin, Morris gibi çeşitli isim­ lerce). Anlam (ii)'ye tepkiyle, medieval 19. yüzyılın ortaların­ da, primitive [ilkel] ya da antiquated'ın [eskimiş, çağdışı] is­ tenmeyen anlamlarına benzer sürekli bir istenmeyen kullanım kazandı. Çeşitli biçimlerde alt bölümlere ayrılan Orta Çağ'm tarihit:ndirilmesi konusunda tartışma hala sürdüğü halde, söz­ cüğün tarihsel anlamı baskındır.

Bkz. MODERN

MODERN [Çağdaş, çağcıl, asri] Modem İngilizce'ye Fransızca yakınkök modeme'den gelmiş­ tir, o da geç Latince

modemus'tan, Latin kök sözcük modo'dan

-hemen şimdi- gelmektedir. En eski İngilizce anlamlan; şim­ di, hemen şimdi var olan şey anlamında bugünkü contempo­ rary'ye [çağdaş, dönemdeş] daha yakındı. (Contemporary ya da -19 yüzyılın ortalarına kadar- eşdeğerlisi co-temporary, te­ mel olarak, hala kullanıldığı gibi, "doğrudan zamanımıza ait

251

olan" dan çok, geçmişteki dönemler de dahil olmak üzere, "ay­ nı döneme ait olan"ı ifade etmek için kullanılırdı.) Ancient [kadim] ve modern arasında geleneksel bir karşıtlık Röne­ sans'tan önce kurulmuştu; ortadaki bir dönem veya MEDI­ EVAL [Orta Çağ] (bkz. bu madde) 15. yüzyıldan itibaren ta­ nımlanmaya başladı. Bu karşılaştırmalı ve tarihsel anlamıyla modern, 16 yüzyıldan itibaren yaygınlaştı. Ardından 1 7 ve 18. yüzyıllarda modernism, modernist ve modernity ortaya çıkar; 19. yüzyıldan önceki kullanımların çoğu, bağlam karşılaştır­

malı olduğunda, istenmeyen türdendi. 18. yüzyıldan itibaren modernize'ın [modernleştirmek, yenilemek] başlangıçta bina­ lara (Walpole, 1 748: "the rest of the house is all modernized" [evin kalanı tamamen yenilendi/ modernleştirildi] ) ; yazım ku­ rallarına (Fielding, 1752: "I have taken the liberty to moderni­ ze the language" [Dili güncelleştirme/modernleştirme cüretini gösterdim] ) ; ve giyim davranışlarındaki modalara (Richard­ son, 1753: "He scruples not to modernize a little" [Biraz da ol­ sa yenileştirmemek için titizlenir] ) özel bir gönderimi vardı. Bu örneklerden hala gerekçelendirilmesi gereken değişikliği ifade eden açık bir anlamın olduğunu görüyoruz. Modern ve türevlerinin istenmeyen anlamı varlığını koru­ du, ama 19. yüzyıl boyunca ve çok açık biçimde 20. yüzyılda aksi yönde güçlü bir akım vardı, en sonunda da modern nere­ deyse IMPROVED (bkz. bu madde) veya tatmin edici ya da et­ kiliye eşğeder oldu. Modernism ve modernist daha çok belli eğilimlere, özellikle de 1890-1940 arasının deneysel resim ve yazısına özgü oldu, bu da modernist ile (yeni) modern arasın­ da sonradan bir aynına olanak verdi. 19. yüzyılın ortalarından itibaren genelleşen modernize (krşl. Thackeray (1860): "gun­ powder and printing tended to modernize the world" [barut ve matbaa dünyayı değiştirdi/modernleştirdi] ) ve modernizati­ on (18. yüzyılda temel olarak binalar ve yazım kurallarına iliş­ kin olarak kullanıldı) 20. yüzyıldaki tanışmalarda gitgide da­ ha çok yaygınlaştı. INSTITUTIONS [kurumlar] (bkz. bu mad­ de) ve INDUSTRY [endüstri, sanayi] (bkz. bu madde) ile iliş­ kileri içinde hiç şüphesiz istenilir, arzu edilir bir şeyi anlatınak

252

için kullanılıyorlar normalde. Belli değişim biçimlerinin slo­ ganları olarak bu terimlerin titizlikle incelenmesi gerek. tık iki terim temelde hala eski olan bir kurum veya sistemin bir tür yerel değişikliğini veya geliştirilmesini içerimliyorsa (bu tür pek çok güncel programda olduğu üzere) , çoğunlukla moder­ nizing ve modemization'ı modem'den ayırmak mümkündür. Dolayısıyla modernized democracy'nin [değiştirilmiş/mo­ dernleştirilmiş demokrasi] illa modem democracy [modem demokrasi] olması gerekmez. Bkz. IMPROVE, PROGRESSIVE, TRADITION

MONOPOLY [Tekel, monopol] Monopoly zor olabilir, çünkü yaygın bir köken anlamı, fakat aynı zamanda tarihsel bakımdan önemli daha geniş bir· anlamı var. Sözcük İngilizce'ye 16. yüzyılda geç Latince yakınkök mo­ nopolium, Yunanca monopolion'dan, Yunanca kök sözcük mo­ nos -tek- ve Yunanca polein'den -satmak- geliyor. İngiliz­ ce'deki ilk örneklerde iki anlam görünüyor: (i) belli bir malın büyük ölçüde . tekelde toplanması; (ii) belli bir malı satma li­ sansının verdiği ayrıcalık. Dolayısıyla, anlam (i)'de: Who knoweth not that Monopoly is, when one engrosseth some commodite into his owne handes, that none may sell the s�me but himself or from him (1606) [Birinin bir malın kendi elinde toplaması ve böylece ondan başkasının o malı satmasını önlemesinin Tekel olduğunu bil­ meyen.. .]; Monopoly is a kind of Commerce, in buying, selling, chan­ ging or bartering, usurped by a few, and sometimes but by one person, and forestalled from all others (1622) [Tekel birkaç kişinin, hazan da tek bir kişinin alma, satma, ta­ kas ve değiş tokuş hakkını elde tuttuğu bir Ticaret biçimidir. ]

253

Ve anlam (ii)'de:

Monopolie... a licence that none shall buy or sell a thing, but one alone (1604) [Tekel: bir şeyi tek bir kişiden başkasının alıp satamayacağına dair bir ruhsat] ; Monopolies of Sope, Salt, Wine, Leather, Sea-Cole... ( 1641) [Sabun, Tuz, Şarap, Deri, Maden kömürü tekeli. ] Bu ayrıcalıklı ya da lisanslı monopoly özellikle 17. y'ın ba­ şında önemliydi. Ancak günümüze ulaşan, anlam (i) oldu. Bir piyasanın gözle görülür biçimde egemenliğini anlatan kullanımlara karşı sözcüğün köken anlamı -biraz tarihsel te­ meli olan ve çağdaş bir olgu sayılabilecek büyük ölçüde tek satım..:.. öne sürüldüğünde güçlükle karşılaşılır. 1622 örneği sözcüğün "tek kişi"nin yanı sıra "azınlığın" mülkiyeti anla­ mında kullanıldığım gösteriyor; bir de 16. yüzyılın ortaların­ dan bunu destekleyen daha eski bir örnek vardır (More'un Utopia'sının çevirisinden):

Suffer not thies ryche men to bye up all, to ingrosse and fors­ talle, and with their monopolye to keep the market alone as please them. [Bu zengin adamların her şeyi satın almasına, toplayıp depolamasına, sonra da bu tekelleri yoluyla piyasayı istedikleri gibi biçimlendirmesine izin vermeyin. ] Bir bireyin değil kesinlikle bir sınıfın etkinliğinin tanımıdır bu. Öteki türlü kafa karıştırıcı olan, 20. yüzyılın başlarında CAPITALISM'in (bkz. bu madde) bir aşamasını anlatmak üze­ re popüler olmuş modem monopoly capitalism sözünü ancak bu anlamda anlayabiliriz; kapitalizmin bu aşamasında piyasa ya (a) karteller vb. tarafından düzenlenmişti ya da (b) gitgide büyüyen şirketlerin egemenliği altındaydı. Her iki kullanım da, resmi kartelleri olsun olmasın büyük şirketlerin satışta ra­ kipsiz olduklarını, yani tek bir satıcı olduğunu telkin edebile­ cek monopoly'nin köken anlamı açısından eleştirilebilir. Bu

254

açıkça doğru olmadığına ve devlet sanayileri ve olanakları katı tekeller olduğuna göre, özellikle ikincisi dolayısıyla, mono­ poly capitalism terimi yetersiz görünebilir. Bu durumda eme­ ğin satış koşullarını denetleyen sendikalar tekel olmakla suç­ lanmakta. Fakat sözcüğün yelpazesi tarihsel olarak geniştir. 16. yüzyılın ortalarına ait Utopia'dan alınan örnek, sosyalistle­ rin artık kapitalist monopoly dediği koşullara uygulanabilir pekala.

Bkz. CAPITALISM

MYTH [Mit, söylen] Myth İngilizce'ye 19. yüzyılın başlan gibi bir hayli geç bir ta­ rihte girdi, gerçi daha önceleri, geç Latince yakınkök mythos (18. yüzyıl), Yunanca

mythos'tan -masal, öykü ya da hikaye,

sonraları "gerçekten var olamayacak ya da meydana gelmiş olamayacak" şey anlamını vermek için

logos ve historia ile kar­

şıtlaştınlacaktı- gelen mythos biçimi kullanılıyordu. Myth ve mythos'tan önce yaygın biçimde kullanılan sözcük (15. yüz­ yıldan itibaren) mythology ve ondan türemiş sözcükler, mythological ( 1 7. yüzyılın başlarından itibaren), mythologi­ ze, mythologist, mythologian idi. Bunların hepsi "fabulous narration"la [masalsı öyküleme] ilgiliydi (1609), fakat mytho­ logy ve mythologizing çoğu zaman masalsı öyküleri yorumla­ ma ya da notlandırma anlamıyla kullanılırdı. 1614 tarihine ait bir mythological interpretation kullanımına, bir de 1632'de Sandys'in aynı anlamda şöyle bir başlığına rastlanır: Ovid� Me­

tamorphosis Englished, Mythologiz'd, and Represented in Figures [ Ovid'in Metamorphosis'i: lngilizce'leştirilmiş, mitleştirilmiş ve resimlendirilmiş] . Sözcüğün barındırdığı iki eğilim 19. yüzyılın başlarında gö­ rülebilir. Coleridge mythos'u yaygınlaşmış olan bir anlamda kullanıyordu: özel bir düşsel kurgu (en geniş anlamıyla plot [olay örgüsü]). Bu arada rasyonalist Westminster Review, muh­ temelen sözcüğün ilk kullanımında, 1830'da "mitlerin köke-

255

ni"nden ve onların "masalsı tarih koşulları içinde nedenle­ ri"nin aranmasından söz edecekti. Bu gönderimlerin herbiri geriye dönüktü ve myth, güvenil­ mez olabilse de tarihle ilişkilendirilen legend'dan ve de masalsı olabilse de bir ölçüde gerçeği dile getiren allegory'den ayrıl­ makla birlikte, fable ile yer değiştirebiliyordu. Ancak, 19. yüz­ yılın ortalarından itibaren, yalnızca masalsı değil güvenilmez, hatta bile bile yanıltıcı bir icadı anlatmak üzere myth'in kısal­ tılarak kullanımı yaygınlaştı ve büyük ölçüde günümüze dek varlığını sürdürdü. Öte yandan, myth alternatif bir gelenek içinde, yeni bir bağ­ lamda, yeni ve olumlu bir anlam kazandı. 19. yüzyıldan önce myths ya masaldan ibaret (çoğunlukla pagan ya da heathen [putperest] masalları) diye bir kenara atılırdı ya da kökenler ve tarih öncesine ilişkin alegoriler veya karışık anılar olarak değerlendirilirdi. Fakat artık birkaç entelektüel yaklaşım ta­ nımlanmıştı. Mitler, adların karıştırılmasının kişileştirmelere, insan kültürünün animist bir aşamasına (Lang) ve mitlerin erişim sağladığı özgül ritüellere (Frazer, Harrison; "mitle ritü­ el"in popüler biçimde ilişkilendirilmesi 19. yüzyılın sonlarına ve 20. yüzyılın başlarına ait bu çalışmalar dolayısıyladır) yol açtığı bir "dil hastalığı" (Muller) ile ilişkilendiriliyordu. Antro­ polojinin gelişmesiyle, hem bu sonuncu anlam, ritüellerin açıklanması, hem de kökenlerin açıklanması olarak mitin can­ lı bir toplumsal örgütlenme biçimi olduğu farklı bir anlam, önemli ölçüde gelişti. (Farklı şekiller altında birbirleriyle ol­ duğu kadar mitlerin bir kenara bırakılmak üzere ya da (başka) gerçek nedenlerini veya kökenlerini açıklamak üzere AKILCI­ LAŞTIRILMA'sına (bkz. RATIONAL) dönük çabalarla mücade­ le eden) Her bir yanbiçimden bir dizi olumlu popüler kulla­ nım gelişti. Myth'in (seküler) tarih ya da gerçekçi tanımlama­ ya veya bilimsel açıklamadan daha doğru (derin) bir gerçeklik biçimi olduğu savunulmuştur. Bu bakış açısı, basit irrasyona­ lizm ve (çoğu zaman Hıristiyanlık sonrasına ait) doğaüstücü­ lükten, mitlerin insan zihninin belli özelliklerinin, hatta insa­ nın zihinsel veya psikolojik düzenlenişinin temel anlatımları

256

olduğuna ilişkin daha gelişmiş anlatımlara kadar geniş bir yel­ pazeyi içerir. Bu anlatımlar "zamandışı" (sürekli) ya da belli dönemler ya da kültürler için temel niteliktedir. Bu mythic iş­ levi sanat ya da edebiyatın daha genel CREATIVE [yaratıcı] (bkz. bu madde) işlevleriyle ilişkilendirmeye, ya da bir ekolde sanat ve edebiyatı bu mit anlayışına yaklaştırmaya dönük giri­ şimler olmuştur. Sonuçta ortaya çıkan iç ve dış tartışmalar alı­ şılmadık ölçüde karmaşıktır ve myth artık hem çok önemli hem de çok güç bir sözcüktür. Dile son yüz elli yılda, orto­ doks dinin parçalanma döneminde girerek, myth gerçeğin, TARİH ve BİLlM'in (bkz. HISTORY ve SCIENCE) karşıtı ola­ rak olumsuz değerle kullanılmış; IMAGINATION, CREATIVE ve FICTION'ın zorlu modem anlamlarıyla karışmış; ve belir­ gin biçimde Hıristiyanlık sonrası anlamda "insan doğası"nı ör­ neklemek ve çözümlemek için kullanılmıştır (gerçi myth'i bu anlamda kullanan çeşitli ekollerin tarzı Hıristiyan yinelemesi ve apolojisine yaklaşmıştır) . Bu arada, bu düşünce yelpazesi­ nin dışında, yanlış (çoğunlukla bile bile yanlış) bir inanç ya da açıklama gibi tatsız bir yaygın anlamı vardır.

B�. CREATIVE, FICTION, HISTORY, IMAGE, RATIONAL

N NATIONALIST [Milliyetçi, ulusalcı] Nation (Fransızca yakınkök nation, Latince nationem'den soy, ırk) 13. yüzyılın sonlarından bu yana, önceleri siyasal ola­ rak örgütlenmiş bir gruplaşmadan çok ırksal bir grup anlamıy­ la, İngilizce'de yaygın olarak kullanılmıştır. B� anlamlar ara­ sında açıkça çakışma olduğu için, siyasal oluşum şeklindeki baskın modem anlamın ortaya çıkış tarihini belirlemek kolay değil. Aslında bu tür oluşumlara bağlı olarak çakışma sürmüş ve bir yandan nation-state'in özelleştirici tanımlarına, öte yan­ dan nationalist ve nationalism bağlamında çok karmaşık tar-

257

tışmalara neden olmuştur. 16. yüzyıldan itibaren belirgin siya­ sal kullanımlar görülüyordu ve 17. yüzyılın sonlarından itiba­ ren yaygındı; gerçi realm, kingdom ve country 18. yüzyılın son­ larına kadar yaygınlıklannı korumuştur. 17. yüzyılın başların­ dan itibaren the nation'ın, hala siyasal tartışmada olduğu üze­ re, içinde bulunulan bir gruba çoğunlukla karşıt olarak, bir ül­ kenin bütün halkını anlatan bir kullanımı vardı. Sıfat olan na­ tional (şimdi kullanılan national interest sözünde olduğu gi­ bi) 1 7. yüzyıldan itibaren bu inandırıcı birlik anlamıyla kulla­ nılıyordu. Açıkça siyasal olan türemiş isim national daha ya­ kın zamanlara ait ve hala daha eski olan subject ile yer değişti­ rebiliyor. 17. yüzyılın sonlarından bu yana, geniş bir anlamda kullanılan nationality, modem siyasal anlamını 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın başlarında kazanmıştır. Nationalist 18. yüzyılın başlarında, nationalism ise 19. yüz­ yılın başlarında ortaya çıktı. lkisi de 19. yüzyılın ortalarında yaygınlaştı. Gruplaşma ile siyasal oluşum arasındaki sürekli çakışma önemli olmuştur, çünkü nation olma iddialan ve na­ tional haklara sahip olmak çoğu zaman siyasal anlamda bir nation'm oluşmasını, hatta gerektiğinde bu grubu kapsayan ve ondan sadakat bekleyen mevcut bir siyasal nation'ın iradesine rağmen, öngörürdü. Nationalism'e karşı çıkanlarca, grubun iddialarının temelinin RACIAL (bkz. bu madde) olduğu söyle­ nebilir, nitekim hala çoğu zaman söylenmektedir. (Kökeni bi­ linmeyen race 16. yüzyıldan itibaren common stock [ortak soy] anlamında kullanılmıştı. Racial ise 19. yüzyıla ait bir oluşum­ dur. 19. yüzyıl kullammlannm çoğunda racial olumlu ve iste­ nir bir değer taşıyordu, ama ayrımcı ve keyfi race kuramları aynı dönemde gitgide daha çok dile getiriliyor, national ay­ rımlar sözde radikal bilimsel ayrımlar olarak genelleniyordu. Racial sonuçta bu tür düşüncelerin eleştirilmesinden etkilendi ve hem özgül hem de gevşek olumsuz anlamlar kazandı. Raci­ alism, bu bariz ayrımlar ve aynmcılıklan nitelendirmek ve ge­ nelde eleştirmek için kullanılan bir 20. yüzyıl ifadesidir.) Aynı zamanda iddiaların the nation'm (mevcut büyük siyasal grup­ laşma) çıkarlarına aykın olduğu için "bencilce" olduğu da

258

söylendi. Uygulamada, fetih ve egemenliğin boyutları göz önünde tutulunca, nationalist hareketler, çoğu zaman, özgül bir dil ya da varsayılan

racial

toplulukla ayrılan bir grup üstü­

ne olduğu gibi mevcut ama boyun eğen bir siyasal gruplaşma üstüne bina edilmiştir. Nationalism, birden çok "ırk" ve "dil" kapsayan boyun eğdirilmiş ülkelerde (tıpkı Hindistan gibi) ol­

ırksal

kö­

kenle ayrılan boyun eğdirilmiş ülkeler ya da eyaletler veya

böl­

duğu kadar, özgül bir dil ya da din veya varsayılan

gelerde

de siyasal bir hareket niteliğini kazanmıştır. Aslında

nationalism ve nationalist sözcüklerinde, NATIVE (bkz. bu madde) sözcüğününküyle karşılaştırılabilecek bir uygulama karmaşası vardır. Fakat çoğu zaman national feeling'i (iyidir) nationalist feeling'den (şayet bir başkasının ülkesiyse ve bi­ zim ülkemizden talepleri varsa kötüdür) ayırmak ya da nati­ onal interest'i (iyidir) nationalism'den (bir başka grubun öne sürülen ulusal çıkarı) ayırmak suretiyle üstü örtülür bunun. Nationalism (bir ulusun başka uluslara karşı bencilce kendi çıkarlarını gütmesi) ile internationalism (uluslar arasındaki işbirliği) arasındaki genellikle ayırt edilebilen ayrım, karma­ şıklığı artırmıştır. Nation-states arasındaki ilişkilere gönderme yapan internationalism, kendi bağımsız kimliğini arayan ba­ ğımlı bir siyasal grup bağlamında nationalism'in karşıtı değil­ dir; mevcut siyasal uluslar arasındaki bencil ve rakip politika­ ların karşıtıdır yalnızca. Nationalize ve nationalization, uluslaştırma ya da bir şeyi belirgin biçimde ulusallaştırma süreçlerini anlatan 19. yüzyılın başlarında ortaya çıkmış sözcüklerdir. Modem ekonomik an­ lamları 19. yüzyılın sonlarında, önce büyük ölçüde toprağın ulusallaştırılması bağlamında ortaya çıktı. Siyasal tartışma sı­ rasında iki sözcük de özgül vurgular kazandı, öyle ki ulusal­ laştırma'nın ulusal çıkarlara uygun olup olmadığı hiçbir güç­ lük olmaksızın söylenebilir.

Bkz. ETHNIC, FOLK, LITERATURE, NATIVE, RACIAL, REGI­ ONAL, STATUS

259

NATIVE [Yerli] Native, temel anlam birliğini korumakla birlikte, kökten fark­ lı, hatta karşıt anlamlar ve nüanslar üretecek biçimde belli bağlamlarda kullanılan ilginç sözcüklerden biridir. Native İn­ gilizce'ye 14. yüzyıldan itibaren sıfat olarak ve 15. yüzyıldan itibaren isim olarak girdi; sözcük, daha önce naif biçimini al­ mış olan Fransızca yakınkök natiften geliyordu; Latince kökü nativus'tu, doğuştan ya da doğal olanı anlatan bir sıfat ve bun­ dan aynı biçimde orta Latince bir ad türetilmişti. Kökü Latince

nasci -doğmak- idi. Native'in sıfat olarak ilk kullanımlarının çoğu hala tanıyabi­ leceğimiz türdendi: doğuştan, doğal ya da bir kişinin doğduğu yerle ilgili olan (krşl. bununla bağlantılı nation). Olumlu ve si­ yasal bir anlam, native land ile native country'de olduğu üze­ re, 16. yüzyıldan itibaren güçlüydü. Fakat siyasal fetih ve ege­ menlik native'in olumsuz olan öbür anlamını hem sıfat hem de ad olarak üretmişti; genel olarak köle doğmuş olan köle ya­ ni ortaçağ köylüsüne karşılık gelirdi. Özel olan toplumsal kul­ lanımı unutulduysa da, native'in yabancı siyasal iktidara yani fethe boyun eğmiş, hatta ziyaret edilip sözde üstün bir görüş noktasından gözlemlenen hakir sakinlerini anlatan olumsuz kullanımı genellik kazandı. Özellikle sömürgecilik ve emper­ yalizm döneminde "Avrupalı olmayanları" anlatan bir terim olaı:ak yaygındı, ama Britanya ve Kuzey Amerika'nın çeşitli ül­ keleri ve bölgelerinin sakinleri, üstün bir kişinin yerleştiği ye­ rin sakinleri için de kullanılıyordu. Yine de, her zaman için, bu kullanımın yanı başında native, kişinin kendi doğum yeri­ ne ve hemşehrilerine uygulandığında çok olumlu bir terim ol­ ma niteliğini korudu. Özellikle "Avrupalı olmayanları" işaret eden negatif kullanı­ mı, ideolojik imalarını açıkça reddeden yazılarda bile buluna­ bilir. Indigenous hem bir örtmece hem de daha yansız bir işlevi gördü. İngilizce'de bu sözcüğü kendinden başka herkesi aşağı

(to go indigenous açıkça to go native'den daha az makuldür) . An-

bir noktaya yerleştiren bir anlamda kullanmak daha güçtür

260

cak Fransızca'da

indigenes İngilizce natives'le aynı gelişim aşa­ autochtones'a bı­

malarından geçti ve artık çoğu zaman yerini rakıyor.

Bkz. DIALECT, ETHNIC, NATION, PEASANT, RACIAL, REGI­ ONAL

NATURALISM [Doğalcılık] Naturalism aruk öncelikle bir edebiyat ya da sanat terimi, ama tarihçesinin gösterdiği gibi, şu anda genel olarak sanıldığından daha karmaşık bir sözcük. Naturalism İngilizce'de ilk olarak 1 7. yüzyılın başlarında dinsel ve felsefi tartışmada bir terim olarak ortaya çıktı. Naturalist sözcüğü daha önce aynı bağ­ lamda 16. yüzyılın sonlarından itibaren görülmüştür. Daha sonra NATURE'm (bkz. bu madde) Tann ya da spirit ile karşıt­ lık içinde olan özel bir anlamı gelişti. Olayların doğal nedenle­ ri'ni incelemek ya da ahlakı doğa ya da

insan doğası ile gerek­

çelendirmek demek, her ne kadar şu andaki terimler bu dü­ şüncenin karşıdan tarafından verilmiş olsa da, naturalist ol­ mak ve naturalism'i savunmak demekti. Dolayısıyla: "those blasphemous tnıth-opposing Heretikes, and Atheisticall natu­ ralists" [hakikate karşı çıkan şu kafir sapkınlar ve tanrıtanı­ maz doğalcılar] (16 12); "atheists or men who will admit of nothing but Morality, but Naturalismes, and humane reason" [ tanrıtanımazlar yani ahlaktan, doğalcılıktan ve insan aklın­ dan başka bir şeyi kabul etmeyen insanlar] ( 1641). Bu ilk an­ lamıyla naturalism'in içerimlenen karşıtı bu nedenle supema­ turalism [doğaüstücülük] idi ve bu, tartışılabilecek pek çok alternatif terim olmakla birlikte, ahlaksal ve etik tartışmada doğruluğunu korudu. Fakat aynı zamanda fiziksel doğanın in­ celenmesi anlamı da vardı ve bu anlaşılabilir nedenlerle zaman zaman ahlaksal anlamla çakışmasına rağmen, kendi başına bu­ güne kadar ulaştı. Naturalist 17. yüzyılda natural philosop­ her'ını [doğa filozofu] , ya da bugünkü adıyla SCIENTIST'i [bi­ lim adamı] (bkz. bu madde): pratikte fizikçi ya da

biyolog de261

diklerimizi anlatan yaygın bir terimdi. 19. yüzyılın ortalarında bile naturalism ile naturalist'in bu anlamlan (ya (i) supema­ turalism'e itiraz ya da (ii) natural history'nin -yani bugün bü­ yük ölçüde biyoloji- incelenmesi) egemendi. Sanat ve edebiyat ile ilgili gelişmeler karmaşıkur. llkin natu­ ral'ın anlamlarından birinin etkisi görüldü, "simple and natu­ ral manner of writing" ( 18. yüzyılın ortaları) . Bu da açıkça ye­ ni kullanımların en eskilerinden birini etkiledi: "the earliest prominent example of a naturalism without afterthought in the whole of ltalian poetry" [bütün İtalyan şiirinde artniyetsiz bir doğalcılık en eski önemli örneği] (Rossetti, 1850). İkinci olarak, kendi özel, yakından ve ayrıntılı gözlem özelliğiyle na­ tural history anlamının etkisi vardı: "Fielding was a naturalist in the sense that he was an instictive and careful observer" [içgüdüsel ve dikkatli bir gözlemci olmasıyla Fielding bir do­ ğabilimciydi] . Bu anlamların ikisi de, ama özellikle ikincisi 20. yüzyılda gelişen terimde yaşamakta. Fakat bu konuda tarihsel ve eleştirel tartışmada genellikle bir kenara itilen şey; kendisi jeoloji ve biyoloji, özellikle de Darwin'in EVRlM'de (bkz. EVOLUTION) natural selection [doğal ayıklanma] kuramın­ dan çok etkilenen naturalism'in genel felsefi ve bilimsel anla­ mından kaynaklanan üçüncü etkidir. Fransa'da naturalisme ekolü, Zola'da olduğu üzere, özellikle bilimsel yöntemin ede­ biyata uygulanması düşüncesinden etkilenmiştir: özgül olarak söylemek gerekirse, bir ailenin öyküsünde kalıtımın incelen­ mesi, ama aynı zamanda, daha genel olarak, insan davranışı­ nın tümüyle natural terimlerle tanımlanması ve yorumlanma­ sı, insan doğasının dışındaki denetleyici ya da yönetici bir güç varsayımının bir kenara bırakılması anlamında. Bu naturalism yeni bir önemli yazma biçiminin temeliydi ve yeni bir felsefi konum açıkça savunuluyordu: krşl. Strindberg: "the naturalist has abolished guilt by abolishing God" [doğalcı Tann'yı orta­ dan kaldırarak suçu da kaldırdı] ; "the summary judgments on men given by authors. . . should be challenged by naturalists, who know the richness of the soul-complex, and recognize that 'vice' has a reverse side very much like virtue"

262

(Preface to

Lady ]ulie, 1888) . Kişiler ve eylemlerin çevresine yeni bir önem veriliyordu. (Fiziksel koşullar dahil olmak üzere, kişinin ya da bir şeyin içinde yaşayıp geliştiği koşullara ilişkin olan özel ve artık öncelikli anlamıyla environment [çevre] , ortama ilişkin önceki genel anlamından 19. yüzyılın başlarında gelişmişti.) Kişiler ve eylemler, o dönemde özellikle toplumsal ve toplum­ sal-fiziksel anlamda, gayet uygun bir şekilde yaşamın açıkla­ masında temel bir öğe biçiminde tanımlanması gereken çevre tarafından etkilenmiş ya da belirlenmiş olarak görülüyordu. Doğal tarihten kaynaklanan dikkatli ve ayrıntılı gözlem anla­ mıyla birleşti, fakat bu (sonradan sanıldığı gibi) sırf kendisi için, ya da geleneksel bir makul nedenle yapılan ayrıntılı bir betimleme değildi; daha çok, çevrenin yaşam üzerindeki belir­ leyici ya da nüfuz edici etkisi şeklindeki yeni ve tam anlamıyla naturalist anlama dayanıyordu (belirleyici ile nüfuz edici ara­ sındaki çeşitlemelerde sonraki gelişmelerin çoğu kavranabi­ lir) . lki özelleşmiş uygulaması vardı. Birincisi, naturalism o güne kadar ve özellikle yakın zamanlarda büsbütün edebiyatın dışına itilen toplumsal çevrenin öğelerini eleştirel biçimde ara­ mayı içerimliyordu; bu da Daily News'da 1881'de kaydedilen ya,nıtı açıklıyordu: "that unnecessarily faithful portrayal of of­ fensive incidents for which M. Zola has found the name of 'Natu!alism"' . Karikatürdür bu, ama bir o kadar da karakteris­ tik. lkinci olarak, Sosyal Darwinizm'de olduğu gibi, insan iliş­ kilerinde mücadele ve çatışmayı anlatan bir tür natural selec­ tion'ın özelleşmiş bir uygulaması vardı: " true naturalism, which seeks out those points in life where the great conflicts occur" [gerçek naturalism, yaşamda büyük çatışmaların ortaya çıktığı noktalan arar. ] (Strindberg, Preface to Lady ]ulie, 1888). Bu eğilimlerinden ikisinden de, daha eski ve temel olan doğa­ üstücülüğün reddedilmesinden de gelişen, naturalism'in bir terim olarak eleştirel kullanımlarını etkileyen, üstü örtük ola­ rak varlığını sürdüren muhafazakar bir tepki vardır. Ancak, hem biyolojik naturalism'den gelen hem de natu­ ral'ın eski anlamından gelen ayrıntılı ve isabetli gözlem anla­ mıyla bu kullanımlar birleşti. Naturalism ile REALISM (bkz.

263

bu madde) arasında karmaşık ve çoğu zaman karışık bir etki­ leşim vardı. Özellikle resimde, naturalism ve 19. yüzyılın or­ talarına ait naturalistic sözcükleri yalnızca yakından gözlemi değil, doğal nesnelerin ayrıntılı "yeniden üretimi"ni anlatmak için kullanılıyordu: "our modern shcool of naturalistic lands­ cape painters" [naturalistic manzara ressamları modern oku­ lumuz] . Gerçek karmaşıklık ise, bunun ardından, doğa ile in­ san doğası nın daha ileri incelemelerinin, hala eski anlamda naturalist terimlerle, ya doğrudan gözlemle ulaşılamayan ya '

da durağan dış görünüşlerde temsil edilmeyen süreçler ve et­ kileri keşfetmesiydi. Naturalism denilen şeyin itici gücü kendi süreçleri ve yöntemleri için diğer adlan buldu ve natura­ lism'in kendisi gitgide isabetli bir dış temsil üslubuna özgü ol­ du. Terimin şu anda öncelikle anlattığı şey bu, ama anlam özelleşmesi dolayısıyla başlangıçtaki tartışmaların önemli kimi bölümleri geride bırakılmış durumda. Bunun sonuçlarından biri çeşitli iDEALiST (bkz. bu madde) ve doğaüstücü doğa ve insan yorumlarının, başlangıçtaki naturalist itilimi çoğu za­ man açıktan açığa ve dolayısız olarak sürdürdüğü daha geniş bir bakışla görülebilen sanatsal yöntemlerden (izlenimcilik, dı­ şavurumculuk vb.) gözle görülür (ve kafa karıştırıcı) bir destek almış olmasıdır. Aynı zamanda, naturalism ile EMPIRICISM ve MATERlALISM (bkz. bu maddeler) arasında naturalism'in anlamını etkileyen, gözlemleyen ÖZNE (bkz. SUBJECT) ile gözlemlenen (natural ya da naturalistic)

nesneler arasındaki

ilişki üzerinde yürütülmüş can alıcı bir tartışma söz konusu­ dur. Bu tarihçenin karmaşıklığı göz önünde tutulunca, natura­ lism şu andaki kullanımlarının düşündürdüğünden çok daha güç bir sözcüktür.

Bkz. ECOLOGY, EMPIRICAL, MATERIALISM, NATURE, POSITI­ VIST, REALISM

264

NATURE [Doğa, tabiat] Nature dildeki en güç sözcük herhalde. Üç anlam alanı ayırt etmek görece kolay: (i) bir şeyin temel niteliği ve karakteri; (ii) ya dünyayı ya insanları ya da her ikisini birden yöneten iç­ kin güç; (iii) insanları içerebileceği gibi içermeyebilen maddi dünya. Yine de (ii) ile (iii) içinde, gönderim alanı büyük ölçü­ de belirgin olmakla birlikte, kesin anlamlar değişken, hatta za­ man zaman karşıttır. Sözcüğün bu üç anlam üzerinden tarih­ sel gelişimi önemlidir, ama bu üç anlamın da, içlerinden en güç olan ikisinin temel çeşitlemeleri ve alternatiflerinin de gü­ nümüz kullanımında hala canlı ve yaygın olması da önemlidir. Nature eski Fransızca yakınkök nature, Latince natura'dan, o da Latince nasci'nin -doğmak- geçmiş zaman ortacı olan bir kökten geliyor (nation, native, innate vb. de aynı kökten türe­ miştir). Eski Fransızca ve Latince'de olduğu üzere, sözcüğün en eski anlamı (i), yani bir şeyin temel karakteri ve niteliğiydi. Bu haliyle nature, bir nitelik ya da sürecin tanımı olarak orta­ ya çıkan, özgül bir gönderimle doğrudan doğruya tanımlanan, ama sonra bağımsız bir isim olan, aralarında culture'ın da bu­ lu�duğu birkaç önemli sözcükten biridir. Bu gelişen anlamlar­ la ilgili Latince söz

natura rerum idi -şeylerin doğası, bazı La­ natura- dünyanın yapısı - biçiminde kı­

tince,kullanımlarında

saltılniıştı. İngilizce'de anlam (i) 13. yüzyıldan itibaren, anlam (ii) 14. yüzxıldan itibaren, anlam (iii) 17. yüzyıldan itibaren görülür; gerçi önemli bir süreklilik ve anlam (ii) ile (iii) ara­ sında 16. yüzyıldan itibaren dikkate değer bir çakışma vardı. Genellikle (i)'i (ii) ve (iii)'ten ayırt etmek güç değildir; aslında alışkanlık yaratmıştır ve okurken gözden kaçar. Ham doğa durumunda halk diye bir şey yoktur... Halk düşün­

cesi... bütünüyle yapaydır; ve tüm diğer yasal kurgular gibi, or­ tak anlaşmayla yaraulmışur. Bu anlaşmanın özel doğasını oluş­ turmuş olan şey, belli bir toplumun aldığı biçimden devşirilir. Burada, Burke'ta, nature'ın ilk kullanımıyla ilgili bir sorun vardır, ama ikinci kullanımda (anlam (i)) sorun yok - aslında

265

aynı sözcükmüş gibi görünmez pek. Yine de, anlam (i), (ii) ve (iii) arasındaki bağ ve aynının bazen çok bilinçli yapılması ge­ rekir. Sözgelimi yaygın bir ifade ve kimi önemli tartışmalarda belirleyici olan human nature [insan doğası] , açıkça göster­ mese de, başlıca üç anlamdan birini ve aslında onların çeşitle­ meleri ve alternatiflerini de içerebilir. Anlam (i)'de görece yan­ sız bir kullanım vardır: insanların bir şeyi (gerçi sözü geçen şey kuşkusuz tartışmalı olabilir) yapmaya dönük temel nitelik ve karakteristiğini anlatır. Fakat çoğu kullanımda anlam (i)'in betimleyici (ve dolayısıyla doğrulanabilir ya da yanlışlanabilir) niteliği; anlam (ii)'ye dayalı çok farklı türdeki yargıdan, içkin yönetici güçten, ya da anlam (iii)'ün yanbiçimlerinin birinden, maddi dünyanın, bu durumunda "doğal insan"ın değişmez bir özelliğinden daha az öne çıkar. Anlam (i) ile anlam (ii) ve (iii) arasındaki ilişkide fark edil­ mesi gereken bir diğer şey, daha genel olarak, anlam (i)'in ta­ nımı gereği özgül bir tekil olduğudur -bir şeyin doğası- oysa anlam (ii) ve (iii) neredeyse tüm kullanımlarında soyut tekil­ lerdir - her şeyin doğası tekil doğa ya da Doğa olur. Soyut te­ kil artık kuşkusuz gelenekseldir, ama açık bir tarihi vardır. Anlam (ii) anlam (i)'den gelişmiş ve soyutlaşmıştır, çünkü aranan şey tek bir evrensel " temel nitelik ya da karakter" idi. Yapısal ve tarihsel olarak a god ya da the gods'dan God'ın türe­ yişiyle kökteştir bu. Soyut Nature, yani temel içkin güç, tartış­ ma içinde daha açıktan açığa soyut bir tekil neden ya da güç olan Tann'nın karşısına yerleştirildiğinde bile, tek bir ilk nede­ nin kabul edilmesinden doğmuştu böylece. Bütün maddi dün­ yaya, dolayısıyla şeyler ve yaratıkların çokluğuna yapılan gön­ derme hepsinde bir şeyin ortak olduğu kabülünü taşıdığında, anlam (iii)'e kadar ulaşır bu etki: ya (a) yansız olan, ya da en azından çoğunlukla yansız olan, kendi varoluşlarına ilişkin ya­ lın gerçek (b) türe ilişkin yargılar dolayısıyla başvurulan ortak bir niteliğin genellenmesi, genellikle açıkça anlam (iii) , "Natu­ re shows us that... " [Doğa bize gösteriyor ki... ] Eleştirel sözcü­ ğün yapısı ve tarihçesinin çokluğu tekilliğe indirgemesi, bu durumda, garip biçimde, tekil anlamın uygun düştüğü ortak

266

bir niteliğin kesinlenmesiyle de, tekil biçimin yine de çoğu za­ man kapsayabildiği farklılıkların genel ya da özgül olarak ser­ gilenmesiyle de, etkili bir ortak niteliğin açık ya da örtük bi­ çimde reddedilmesiyle de uyumludur. Nature'ın kullanımlarının eksiksiz bir tarihi insan düşünce­ sinin önemli bir kısmının tarihi olurdu. (Önemli bir tarihçe için, bkz. Lovejoy.) Fakat kritik kullanımlar ve değişimlerin bir bölümüne işaret etmek olanaklı. llk olarak, tekil Nature'm çok erken bir tarihte ve şaşırtıcı ölçüde sürekli kişileştirmesi var: Nature the goddess, "nature herself'. Bu tekil kişileştirme, şu anda "nature gods" ya da "nature spirits" denilen şeylerden: yani belli doğa güçlerinin mitik kişileştirmelerinden çok fark­ lıdır. "Nature herself' bir yandan tam tamına bir tanrıça, ev­ rensel bir yönetici güç, diğer yandan (bazı din dışı tekil kulla­ nımlardan ayırt etmesi çok zor) biçimden yoksun, ama yine de her şeye kadir, yaratıcı ve şekillendirici bir güçtür. Bunlarla bağlantılı "Mother Nature" dinsel ve mitik tayfın bu ucunda­ dır. Bu tür tekil dinsel ya da mitik soyutlamanın adeta başka bir t�kil, her şeye kadir, yani tektanrıcı Tanrı ile birlikte yaşa­ ması gerektiğinde büyük bir karmaşa ortaya çıkar. Ortaçağ Av­ rupa inancında. her iki tekil mutlağı kullanmak, ancak Tanrı'yı öncelikli ve Doğa'yı onun bakanı ya da yardımcısı diye tanım­ lama� dine uygundu. Doğa'yı başka bir şekilde, mutlak bir hü­ kümran olarak görmek gibi sık sık karşılaşılan bir eğilim var­ dı. Bunu tanrıça ya da bakandan ayırmak belli ki güç, ama kavram ilahi takdirden çok kaderciliği anlatmak için kullanılı­ yordu özellikle. Vurgu doğal güçlerin kudreti ve bu güçlerin görünüşe göre zaman zaman keyfi ya da kaprisli olan, çoğu zaman kaçınılmaz ve insanlar üzerinde yıkıcı etkisi bulunan icraatı üstündeydi. Bekleneceği üzere, bu tür temel güçlük durumlarında, natu­ re kavramı genellikle uygulamada özgül tanımlarından çok daha geniş bir kullanım ve çeşitlilik gösteriyordu. Bu durum­ da, Shakespeare'in Lear'ında olduğu gibi, kullanımın değişti­ rildiği görülürdü:

267

Allow not nature more than nature needs, Man's life's as cheap as beast's... . . . one daughter Who redeerns nature from general curse Which twain have brought her to. That nature, which contemns its origin, Cannot be border'd certain in itself... . . . Ali shaking thunder Crack nature's moulds, ali germens spill at once, That make ungrateful man ... ...Hear, nature hear; dear goddess, hear... [Doğaya doğanın istediğinden fazlasını bırakma İnsan hayatı hayvan hayatı kadar ucuzdur ...Bir kızım temizliyor doğayı Öteki ikisinin getirdiği o büyük lanetten Kendi kökenini küçümseyen bir doğa kendisiyle sınırlanamaz. ...Bütün gökgürültüleri Doğanın kalıplarım çatlatıyor, Nankör insanı oluşturan Bütün tohumlan savuruyor. ...Dinle, doğa dinle; sevgili tanrıça, dinle... ] Bu örneklerde bir dizi anlam görülür: insan toplumunun önündeki ilkel durum olarak doğa; kefaret gerektiren bir dü­ şüş ve lanete yol açan ilk masumiyet anlamı; kök sözcükte ol­ duğu üzere doğuştan bir nitelik gibi özel bir anlam; paradok­ sal biçimde gök gürültüsünün doğal gücüyle yok edilebilen doğa şekilleri ve kalıplan; tannçamn, bizzat Doğa'mn yalın ve sürekli biçimi. Bu anlam karmaşası açıklayıcı olmaktan çok

268

dramatik bir biçimde olanaklıdır. Belirsiz olarak görülebilecek şey de bir gerilimdir: doğa önceden masum, hazırlıksız, gü­ venli, emniyetsiz, verimli, yıkıcı, kirli, lanetliydi, katışıksız bir güçtü. Doğal süreçlerin gerçek karmaşası tekil içindeki bir karmaşa tarafından dönüştürülmüştür. Bu durumda, özellikle 17. yüzyılın başlarından itibaren, do­ ğanın gözlemlenmesi ve anlaşılması konusunda kritik bir tar­ tışma vardı. Mutlak bir hükümranın ya da Tanrı'nın bir baka­ nının işlerini araştırmak yanlış gelebilirdi. Fakat bir formül bulunmuştu: yaratılanı anlamak yaradanı övmek, kadiri mut­ lağı zorunsuz

(contingent)

işleri aracılığıyla görmekti. Uygula­

mada formül sahte bir bağlılık halini aldı ve ardından unutul­ du. Siyasal değişikliklere koşut olarak, doğal yasalar üstüne yeni bir vurguyla, doğa mutlak bir hükümrandan meşruti bir hükümdara çevrildi. 18. ve 19. yüzyılda doğa çoğu zaman as­ lında bir anayasa hukukçusu olarak kişileştirildi. Yasalar bir

yerden

geliyordu ve bu çeşitli biçimlerde ama çoğu zaman

önemsenmeden tanımlanıyordu; çoğu zaman dikkat yasaların yorumlanması ve sınıflandırılmasına, emsallere bakarak tah­ minde bulunmaya, unutulan kuralların keşfi ve diriltilmesine ve xle en önemlisi yeni durumlardan hareketle yeni yasaların çıkarılmasına yöneltiliyordu: içkin ve şekillendirici bir güç olarakdeğil durumların biriktirilmesi ve sınıflandırılması ola­ rak doğa. Anlam (iif)'ün belirleyici ortaya çıkışı şu şekildeydi: maddi dünya olarak nature. Fakat keşfedilebilir yasalar üzerindeki vurgu -

Nature and Nature's laws lay hid in night; God said, Let Newton be! and all was light! (Pope) - yaygın biçimde Doğa'nın Akıl ile özdeşleştirilmesine yol açtı: yani gözlem nesnesinin gözlem biçimiyle. Bu da, Doğa'mn in­ sanda üretilen şeyle, yani insanın kendisinden ürettiği şeyle Doğa'nm karşıtlaştmldığı anlamlı bir farklılaşmanın zeminini hazırladı. "Doğa durumu" -bazen kötümser biçimde, çoğun­ lukla iyimser, hatta programlı biçimde- mevcut toplum duru-

269

muyla karşıtlaştınldı. "Doğa durumu" ve yeni baştan kişileşti­ rilen Doğa düşüncesi bundan sonra, ilk olarak kefaret ve yeni­ lenme gerektiren günü geçmiş ya da ahlakı bozulmuş toplum, ikinci olarak da, ancak Doğa'dan ders almakla iyileşebilecek "yapay" ya da "mekanik" toplum hakkındaki tartışmalarda kritik rol oynadı. Biraz geniş bir yaklaşımla, bu aşamalar Ay­ dınlanma ve Romantik hareketti diyebiliriz. Anlamlar daha o zamandan ayırt edilebiliyordu, ama çoğu zaman bir hayli ça­ kışma vardı. Yasa üstündeki vurgu ideal toplumu kavramak için felsefi bir zemin sağladı. Başlangıçtaki içkin güç -çok da­ ha eski olan bir düşüncenin yeni biçimi- gerçek bir yenilenme için, ya da yenilenmenin olanaksız veya çok uzak göründüğü durumlarda, acımasız bir "dünya"ya karşı bir dengeleyici ya da teselli olarak yaşam ve insanlığın iyi olduğuna dönük inan­ ca zemin hazırladı. Bu Doğa kavrayışlarının ikisi de önemli ölçüde durağandı: "doğanın güzellikleri" ve "insanların kalpleri"nde kendini gös­ teren, tek bir iyiliği öğreten bir dizi yasa - dünyanın yapısı ya da içkin, evrensel, birincil, aynı zamanda kendini yineleyen bir güç. Bu kavramların her biri, özellikle sonuncusu geçerliliğini korudu. Aslında doğanın en güçlü kullanımlarından biri, 18. yüzyılın sonlarından bu yana, işte bu seçici iyilik ve masumi­ yet anlamıyla olmuştur. Nature "kırları" , "bozulmamış yer­ ler"i, bitkileri ve insanın dışındaki yaratıkları anlatıyordu. Kul­ lanım özellikle kent ile kır arasındaki karşıtlıklarda görülür: doğa insanın yapmamış olduğu şeydi; gerçi çok önceleri yap­ mışsa -çalı ya da çöl gibi- genelde doğal sayılırdı. Nature-lo­ ver ve nature poetry ifadeleri bu dönemlerde ortaya çıkmıştır. Ama hala ortaya çıkmamış bir kişileştirme daha vardı: tanrı­ ça, bakan, hükümdar, hukukçu, ya da başlangıçtaki masumi­ yetin kaynağı olarak doğaya seçici hayvan üreticisi olarak do­ ğa eklenecekti: doğal ayıklanma, belli ki "acımasız" rekabet de ona içkindi, doğayı hem tarihsel hem de etkin görmenin daya­ nağı yapılmıştı. Doğanın aslında hala yasaları vardı, ama ya­ şamda kalma ve soyu tükenme yasalarıydı bunlar: türler do­ ğar, gelişir, çöküşe geçer ve ölürdü. Gerçek evrimsel süreçler

270

ve organizmalarla diğer organizmalar da dahil olmak üzere çevreleri arasındaki çok değişken ilişkiler hakkındaki olağa­ nüstü bilgi birikimi yeniden, şaşırtıcı biçimde, tekil bir isim olarak genellenmişti. Nature türlere şunu bunu yapıyordu. Bu durumda yeni bilimsel gelişmenin değişken biçimlerinin ge­ nişlemesi söz konusuydu: "Doğa öğretir. . . " , "Doğa bize göste­ riyor ki. . . " Gerçek kayıtlarda öğretildiği ya da gösterildiği söy­ lenen şey, içkin ve kaçınılmaz, acı rekabetten tutun içkin kar­ şılıklılık ya da işbirliğine dek çeşitlik gösteriyordu. Çok sayıda doğal örnek yorumlan desteklemek için seçilebiliyordu: Sal­ dırganlık, sahiplenme, asalaklık, ortakyaşarlık, işbirliğinin hepsi; farklılaşma ve değişkenlik olguları toplanıp kullanıldı­ ğında bile tekil bir Doğa'ya bağlı olarak normalde şekillendiri­ len bu biçimin seçici ifadeleriyle gösterilmiş, gerekçelendiril­ miş ve toplumsal düşüncelere yansıtılmıştır. Gönderme yaptığı süreçlerin temel önemi göz önünde tutu­ lunca, sözcüğün karmaşıklığı pek şaşırtmaz. Fakat nature çok uzun bir dönem boyunca insan düşüncesinin başlıca çeşitle­ melerinin çoğunu taşıyan -çoğu zaman, belli bir kullanımda ancak örtük olarak, yine de tartışmanın niteliği üstünde çok etkili olarak- bir sözcük olduğu için, güçlüğünün özellikle ayırdında olmak gerekir. \

Bkz. COUNTRY, CULTURE, ECOLOGY, EVOLUTION, EXPLOITATION, NATURALISM, SCIENCE '•

o ORDINARY [Sıradan, alelade] Ordinary'nin "ordinary people" gibi anlatımlardaki kullanımı­ nın ilginç bir tarihçesi ve içerimi vardır. Çünkü ordinary İngi­ lizce'ye 14. yüzyılda, şimdi bağlantılı ordination ve ordinance sözcüklerinde olduğu gibi, resmi atama ya da yetki ifadesi ola­ rak, eski Fransızca yakınkök ordinarie, orta Latince ordinari-

271

us'tan, o da Latince kök sözcük ordo'dan -düzen, sıra- ve La­ tince sonek arius'dan -ilişkin- geliyordu. Kilise ve yasa işle­ rinde "kendi başlarına" hareket edebilen kişilere yaygın olarak uygulanmış ve atanmış memurların bütün sınıflarım kapsaya­ cak biçimde genişletilmişti. Ayin ve öğretimde tayin edilmiş nizami biçimleri anlatmak için de kullanılıyordu. Alttan alta bulunan kural ya da otorite tarafından yapılmış şey anlamı, başlangıçta pek de çelişmeden, tö.rece yapılmış şeyi kapsaya­ cak biçimde genişletildi. Bu arada, an ordinary sabit fiyatlı ye­ mekleri olan lokanta anlamını geliştirdi ve bu şekilde ve daha genel başka biçimlerde farklı toplumsal içerimler sıfatın çevre­ sinde toplanmaya başladı. Açıkça dile getirilen toplumsal üstünlük ve aşağıdalık dü­ şüncelerini kapsayan, istenmeyen türden bir anlamın en açık örnekleri, 18. yüzyılda ortaya çıktı: "expressions, such as . . . even the worst and ordinariest People in the Street would not use" [Sokaktaki en düşük, en sıradan insanların bile kullan­ mayacağı deyimler] (Defoe, 1756); "excessively awkward and ordinary" [Fazlasıyla kaba ve sıradan] (Chesterfield, 1741). "Ordinary people" da Chesterfield'dadır: "most women and all the ordinary people in general speak in open defiance of all grammar" [ Çoğu kadınlar ve bütün sıradan insanlar dilbilgisi kurallarım açıkça hiçe sayarak konuşuyorlar] ( 1 741). Daha önceleri ordinary ile ifade edilebilen

doğru ya

da STANDARD

(bkz. bu madde) ile COMMON (bkz. bu madde) veya gele­ neksel kullanım arasındaki ayrılma anıdır bu. Bu anlam, "or­ dinary looking" ya da "very ordinary looking" gibi sözlerin kimi kullanımlarında olduğu gibi, varlığını sürdürmüştür, fa­ kat beklenilen, nizami, geleneksel şeklinde gelişmiş olan an­ lam da güçlü bir biçimde sürdü. Dolayısıyla "ordinary people" tam tersi biçimlerde toplumsal bir tutum ya da önyargıyı an­ latmak için kullanılabiliyor. "Ordinary insanların inandığı şey" , farklı bağlamlarda, "eğitimsiz" (krşl. EDUCATED) ya da "eğitim almamış" kişilerin açıkça kısıtlı olduğu kabul edilen biçimlerde bilip düşündüğü şeyi anlatabileceği gibi; bir hizip ya da INTELLECTUALS'ın (bkz. bu madde) görüşlerinden

272

farklı olarak "duyarlı", "namuslu", "terbiyeli" insanların inan­ dıkları şeyi de anlatabilir. İster övünerek ister hafifseyerek kullanılmış olsun "the or­ dinary people" ifadesi aynı zamanda, bilinçli bir yönetici ya da idareci azınlığın bakış açısından Öteki insanların oluşturduğu genellenmiş topluluğun bir anlatımıdır (krşl. MASSES ve pe­ ople) . Tıpkı daha farklı olan "ordinary people" gibi, çoğu za­ man itirazı açığa çıkarır. Algılandığı biçimiyle bu tür bir top­ lumsal ilişkiyi ifade eden başka kimi sözcükleri karşılaştırmak ilginç olacaktır. Sözgelimi

rank-and-file, bu bağlamda kendisi

1915'te Michels'in bir çevirisinden bu yana, ELITES [seçkin­ ler] (bkz. bu madde) kuramı çerçevesinde popülerleşmiş bir kullanım olan "the leadership"ten farklı olarak, bir siyasal par­ ti ya da benzer örgütün ordinary üyelerini anlatmak üzere yaygın biçimde kullanılır. (Tekil olarak Leadership, bir parti ya da muhalefetin

lideri için, 19. yüzyılın başlarından itibaren leadership

Avam Kamarası'nda kullanılıyordu; otorite olarak

19. yüzyılın ortalarından itibaren ve eğitilecek bir nitelik ola­ rak leadership ise 20. yüzyılın başlarından bu yana yaygındır; bir örgütün tepesindeki kontrolü elinde tutan grup olarak the lea.(iership ise belli ki bunların hepsinden farklıdır.) Rank-and­

file 16. yüzyılın sonlarından itibaren belirgin olan askeri anla­ mıyla- ye 17. yüzyıldan itibaren COMMON (bkz. bu madde) askerler için kullanıldı. Daha kısıtlı olan anlam genişlemele­ rinden sonra, sözcük bu modern anlamı 19. yüzyılın ortaların­ da kazandı: "mere rank-and-file of a party'' (Mill, 1860). 20. yüzyılın ortalarında tanım, bir parti ya da örgüt için "gerçek­ ten çalışanlar"ı anlatmak üzere istenir bir anlamla benimsendi sık sık. Fakat her iki içerimiyle de gitgide yerini Amerikan kö­ kenli

grassroots'a bırakıyor. Bu ifade altın madenciliğinde,

1870'lerde altın bulunabilecek yer gibi neredeyse birebir fizik­ sel anlamda ortaya çıkmış gibidir ve "getting down to grassro­ ots" 1880'lerden itibaren ABD'de farklı bir anlamla konuşma diline geçmişe benziyor. 1930'lardan itibaren biraz "köylülük" içerimleriyle (krşl. COUNTRY [kır] ve PEASANT [köylü ] )

"grassroots candidacy" gibi siyasal kullanımlar ABD'de kayde273

dilir, ama asıl 1940'lardan itibaren sözcük ABD'de ve 1960'lar­ dan itibaren siyasal gazetecilik aracılığıyla Britanya'da yaygın­ laşır. Kulağa

ordinary ya

da

rank-and-file'dan daha

hoş geldiği

söylenebilir, ama hoşluğun hesaplı mı, ihtiyaten mi, yoksa gerçek mi olduğu belli örneklerde incelenmeye muhtaçtır.

Bkz. COMMON, EDUCATED, INTELLECTUAL, MASSES, POPU­ LAR, STANDARD

ORGANIC [Organik] Organic'in; insanlar, hayvanlar ya da bitkilerde yaşam süreçle­ ri veya ürünlerini anlatan özgül bir anlamı vardır modem İn­ gilizce'de. Belli türdeki ilişkileri ve buradan da belli türde top­ lumları anlatan önemli bir pratik ya da eğretilemeli anlamı da vardır. Bu sonuncu anlamıyla sözcük özellikle güç bir sözcük­ tür ve tarihçesi her durumda çok karmaşıktır. Organ İngilizce'de 13. yüzyıldan itibaren ilkin, bir müzik çalgısını anlatmak üzere göründü; modem organ'a benzer bir şey bu bağlamda 14. yüzyıldan itibaren görüldü. Yakmkökü Latince

organum,

Yunanca kök sözcük

organon'dan -araç,

alet

edevat; iki türemiş anlamı vardı: soyut "araç" (aracılık) ve mü­ zik çalgısı- gelen Fransızca

organe'dı.

Tüm türemiş sözcükler­

de yinelenen daha sonradan edinilmiş bir pratik anlamı vardı örganon'un: "görme aracı" olarak göz, "duyına aracı" olarak kulak vb. , buradan da vücudun bir bölümü olarak 15. yüzyılın başlarından itibaren organ. Fakat anlam yelpazesinin bütünü -müzik çalgısı, alet, araç (organ of opinion [düşünme aracı) ) ve vücudun bölümü- 16. yüzyılda İngilizce'de mevcuttu. 16. yüzyıldan itibaren görülen organic, önce alet edevat anlamını takip etti. 1569'da Plutarch'ı çevirirken North şöyle yazacaktı: "to frame instruments and Engines (which are called mecha­ nicall, or organicall)" [Araçlar ve makinalar yapmak (bunlara mekanik ve organik denir) ] . Sonradan ortaya çıkacak gelenek­ sel organic ve örnektir bu.

274

mechanical karşıtlığı bakımından aydınlatıcı bir

Organ'ın araç ya da aracılık anlamından modem anlamla­ rıyla organize ve organization sözcükleri büyük ölçüde 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın başlarından itibaren gelişti (krşl. society ve civilization). Fakat sözcüklerin ikisi, tıpkı 17. yüzyıldan itibaren organism gibi, belirgin bir fiziksel anlamla kullanılmıştır. Organic ise farklı bir yol izlemiş ve aslında 19. yüzyıl itiba­ riyle organized ile karşıtlık içinde kullanılabilmiştir. Yaygın, özgül, modem anlamının kaynağı, 18. yüzyılda sözcük canlı ve büyüyen şeylere ilşkin olarak özel bir gönderim kazanır­ ken, doğal tarih ve biyolojinin kaydettiği önemli gelişmedir. Organic chemistry [organik kimya] 19. yüzyılın başlarında ta­ nımlandı ve 1860'lardan itibaren karbon bileşimlerinin kimya­ sı gibi sonradan daha özelleşmiş bir anlam kazanacaktı. Önce­ den eşanlamlı olan organic ile MECHANICAL (bkz. bu mad­ de) arasındaki ayrımın temelini işte biyoloji ve "yaşam bilim­ leri"ndeki bu gelişme sağlamıştır. Bu ayrım Romantik hareket içinde, muhtemelen önce Al­ manya'da, Doğa Filozofları arasında yapıldı. Coleridge organic ve inorganic cisimler ve sistemler arasında ayrım yapıyordu; organic'te "bütün, her şey ve parçalar hiçbir şey"ken, inorga­ nic'te "bütün tek tek parçaların bileşiminden başka bir şey de­ ğil" di.' 13unun organized ve organism'in yeni gelişen anlamıyla açıkça bağlantıları v.ardır, ama mechanical ile olan karşıtlığı, mechanical felsefe ve kuşkusuz Sanayi Devrimi'nde makinele­ rin kazandığı yeni öneme karşıt olması, bu ayrımı derinlemesi­ ne etkiledi. Toplumsal örgütlenmeye uygulandığında, organic natural'ın günümüzdeki özelleşmesine doğru ilerledi: organic bir toplum, "yapılan"dan çok "büyüyen" bir toplumdu. Önce devrimci toplumlar ya da önerilerin yapay ya da eşyanın "do­ ğal düzeni"ne aykırı olduğu gerekçesiyle eleştirilmesiyle ilişkili oldu bu. Sonra büyük ölçüde tarımsal ve büyük ölçüde IN­ DUSTRIAL (bkz. bu madde) toplumlar arasındaki karşıtlıkla ilişkili oldu. Carlyle "özgül nedenini iyileştirecek, organikleşti­ recek ve diğer organizmalar ve oluşturulmuş şeyler arasında yaşayacak biçimde" Fransız Devrimi'nin "ıslah edilmesi"nden

275

söz ederken, hala aklında bu karmaşık anlam vardı. Yine de Burke, aynı konuda, karşıt bir anlamı kullanmıştı: 1688'in İn­ gilizlerini l 789'un Fransızlanyla karşılaştırırken şöyle yazmış­ tı: "they acted by the ancient organized states in the shape of their old organization, and not by the organic moleculae of a disbanded people." [Ayrışmış bir toplumun organik molekül­ leri gibi değil, eski organize devletlerde varolan organizasyon­ larının gerektirdiği biçimde hareket ettiler. ] Burada moleculae, atomistic'in görece örgütsüz ve parçalanan toplum biçimleri ve toplumsal düşünceyi anlatan anlamını andırır. 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın ortalarına kadar, organic toplumsal düşüncede, büyük ölçüde muhafazakar bir terim olarak, sık sık kullanılıyordu. Leavis ve Thoıiıpson, Culture and Environment'da (1932) , "örgütlü modem devlet"i "organik topluluğun. . . Eski lngilteresi"yle karşıtlaştırdı. R. J. White, The Conservative Tradition'da ( 1 954) , "bir devletin motordansa ağaç olmasının daha iyi olduğu"nu ve "güçler ayrılığının orga­ nik yaşama özgü bir nitelik, güçler birliğinin ise mekanizm'e özgü olduğu"nu savundu. Bertrand Russel, farklı bir gelenek içinde, The Prospects of Civilization'da (1923) , "makinenin, tek bir yararlı sonuç üretmek için işbirliği yapan parçalan olması ve ayn parçaların kendi başlarına pek az değer taşımaları anla­ mında özü bakımından organik olduğu"nu (bu sonuncu ay­ nın Coleridge'in yaptığı aynını anımsatıyor) ve '"organik' bir toplum kurmaya özendirildiğimizde, hayali modellerimizi is­ ter istemez makineden türet[ tiğimizi] , çünkü toplumu nasıl canlı bir hayvan haline getireceğimizi bilmeyiz"i savundu. Modem tartışmanın arkasında, bazı noktalarda, üyeleri ile bir­ likte bir gövde olan toplum şeklindeki eğretileme ve bundan biyolojik anlamın uygulanmasıyla gelişen organism eğretile­ mesi etkili olmuş gibidir. Aynı şekilde Durkheim organic ve mechanical solidarity arasında aynın yaptı; burada organic, iş­ levsel birbirine bağlılık anlamım taşır. Fakat sözcüklerin temel çakışması ve organic, organized, organization ve organism sözcükleri arasındaki modem zamanlara ait zor ilişki, bütün toplumların organic olduğunu, ama bazı toplumların diğerle-

276

rinden daha organic olduğunu -araçsal olarak planlı ya da do­ ğal olarak evrim geçirdiğini- söyletebilir insana. Organic'in diğer iki anlamı hala etkilidir. Tarım ve gıdaya

yapay dölleyiciler değil doğal olanlar

ilişkin modem bir özelleşmiş anlamı vardır: ya da yetiştirme ve büyütme yöntemleri vurgulanır. Bu da

sanayi

toplumunun genel eleştirisiyle ilişki­

lidir. Bir de belirtik toplumsal kuramda olduğu gibi belli bir tür toplumu (krşl. ECOLOGY) değil de bir tür ilişkiyi anlatan daha geniş bir anlamı da vardır. Organic, sanat ve edebiyat tar­ tışmalarında, bir yapıtın parçalan arasındaki önemli ilişki ve karşılıklı bağlantıyı anlatmak üzere sık sık kullanılmıştır: or­ ganic relation ya da organic connection. Büyük ölçüde ya da "bütünüyle" bağlantılı ya da ilişkili olanı anlatan bu kullanım bir bütün olarak toplumlar hakkında değilse de, özgül iç iliş­ kilere dair tanımlarda kendini gösterir: "an organic connecti­ on with the local community" [yerl cemaatle organik bir bağ) . Sözcük görece kolay, ama bu özgül anlamıyla kullanmak hala kolay değil.

Bkz. ECOLOGY, EVOLUTION, INDUSTRY, MECHANICAL, NATU­ RE, SOCIETY

ORIGINALITY [Orijinallik, özgünlük] Originality görece modem bir sözcüktür. İngilizce'de 18. yüz­ yılın sonlarından itibaren yaygın kullanıma girmiştir. Origin (Fransızca yakınkök

origine,

Latince

originem

-yükseliş, baş­

langıç, kaynak-, Latince kök sözcük oriri'den -yükselmek-) ile birlikte 14. yüzyıldan beri dilde olan original'm özel bir an­ lamına dayanır kuşkusuz. Önceki tüm kullanımlarında ori­ gin'in, zamanda bir nokta ya da sonradan kendisinden bir şey­ ler ya da koşullar neşet etmiş olan bir güç ya da kişi şeklinde durağan bir anlamı vardı. Fakat origin bu içkin biçimde geriye dönük anlamım korurken, original ek anlamlar geliştirdi, öyle ki original sin, original law ve original text'e otantik sanat ya­ pıtı (kopyadan farklı olarak) ve

singular

[eşsiz) birey (burada

277

sonradan ortaya çıkacak singularity ve originality arasındaki ayrım çok önemli olacaktı) anlamlarında original eklendi. Sa­ nat yapıtları örneğinde original'm (kopya değil de ilk yapıt) geriye dönük anlamından gerçekte new'a (diğer yapıtlar gibi olmayan) yakın olan bir anlama geçiş gözlemlenir. · Bu büyük ölçüde 17. yüzyılda gerçekleşti: "of this Treatise, 1 shall only add, 'tis an Original" [Bu inceleme hakkında bir tek şey ekle­ yebilirim, o da özgün olduğu] (Dryden, 1683). An Original sözü, eşsiz ya da nadir bir şey anlamıyla, aynı zamanda yeni bir sanat kuramıyla ilişkili bir anlamda, 18. yüzyılda yaygındı: krşl. "no performance can be valuable which is not an Origi­ nal" [özgün olmayan hiçbir gösteri değerli olamaz] (Welsted, Epistles, Odes , xxxvii, 1 724) . Young l 7S9'da şöyle yazacaktı: "an Original... rises spontaneously from the vital root of geni­ us; it grows, it is not made; Imitations are often a sort of manu­ ...

facture, wrought up by those mechanics, art and labour, out of pre-existent materials not their own" (Conjectures on Original Composition, 12) . Burada yeni sanat, doğa ve toplum felsefe­ sinde alışılmadık sayıda çok anahtar sözcük bir arada ve peş peşe kullanılmış. An original ve taklitlerinin (kopyalarının) eski kullanımından eğretilemeli olarak, deha ile, yapılma değil büyümesi ile, dolayısıyla mekanik olmamasıyla, malzemesini başka bir şeyler değil kendisinden alması, yalnızca ART (bkz. bu madde; fakat burada hala "beceri" anlamında) ve labour (çaba) ürünü olmamasıyla ayrılan yapıt türüne ilişkin kullanı­ mı kapsayacak biçimde genişlemesi ilginçtir. Originality daha sonra sanat ve edebiyat övgüsü için yaygın bir sözcük oldu; her zaman Young'm çağrışımlarıyla olmasa da, genelde çoğu­ nu içerir. Yapıt başka yapıtlara kıyasla ya da bir ölçüye göre değil, "kendi içinde" iyiydi. An original kişilerin betimlemesinde başka bir yol da tuttu. Wycherley The Plain Dealer'da (1676) şöyle yazacaktı: "I hate imitation, to do anything like other people. All that know me do me the honour to say, 1 am an original" [Ben taklitten, baş­ kalarıyla benzer bir şey yapmaktan nefret ederim. Beni tanıyan herkes bana özgün olduğumu söyleme onurunu bahşeder] .

278

Duygu değeri bakımından bulanıktır bu ve kişilere uygulandı­ ğında duygu değeri muğlaklığını korur; ilgi çekici biçimde ye­ ni ya da, sanatta olduğu üzere, authentic birini anlatmaktan çok eccentric, en azından alışılmadık INDIVIDUAl'.ı (bkz. bu madde) anlatır. Yine de 18. yüzyılın sonlarında Hawkins Life of ]ohnson'da şöyle yazacaktı: "of singularity it may be obser­ ved, that, in general, it is originality; and therefore not a de­ fect" [ Kimseye benzememek, genel olarak, özgünlük olarak yorumlanabilir; dolayısıyla bir kusur değildir] . An origi­ nal'dan originality'ye geçiş sözcüğün istenir anlamını doğrula­ mış gibidir, bu da daha sonra baskın olacak, bir kişi ya da ya­ zan lanetleyen karşıtını üretecekti: no originality. Originality dile yerleştikçe origin'le neredeyse bütün bağını kopardı; aslında önemli otan nokta, kendisinden başka bir ori­ gin'inin olmaması. Gelgelelim original her iki anlamını da ko­ rudu: geriye dönük kullanımı ile yeni ve (genelde) önemli olan bir şeyin tanımı.

Bkz. ART, CREATIVE, GENIUS, INDIVIDUAL, MECHANICAL, OR­ G�NIC

p PEASANT [Köylü] Peasant eski Fransızca yakınkök paisant'dan, Romanic kök sözcük pagus'tan -kırsal bölge, pagan da bu kökten türemiştir­ geldi. 15. yüzyıldan itibaren İngilizce'de yaygın kullanıma gir­ miş, çoğu zaman peasant'ın genelde kırsalda yaşamanın yanı sıra toprağı işlemesi bakımından rustic'ten (Latince yakınkök rusticus -kırsal kesimden olan-, Latince kök sözcük rus -kır-) ayrılmıştır. Topluluk adı olan peasantry [köylüler] 16. yüzyıl­ da ortaya çıktı. Peasant, gitgide edebi kullanıma özgü olmakla birlikte, içinde bulunduğumuz yüzyıla kadar geleneksel anla­ mını korudu. İngiliz tanmınm 16. yüzyıldan 19. yüzyıla dek

279

süren toplumsal ve ekonomik dönüşümü sözcüğün kullanım­ larında özel bir güçlük yarattı. Devrim öncesi Fransası ve Rus­ yası'nda olduğu gibi, çoğu zaman öncelikle bu Fransızca söz­ cükle tanımlanan feodal veya yan feodal ilişkiler içinde çalışan küçük toprak sahiplerinden tutun büyük toprak sahibi aris­ tokrasiye neredeyse hepsi, 18. yüzyılın sonlarında İngiltere'de ortadan kalktı ve yerini mal sahibi, kiracı, işçiden meydana ge­ len kapitalist yeni ilişkilere bıraku. Political Register'da, LXX, c. 695 (1830), Cobbett '"peasantry', a new name given to the

country labourers by the insolent boroughmongering and loan­ mongering tribes" [Küstah kent-sömürgeni ya da borç-sömür­ geni kabilelerin kir emekçilerine taktıkları yeni bir ad olan "köylülük" ] diye yazıyordu. Bu dönemden itibaren, İngiliz­ ce'de, peasant ve peasantry ya LITERARY (bkz. bu madde) sözcükler olarak ya da toplumsal tanımda, aslında başka diller­ den alınarak, özellikle Fransızca ve Rusça, kullanılıyordu. Fransızca ve Rusçası taklit edilerek özelleşmiş bir kullanımı da oldu, bu durumda peasant "eğitimsiz" ya da "sıradan" insanlar anlamında -İngilizce'de çok bilinçli ve abartılı- gevşek bir kü­ für sözüydü. Aynı zamanda, başka toplumların, özellikle de Üçüncü Dünya'nın (krşl. DEVELOPMENT) tanımlarında pe­ asantry hala ayn bir toplumsal ve ekonomik grup anlamı taşı­ yor ve peasant'a bazı bağlamlarda hem betimleyici hem de kahramanca devrimci duygu değerleri yükleniyor.

Bkz. COMMON, COUNTRY, EDUCATED, MASSES PERSONALITY [Kişilik] Hepimizin vaktiyle sahip olduğu bir şeydir personality. En es­ ki İngilizce anlamıyla şey değil de kişi olma durumuydu ve bu, 14. yüzyılın sonlarından itibaren, en azından 19. yüzyılın başlarına dek sürdü: "these capacities constitute personality, for they imply consciousness and thought" [Bu yetenekler, bi­ linçlilik ve düşünceyi de içerdikleri için, kişiliği meydana geti­ riyor. ) (Paley, 1802). Günümüzdeki anlamı bu değil, fakat ge-

280

lişimi önemli bir sürecin parçasıdır. Person İngilizce'ye 13.

persone'dan, Latince perso­ na'dan geliyor. Persona da, bir oyuncunun kullandığı maske

yüzyılda eski Fransızca yakmkök

şeklindeki en eski anlamından, oyundaki karakter ve bir kişi­ nin oynadığı role, insanı anlatan genel bir sözcüğe doğru dik­ kate değer bir gelişimden geçti. (Persona'mn psikolojik kulla­ nımı ve personage'da olduğu üzere, çeşitli yanbiçimlerle bu anlamların bir kısmım yeniden ayırdık.) Örtük olan eğretile­ me bize hala kendisini hissettirebilir. Fakat İngilizce'de, per­ son'm oynanan ya da kabul edilen karakteri anlatan kullanım­ ları olduysa da, birey anlamı da bir o kadar eskidir (13. yüzyıl) ve 14 ile 1 6. yüzyıl arasında, özellikle personal sözcüğünde, bugün INDIVIDUAL ve PRIVATE (bkz. bu maddeler) dediği­ miz anlamlan toplamıştır. Latince personalitas'ın özellikle or­ taçağdaki gelişiminde iki anlamı vardı: şey değil de kişi olma niteliği (hem Üçleme hakkındaki tartışmada karmaşık bir te­ rim hem de insanlığı anlatan genelleyici bir terim) ve İngiliz­ ce'ye personalty şeklinde alınan kişisel eşya anlamı. (Buna bağlı bir gönderimin, Fransızca'da çoğunlukla orduya ilişkin tanımlarda

mattriel'den farklı anlamında kullanılan personnel

sözcüğünde izi sürülebilir; 19. yüzyılın başlarında İngilizce'de yabancı sözcük olarak kullanılmış ve 19. yüzyılın sonlarında artık italik yazılmamaya başlamıştır.

Personnel management ifa­

desinde, gerçekten değil de ismen persons olan insan varlığını yönetme anlamını korur; bkz. MANAGEMENT.) Personality'de asıl önemli olan, genel bir nitelikten özgül ya da biricik bir niteliğe doğru gelişmesidir. 1655 yılına ait "for a time he loses the sense of his own personality and becomes a mere passive instrument of the deity" [bir süre kendi kişiliği­ nin bilgisini kaybedip tanrının edilgin bir aracı haline geliyor] cümlesini okursak, yerine individuality'yi geçirebildiğimiz son­ radan gelişmiş olan modem anlamıyla anlarız neredeyse kaçı­ nılmaz biçimde. Fakat bu, ima etmekle birlikte -tam geçiş dö­ nemidir- kesin olmaktan uzaktır, çünkü o düşünme biçimi içinde yerine HUMANITY'yi (bkz. bu madde) de geçirebiliriz. Ancak 18. yüzyılda bireyselleştiren gönderimi çok açık bir ni-

281

telik kazandı. Johnson personality'yi "birinin varoluşu ya da bireyselliği" diye tanımlayacaktı ve farklı kişisel kimliği anla­ tan birçok kullanımı vardı. Belki daha da ilginç olanı, yaşayan kişisel kimlik anlamının ortaya çıkışıdır ki, 1795 yılına ait şu örneği anlamak için zorunludur: "even a French girl of sixte­ en, if she has but a little personality, is a Machiavel" [On alu yaşında bir Fransız kızı bile, azıcık bir kişiliği varsa, bir Mak­ yavel'dir] . Nitelikli kimliği (örneğin "overpowering persona­ lity" (Emerson, 1847) ; "strong personality", "dominant perso­ nality" , "weak personality" vb.) anlatmak üzere gelişen kulla­ nımla görünüşte uyumlu olmakla birlikte, en eski anlamından tamamen kopuk biçimde birisinden "kişiliksiz" diye söz ede­ bilmemizi sağlayan bir boyut kazanır bu. lşte bu yelpazenin tümü hala canlıdır, ama 20. yüzyılda özelleşmiş bir gelişme görülür - çoğu zaman olduğu gibi anlamlı biçimde hem politi­ kada hem de eğlence sektöründe: en sınırlı olan anlamdan ye­ ni bir ad biçimi türer. "Önderlik eden kişilikler" (personages ya da, önceki özelleşmiş kullanımıyla, persons; şimdi dendiği biçimiyle, Very Important Persons - VIP) vardır, ama bir de üstüne basa basa söylenen "Kişilikler" vardı. Bunlar galiba kanlı canlı insanlardan daha iyi tanınıyordur artık, gerçi yaşa­ ma anlamı yakındır. Bu kullanımıyla herhalde çoğu insan "ki­ şilik" sayılmaz. Gelgelelim, bizim de hala bir tür kişiliğimiz var. Bu oluşum "character"ın gelişimiyle karşılaştırılabilir. Character İngiliz­ ce'ye Fransızca yakınkök caracttre, Latince character'den, o da Yunanca'da oyma ya da baskı yapmayı anlatan bir sözcükten geliyordu: kök sözcük yontmak, oymak, çentmek anlamına gelen bir fiildi. Bu anlam alfabenin harfleri ya da diğer grafik simgeler bağlamında sürdü; 14-16. yüzyılda basılı her işareti anlatmak için yaygın olarak kullanılıyordu. Sözcük özellikle yüzü anlatarak eğretilemeli biçimde insanlara uygulandı: "by charactes graven on thy brows" [Alnında oyulmuş karakterin­ de] (Marlowe, Tamburlaine, 1, 1 , ii); "a minde that suites with this thy faire and outward character" [Güzel ve dışadönük ka­ rakterine denk düşen bir akıl] (Twelfth Night, 1 , ii). Bir şeyin

282

NATURE'ım (doğa) (bkz. bu madde) anlatan daha genel bir uygulaması 18. yüzyılın başlarında, birçok ara anlamı olmakla birlikte, tam olarak gelişmiş olan kişilere ilişkin bir başka uy­ gulamayı destekledi: Butler l 729'da şöyle yazacaktı: "there is gerater variety of parts in what we call a character, than there are features in a face" [ Karakter dediğimiz şeyde, bir yüzde bulunacak yüz hattından çok daha çeşitli özellikler vardır. ] ve bu dönemde geçiş açıkça tamamlanmıştı. Ünü anlatan 18. yüzyılın başlarına ait başka kullanımlar (bugün

character refe­

rence [bonservis] dediğimiz türden resmi karakter verme de dahil) da vardı ve güçlü ya da çarpıcı niteliği anlatan, persona­ lity'nin gelişimiyle birbirine sımsıkı bağlı olduğu görülür: "most Women have no Characters at all" [Çoğu kadının hiç karakteri yoktur. ] (Pope, 1 735) ; "men of character" [Karakter sahibi adamlar] ( 1 737) . Character'lerin yazılması, kişilerin bi­ çimsel tanımları ve tahminler 1 7 ve 18. yüzyılda popüler bir edebi uygulamaydı. A personality olarak tanımlamadan önce

a character olarak bir insanı betimlemek mümkün olmuştu; bunu tarihlendirmek kolay değil, ama muhtemelen 19. yüzyı­ lın ortaları. Bu arada, persona'nm ilginç bir yankılanmasıyla, romanlar ve oyunların FICTIONAL [kurgusal] (bkz. bu mad­ de) kişileri 18. yüzyılın ortalarından itibaren

characters diye

tanın'llandı. Hem maskeden hem de işaretten yapılan eğretile­ menin yeniden ortaya çıkması ve de dramatik ya da kurgusal sunum ile özel olduğu kadar gözle görülür bir doğaya sahip olma durumu arasındaki çakışma, çok çarpıcıdır. Astroloji ve eski fizyolojiden gelen ilişkili sözcük disposition, bu özgül gönderimlerini yitirmiş olmakla birlikte, hala daha BELlR­ Ll'dir (bkz. DETERMINED). Fakat personality ya da önceden gözle görülür bir işaret olan

character kesin biçimde, yine bir

mülkiyet nesnesi olarak ve dolayısıyla sergilenebilen ya da yo­ rumlanan bir şey olarak içselleştirildi. Bir anlamda bu, aşın bir mülkiyet bireyciliğidir; daha da ötesi bütün güçlükleriyle bir­ likte bize individual sözcüğünü vermiş olan "bağımsız" ve do­ layısıyla "saygın" varoluşa ilişkin gitgide artan bilincin bir kaydıdır.

283

Bazı anlamlarıyla personality ve character kuşkusuz birbi­ rinden ayırt edilebilir. Canlı olmayı güvenilirlikten ayırarak, birinin "bir sürü kişiliği olduğu, ama karakterinin bulunmadı­ ğı"nı söylediğimizde, ne demek istediğimizi biliriz ya da bildi­ ğimizi sanırız. Characters yaratmış personalities'in private character'ları da daima araştırılır. Bkz. DRAMATIC, HUMANITY, INDVIDUAL, MAN, PRIVATE

PHILOSOPHY [Felsefe] Latince yakınkök philosophia, Yunanca philosophia'dan -bil­ gi/bilgelik sevgisi- gelen philosophy şeylerin ve nedenlerinin incelenmesi ve bilgisi şeklinde anlaşılan en eski ve de en ge­ nel anlamını korumuştur. Farklı zamanlarda, klasik zaman­ dan sonra, Penn'in 1679'da yapUğı türden bir aynına götüre­ bilecek yaygın pratik bilgelik anlamında olduğu üzere, ikincil anlamlar da kazanmıştır: "famous for her Vırtue and Philo­ sophy, when that word was understood not of vain Disputing but of Pious living" [Erdemleri (iffeti) ve felsefesiyle tanın­ mıştı, "felsefe" sözünün içi boş tartışma değil, dindarca yaşa­ ma anlamına geldiği günlerde] . Philosophical'ın taking a phi­ losophical attitude gibi ifadelerde yaygın kullanımı hep bu türdendir ve pratikte genel olarak philosophy'yi resignation [riyazet] ile eşitler. Resmi kullanım, özellikle de üniversiteler­ de philosophy, metaphysical, moral ve natural olmak üzere üç kategoriye bölünmüştü; sonuncu kategori yerini SCIENCE'a [bilim] (bkz. bu madde) bırakmıştır. Bazen insan bilgisi ve uslamlaması olarak philosophy dinden keskin çizgilerle ayrı­ lır: "that no man disseyve you bi filosofie and veyn fallace, af­ tir the tradicioun of men, aftir the elements of the world and not aftir Crist" (Wycliff, 1388) ; özellikle Aydınlanma sırasın­ da, Hannah More'un yorumunda (1 790) fark edilen bir kuş­ kuculukla: "Philosophy. . . (as Unbelief.. . has lately been ple­ ased to call itself) " [Son zamanlarda inançsızlık kendine Fel­ sefe adını vermeye başladı] . Philosophy aynı zamanda, özgün

284

bir tanımla tarif edilen, belli bir düşünce sisteminin de ortak adı oldu. Çağdaş iki İngilizce kullanıma dikkat çekmek gerek. lngilte­ re'de academic philosophy belli bir süre mannk ve bilgi kura­ mıyla kısıtlı kaldı ve philosophy'yi bu anlama özgü tutma ve genel ahlaksal ve zihinsel sistemlerle ilişkisini bir hata olarak görme eğilimi var. Güçlü, ama çok yerel bir alışkanlık bu. Da­ ha yaygın olanı ise, philosophy'yi

managerial

ve

bureaucratic

konuşmalarda gitgide daha çok kullanmak; burada philo­ sophy genel politika anlamına gelebilir, ama çoğu zaman bir işletmenin kendi içindeki kabullerden, hatta süreçlerden de ibaret olabilir: philosophy of selling'den tutun philosophy of motorways ve philosophy of supermarkets'a değin. Ure'in

Philosophy of Manufactures'ma (1835) kadar geriye götürülebi­ lir bu, ama 20. yüzyılın ortalarında yerel bir çizgi için saygın bir isim olarak çok daha yaygınlaştı.

Bkz. SCIENCE

POPULAR [Popüler] Popular başlangıçta bir hukuk ve politika terimiydi, Latince popuk{ris'ten -halka ait olan- geliyordu. Action popular 15. yüzyıldan itibaren herkesin açabileceği bir hukuki dava idi. Popular estate ve popular government, 16. yüzyıldan itiba­ ren, bütün halkın kurduğu ya da ayakta tuttuğu bir siyasal sis­ temi anlatırdı, ama aynı zamanda "aşağı" ya da "alt" anlamı da vardı (krşl. COMMON). "Çok tutulan" ya da "çok beğenilen" şeklindeki başat modem anlamı, pek kaybolmamış, delibera­ tely popular gibi pekiştirilmiş bir anlatımda ortaya çıkan he­ saplama anlamıyla birlikte, güçlü bir beğenilmeye çalışma öğesi içermesi bakımından ilginçtir. Sözcüğün kullanımının kayıtlarını bize bırakmış olan çoğu insan, soruna buradan, ya­ ni tepeden bakmıştır. North'un "more popular, and desirous of the common peoples good will and favour" [Sıradan insanla­ rın iyi niyetini ve sevgisini kazanmak isteyen, daha popüler. . . ]

285

( 1 580) (burada popular durumdan çok hala bir politika teri­ midir) cümlesi gibi yansız kullanımlar ve Bacon'ın "a Noble­ man of ancient Family, but unquiet and popular" [Eski bir Ai­ leden Soylu bir adam, ama sessiz sedasız değil ve popüler] sö­ zü ( 1622) gibi açıkça yerici kullanımlar da vardır. Popularity [popülerlik] 1697'de Collier tarafından "a courting the favour of the people by undue practices" [sırtlanın sıvazlayarak hal­ kın desteğini almak] . Bu kullanım muhtemelen istenmeyen uygulamalarla pekiştirildi: "popular. . . theams" ( 1 5 73) gibi yansız bir gönderime, hiç de istenmeyen bir şeyin çok yaygın olduğu "popular error" ( 1 6 16) , "popular sickness" ( 1 603) ve­ ya "popular disease" ( 1 7-19. yüzyıl) gibi ifadelerden daha az rastlanıyordu. "Çok tutulan" şeklindeki temel bir anlam, 18. yüzyılın sonlarında belirgindir; "çok beğenilen" anlamı ise muhtemelen 19. yüzyıldadır. 19. yüzyılın sonlarına ait bir der­ gi şu gözlemde bulunur: "they have come . . . to take popular quite gravely and sincerely as a synomym for good" [ "popü­ ler"i tam bir ciddiyet ve içtenlikle "iyi"nin eşanlamlısı gibi görmeye başladılar] . Bakış açısındaki değişiklik bu durumda çok açıktır. Popular onların beğenisini ya da bu yolla iktidarı isteyenlerden çok, halkın bakış açısından görülüyordu. Popu­ lar culture [popüler kültür]

halk tarafından değil başkalarınca

tanımlanmıştı ve hala iki eski anlamı taşıyordu: değeri düşük yapıtlar (popular literature [popüler edebiyat] , quality press'den [nitelikli basın] farklı olarak popular press [popüler basın]) ve bile bile beğenilmeye çalışan yapıtlar (democratic jo­ urnalism'den [demokratik gazetecilik] farklı olarak popular joumalism [popüler gazetecilik] ya da popular entertainment [popüler eğlence] ) ; bunların yam sıra önceki anlamların pek çok durumda kuşkusuz çakışabileceği birçok insanın beğeni­ sini kazanan şeklindeki daha modem anlam. Popular cultu­ re'ın halkın kendisi için ürettiği kültür anlamı tüm bunlardan farklıdır. Açıkça Herder'in Kultur des Volkes kavramıyla, 18. yüzyılın sonları, ilgilidir bu ve İngilizce'de folk-culture olarak ortaya çıkan şey (krşl. FOLK) , gerek tarihsel gerekse günü­ müzdeki anlamıyla popular culture'dan farklıdır. Bu anlam

286

yelpazesi, 19. yüzyıla kadar eski anlamıyla siyasal bir terim olan popularize [popülerleştirmek) fiilinde yeniden görülebi­ lir, sonradan bilgiyi herkesin erişebileceği biçimde sunmak bi­ çimindeki özel anlamım kazanmıştır. 19. yüzyıl kullanımları büyük ölçüde istenir türdendi ve 20. yüzyılda istenir anlamı hala canlıdır, ama bazı çevrelerde başat olan güçlü bir "basit­ leştirme" anlamı da vardır. Siyasal tartışmada populism bütün bu çeşitlemeleri somut­ laştırır. ABD'de Popülistler (People's Party), 1892'den itibaren, işçi örgütleriyle kökten bir ittifak içindeydi; gerçi populism ile socialism arasındaki ilişkiler karmaşıktır. Popular [halka ait] çı­ karları ve değerleri temsil etme anlamı günümüze dek gelmiş­ tir, ama çoğu zaman ya (a) "halka öncülük etmek"ten "kaba ve basitleştirici ajitasyon"a kaymış olan demagogy'de [demagoji] olduğu üzere, bunun sağcı eleştirisinin ya da (b) "popular ön­ yargılar"ı istismar eden sağcı ve faşist hareketlere veya sosyalist düşünceleri popular (populist) kabuller ve varsayımlara tabi kılan sol hareketlere ilişkin sol eleştirinin altında ezilir. 20. yüzyılın ortalarında popular song [popüler şarkı] ve po­ pular art [popüler sanat] belirleyici biçimde pop şeklinde kı­ sa4ıldı ve istenilir olanlardan istenmeyenlere bilinen anlam ye­ lapzesi bunun çevresinde toplandı. Kısaltma sözcüğe canlı bir teklifs�lik kattı, ama sözcüğü daha kolayca önemsiz anlamına açık hale getirdi. i>op'un [patlama, püskürme] eski anlamları­ nın bu kullanımla birleşip birleşmediğini söylemek zor: ani bir canlı hareket şeklindeki yaygın anlam pek çok tamdık ve genel olarak hoşa giden bağlamda, kesinlikle uygun duruyor. Bkz. COMMON, CULTURE, DEMOCRACY, FOLK, MASSES

POSITIVIST [Pozitivist, olgucu] Sözcüğün gerçek tarihçesi belirsiz anlamlarından bazıları ko­ nusunda bizi tedbirli olmaya zorlayacak olmakla birlikte, po­ sitivist'in popüler anlamını EMPIRICISM [görgücülük] (bkz. bu madde) ve SCIENTIFIC [bilimsel) (bkz. bu madde) yönte-

287

me ilişkin genel tartışmalardan ayırmak artık neredeyse ola­ naksız. Sözcük Fransızca'ya 1830'dan itibaren Comte tarafın­ dan sokuldu ve İngilizce'de 19. yüzyılın ortalarında sık kulla­ nılmaya başladı. Kökü, sözcüğün yeni gelişen, gerçek ya da fi­ ili varoluş anlamıyla positive'di (en eski kullanımlarındaki "resmi olarak konulmuş" tan -Latince yakınkök positivus, kök sözcük Latince

ponere

"koymak, yerleştirmek"- anlam deği­

şikliği; bu resmi bağlamda "belirli" ya da "kesin" anlamı belli ki sözcüğün "gerçek" şeklindeki anlamına katkıda bulun­ muş) . Comte insan zihninin önce bir teolojik yorum aşama­ sından, sonra metafizik ve soyut yorum aşamasından, olgun bir positive ya da

bilimsel anlayış aşamasına geçtiğini savunu­

yordu; positive anlayış ise yalnızca gözlemlenebilir olgular ve olgularla onların gözleminden çıkarılabilen yasalar arasındaki ilişkilere dayanıyordu, diğer her tür köken, neden ya da amaç araştırması bilim-öncesiydi [pre-scientific] . Bu anlamda, pozi­ tivist geniş ölçüde benimsendi ve çoğu zaman

bilimsel ile bir­

birinin yerine geçebiliyordu. Fakat Comte'ta positivism bir bilgi kuramından ibaret değildi; aynı zamanda bir tarih planı ve toplumsal reform programı idi. Bu daha geniş anlamıyla Positivism, lngiltere'de bilimsel hareketin yanı sıra özgür dü­ şünceye dönük ve radikal bir hareket halini aldı. Aslında, top­ lumu anlamak ve değiştirmekle o kadar çok ilgileniyordu ki, yeterince

bilimsel

ya da

nesnel

olmamakla suçlanmıştı (krşl.

Comte'un icat ettiği diğer önemli sözcük, SOCIOLOGY) . Üs­ telik, Positivism'in bir dalı Pozitivist Kilise'yi kurmak ama­ cıyla ayrılacaktı: yeni

lnsanlık Dini ni. '

Ancak bu kısmi hare­

ketler büyük ölçüde geçmişte kalmıştır. Bundan doğan genel anlam önce

anti-dogmatic -"Positivism, i.e., the representation

of facts without any admixture of theory or mythology" [Po­ zitivizm, yani olguların hiç kuram ya da mitoloji katılmadan temsili] ( 1892)- idi, sonra ise,

deneyselci

ve

bilimsel

yöntem

üzerine genel ve zor bir tartışmanın parçası olarak, büyük öl­ çüde olumsuz ve artık popüler olan naif nesnellik anlamı idi. Tıpkı

bilimsel ve deneysel'de olduğu gibi, güvenilir bilginin öl­

çütünü anlatmak ve meşrulaştırmak üzere artık kullanılma-

288

ması anlamlıdır. Daha doğrusu� buna mutlak bir ölçüt olarak karşı çıkanlar tarafından kullanılıyor esasen. Karşılığında öne sürdükleri şey ise, positivistlerin karşı çıktıları şey, inanç ya da a priori düşünceler değildir. Aksine, positivism'in eleştirisi, olgular konusunun yaygın biçimde fiziksel ölçüm ya da yine­ lenebilir ve doğrulanabilir ölçümle sınırlanması anlamında "gözlemlenebilir olgular" kavramının belirsizliği üstüne kuru­ ludur. Bunun, kendisi salt araç değil aynı zamanda bir olgu olan gözlemcinin konumunu ihmal etmesine ek olarak, bu şe­ kilde "ölçülemeyecek" deneyimler ve sorunları da hesaba kat­ mamakla eleştirilmiştir; dolayısıyla bu, THEORY [kuram] ve SCIENTIFIC (bkz. bu maddeler) yöntemi belli alanlarla sınır­ lı tutar, diğer alanlan salt gelenek ya da kayıtsızlığa maruz bı­ rakırdı. Önemli bir tartışmadır bu, fakat aslında saldırıya uğrayan konumu savunanların pratikte vazgeçtikleri sırada positi­ vist'in merkezi terimlerden biri olarak kullanılmasının sonu­ cu, genellikle gerçek çatışmayı uzakta tutmak, hatta onun ber­ raklaşmasını önlemek olmaktadır. Sözcük bir küfür halini al­ maktadır, ama küfreden yoktur. Yine de gerçek tartışma hala yerinde durmaktadır. Konuların hem çetinleşip hem de açıklı­ ğa kavuşacağı bilimsel üzerine tartışmaya odaklanmanın çok daha rahatsız edici olmasından ibarettir mesele. Bkz. EMPIRICAL, SCIENCE, SUBJECTIVE, THEORY

PRAGMATIC [Pragmatik] Günümüzde pragmatic en çok, özellikle politika ve politikacı­ lar hakkında, bakış açısına göre ya dogmatic [dogmatik] ya da principled [ilkeli] sözcüklerinin karşıtı olarak kullanılmakta­ dır. Pragmatism ile bağlantıları belirsizdir; theoretical [teorik] düşüncenin karşıtı olarak practical [pratik] genellemesinden, 19. yüzyılın sonlarından bu yana Pragmatism olarak bilinen belli bir felsefi kurama yaptığı az çok bilinçli bir göndermeye kadar geniş bir yelpazeye yayılır. Dolayısıyla da THEORY

289

(bkz. bu madde) ve practice kavranılan çevresindeki karmaşık dilsel öbeğe ilginç bir örnek oluşturmaktadır. Pragınatic 16. yüzyılda İngilizce'ye (önce isim halinde prag­ matic, sonradan sıfat halinde pragınatical ile) şu anlamlarda girmiştir: (i) devlet hükmü; (ii) iş adamı ya da acentası, Latin­ ce kök sözcük pragmaticus, -ticarete yatkın, sonradan devlet sorunlarıyla ilgili, Yunanca pragmatikos -ticarete yatkın (kişi-, Yunanca kök sözcük pragma - bir ticaret eylemi ya da mesele­ si. (Eski İngilizce bisig'den (meşgul) gelen business'm endişe­ den hırsa, ciddi bir meşgale sahibi olmaya kadar uzanan geniş bir anlam yelpazesi vardı. Ancak bunlardan çok azı, daha çok belli kalıplarda, hayatta kalmıştır, çünkü sözcüğün ticaret yap­ ma ve satış anlamında özelleşmesi ilk 17. yüzyılda belirginleş­ miş ve 19. yüzyılda normalleşmiştir.) (i)'in kullanımı seyrek­ leşmiş ve belirli tarihsel göndermelerle kısıtlı kalmış olsa da, pragmatic'in eski kullanımları kendini korumuştur. 1 7. yüz­ yılda sıfat biçimi, (iii) pratik ve kullanışlı - 'not a curious and idle knowledge... but a pragmatical knowledge, full of labour and business' [tuhaf ve verimsiz bir bilgi değil... emek ve işle daha pragmatik bir bilgi] (1597) -ve (iv) lafa karışan, müna­ sebetsiz, iddiacı- 'pragmatic medling people' [pragmatik mü­ dahaleci insanlar] (1674) anlamlarını kapsayacak biçimde ge­ nişlemiştir. (iv)'ün ilginç bir yan ürünü (v) sabit fikirli, dog­ matik anlamı, genelde 17. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar kulla­ nılmıştır: 'a pragmatical peremptory way of delivering their Opinions' [ Görüşlerini yaymanın pragmatik, kesin yolu] (1704) ; 'a strong contrast to the pragmatic Cobbett was the amiable, indolent, speculative . . . Mackintosh' [pragmatik Cob­ bett'in tam karşıtı sevecen, sorunsuz ve düşünceli. . . Mackin­ tosh idi] (1872) idi; 'irrelevant and pragmatic dogmatism' [il­ gisiz ve pragmatik dogmatizm] (1872). Sonra 19. yüzyılda bir başka anlam (vi) , Almanca'dan Pragmatismus ve pragma­ tisch'den geçen ve neden-sonuç ilişkilerine özel göndermeler yaparak tarihi sistematik incelemeyi anlatan anlamıdır. Bu anlamlar artık şaşırtıcı gelmekte ve 20. yüzyıl gelişimi iz­ lenememektedir. Anlam (iii) hala kullanılıyordu ve 19. yüzyı-

290

im bazı kullanımlarında sadece pratik beceri değil, sağgörülü­ lük ve uygulanabilirlik gibi anlamlan da içermekteydi: 'politi­ cal and pragmatical wisdom' [siyasal ve pragmatik bilgelik] (1822). Bu arada 1870'lerden itibaren, Amerikalı filozof Peir­ ce, pragmatism'i bir mantık yöntemini anlatmak için kullandı: "güç sözcüklerin ve soyut kavramların anlamını ortaya çıka­ ran bir yöntem" (Collected Papers of Charles Sanders Peirce, V, 464; 1931-5). Yöntem, "kavram nesnemizin sahip olduğunu idrak ettiğimiz, muhtemelen pratik ürünleri olan, etkilerini incelemek"ti. . . "Etkilerini kavramamız, nesneyi kavramamızın tamamını oluşturur" (a. y., V, 2). Bu anlamaya yönelik bir yön­ temdi, (sonradan Wılliam ]ames'in yaptığı Pragmatism savu­ nusunda olduğu gibi) doğrulamaya yönelik değil. Pragma­ tism'in çok karmaşık olan tarihi boyunca başat vurgu "olgula­ ra bağlı kalmak" ve bir düşünce ya da eylemden "hangi dene­ yimler dizisinin doğduğunu görmek" üzerineydi. Terimi bu bağlamda sunan Peirce'in olguları anlama sorunlarına, dolayı­ sıyla da sorunsal olarak bilgi ve dile daha fazla vurgu yapmış ölması ironiktir. Peirce'ın sorduğu soruların sıradan bir prag­ n'ıatist'i izlediği yolda ortada bırakacağı kesindir. Fakat, "olgu­ lara. ve pratik sonuçlara dikkatini yöneltme felsefesi"nin popü­ lerleştirilmiş versiyonunun (iii)'teki pohpohlayıcı tanımlara bağlı' olduğu bir anlam daha var; gerçi anlam açıkgözlü, dala­ vereci siyasal hesaplar anlamına gelen "mümkün olanın sana­ tı" anlamına' indirgendiğinde bu bağlantı geçerliliğini kaybet­ miştir. Bu sonuncusu, theory, principle ve hatta tutarlılık için en popüler indirgeyici sözcük olan dogmatic ile ayrımı aracılı­ ğıyla hala meşrulaştırılmaktadır. Bu düzeyde felsefi konumla ilgili tüm çağrışımları aslında yanlıştır. Ancak sözcüğün bu ka­ dar yaygın kullanılması ve anlam (iv) ile (v)'ün kaybolmuş ol­ ması ilginçtir. Bir sözcüğün kat edebileceği tüm mesafe de, herhalde "pragmatik Cobbett"den bugünün "pragmatik politi­ kacısı"na kadar olan mesafeden daha fazla değildir. Yine de sözcük, unprincipled [ilkesiz] ve timeserving'e [fırsatçılık] de­ ğerli bir alternatif sunması bakımından faydalıdır, özellikle de bir dizi inanç iddiasında bulunan, ama baskı altında, bunları

291

ihmal etmek, bir yana bırakmak ya da ihanet etmeye karar ve­ ren, ama bunu zeka ve yetenek gösterisiyle yapan siyasal hare­ ketlerde.

Bkz. DOCTRINAIRE, THEORY

PRIVATE [Özel] Private halen karmaşık bir yapıya sahip bir sözcük olmakla birlikte, sıradışı tarihsel yeniden değerlendirilmesinin büyük bir kısmı tamamlanmıştır. İngilizce'ye Latince'den yakınkök privatus'tan -toplum yaşamından çekilmiş anlamında- o da Latince kök sözcük privare den -mahrum etmek, yoksun bı­ '

rakmak (İngilizce'de

deprive bu güçlü ilk anlamını korumuş­

tur)- geçmiştir. ( 14. yüzyılda) münzevi mezheplere ve 1 5 . yüzyıldan itibaren, bugün private soldier [özel asker] ve (Par­ lementoda) private member'da [kabine üyesi olmayan millet­ vekili] hala görüldüğü gibi, resmi ya da kamu memuriyeti ve­ ya rütbesi olmayan kişilere uygulanmıştır. Hem politikada hem de private parts'm [mahrem bölgeler] cinsel anlamında, gizli ve saklı anlamlarını kazanmıştır. Aynı zamanda public'in [halka ait, kamusal] geleneksel karşıtı olan bir anlam da ka­ zanmıştır (ki bu geçişin en önemli anlarından biri olmuştur); private house, private education, private theatre, private vi­ ew, private hotel, private club, private property gibi. Aslında bu kullanımların her birinin taşıdığı temel anlam privilege [ay­ rıcalık] idi; kısıtlı erişim ya da katılım, yoksunluk olarak değil de bir avantaj (krşl.

exclusive) olarak görülüyordu. Bu istenilir

anlamı, temel olarak 16. yüzyıldan itibaren ortaya çıkmış ve privation [mahrumiyet, yoksulluk] geçmişten gelen yoksun kalmış anlamını, privateer [özel kişilere ait olup düşman ge­ milerine saldırma yetkisi olan ticaret gemisi] başkalarının mülkiyetini gaspetme şeklindeki eski anlamını (köken olarak private man of war gelerek) korurken, 19. yüzyılda gelişmeye devam etmiştir. Bu sırada privilege, private'a yolunda eşlik edi­ yordu; Latince aslında,

292

privilegium, bir bireyin lehine ya da

aleyhine olan yasa ya da hüküm demek olan sözcük, özel bir avantaj ya da faydaya dönüşmüştür. Ancak private'taki bu genel yönelim (privelege ile olan ba­ ğı) daha önemli bir yönelimle birlikte düşünülmelidir; "withd­ rawal" [çekilme] ve "seclusion" [inziva] sözcüklerinin yerini anlamsal olarak "independence" [bağımsızlık] ve "inti­ macy"nin [mahremiyet] alması. Bunun tarihini belirlemek hiç kolay değil. Ridley'de (1549) olumlu bir kullanım görüyoruz: "the privits of my hart and consciance". Önemli ya da güçlü bir kişiyle kurulan ayrıcalıklı yakınlık şeklinde yaygın bir an­ lamı vardı ve bu private friends'de [özel arkadaş] olduğu gibi gelişmiş bir artniyetli olmama anlamıyla çakıştı. 1 7. ve özellik­ le 18. yüzyıllarda sakin bir yaşam anlamında inziva, privacy [mahremlik, gizlilik] olarak değerlendirilirdi ve bu yalnız kal­ ma anlamının ötesine geçip onurlu ve saygın bir içe kapanış ve privacy of my family and friends [ailemin ve arkadaşları­ mın özel hayatı] anlamlarına, bunların da ötesinde private li­ fe'm [özel hayat] genel değerlerine doğru gelişmiştir. Bu geli­ şim, INDIVIDUAL ve FAMILY (bkz. bu maddeler) anlamların­ daki değişimle yakından ilintilidir. Private life halen public life'dan farklı olarak ('özel yaşamın­ , da olduğu şekliyle') eski anlamını korumaktadır, ancak en çok tercih edilen terimler olarak, şu anda başat görünen anlamı, private'm personal [kişisel] ile değişmez bağlantısıdır. Kimi bağlamlarc4 sözcük hala olumsuz anlam alabilir -private pro­ fil [kişisel çıkar] , private advantage [kişisel avantaj ]- ancak kişisel bağımsızlıkla kurduğu bağlantı, büyük anonim şirketle­ rin private enterprise [özel girişim] (burada halktan değil, devlet'ten ayırt edilmektedir) olarak alışılmadık biçimde ta­ nımlanmasına izin verecek kadar kuvvetlidir. Private, olumlu anlamlarıyla, burjuva yaşam anlayışının meşrulaşmasının tanı­ ğıdır: diğerlerinden (the public), pratikte geçerli olmasa da, ko­ runabilmeye ve ayrı yaşamaya ilişkin en üst genelleştirilmiş ayrıcalık; "onlara" karşı sorumluluk; ve buna bağlı genel ya­ kınlık ve rahatlığın kazanımları. Bu şekilde ve özellikle

bi­

rey'in haklan (özel hayatına ya da tamamen farklı bir gelenek-

293

le sivil özgürlüklerine) ve aile ile arkadaşların değerli samimi­ yeti [intimacy] anlamlarında katı burjuva bakış açısının dışın­ da oldukça kabul görmüştür. Bugünkü karmaşıklığının asıl nedeni budur.

Bkz. COMMON, FAMILY, INDIVIDUAL, PERSONALITY, SOCIETY, UNDERPRIVILEGED PROGRESSIVE [ilerici, ilerlemeye ilişkin] Siyasal bir tanımlama olan progressive nispeten yeni sayılır. 19. yüzyılın ortalarında teolojik tartışmalarda belirdiyse de, prog­ ressist [ilerici] sözcüğünün oluşumuyla birlikte politikada da­ ha önce görülmüştü: "socialists ve progressists" (1848) ; "doğal ve kaçınılmaz iki parti... muhafazakarlar ve ilericiler' ( 1856). Karşıt terim, 14. yüzyıldan beri koruyuculuk ve koruma genel anlamlarında kullanılıyor olmasına rağmen, conservative [mu­ hafazakar] sözcüğünün kendisinin de siyasal anlamdaki kulla­ nımı o dönemde yeniydi, conservatory'nin ise politikadaki kul­ lanımı daha eskilere dayanır. Conservative'in siyasal kullanımı­ nın dolaşıma girmesi genelde Croker'la başlatılır ( 1830): 'Tory denen, daha uygun bir biçimde Muhafazakar denebilecek par­ ti". Sonradan yaygın olarak resmi ve gayri resmi siyasal tartış­ mada kullanılmaya başladı ve 19. yüzyılın ikinci yarısında daha genel tutumları tanımlamak üzere genişledi. Progressist ve progressive bu tartışmada doğal karşıtlar olarak yerlerini aldı­ lar. Disraeli şöyle yazacaktı ( 1 844) : "Conservatism discards Prescription, shrinks from Principle, disavows Progress" [Mu­ hafazakarlık Emir'i bertaraf eder, tlke'den çekinir, tlerleme'yi in­ kar eder] . 1880'lerden itibaren Progressive'ler belediye politika­ sı içindeki genelde Liberal olan bir gruptu: "Liberal olmayan tlericiler vardı ama... tlerici olmayan Liberal yoktu" (Rosebery, 1898). 20. yüzyılda progressive sadece genel konum ve partile­ ri anlatmak üzere değil, belli siyasi tutum ve yönelimleri de be­ timlemek üzere gittikçe genişledi. Böylece progressive conser­ vatism [ilerici muhafazakarlık] duyulmaya başladı.

294

Progressive'in karmaşık bir sözcük oluşu belli tartışmaların zorluklarından epeyce farklıdır, çünkü progress [ilerleme] sözcüğünün karmaşık tarihsel sürecine önemli bir biçimde bağlıdır. Bu sözcük İngilizce'de 15. yüzyıldan beri yer almış, Latince yakınkök progressus'tan -ileri gitme- kök sözcük pro -ileri- ve gradi'den -adım atmak sözcüğünün geçmiş zaman ortacı- gelmiştir. tık kullanımı fıziksel yürüyüş, yolculuk ve ilerleme iken, sonraları gelişen bir dizi olayı anlatmak için kullanılmaya başladı. lleri hareket ve art arda gelen dizi an­ lamlarında illa ideolojik bir içerim olması gerekmez; tıpkı gü­ nümüzde, hastalığın ilerleyişi kullanımında gördüğümüz gi­ bi. Kesin olarak kastedilen şey fark edilebilir bir ardışıklık ol­ duğudur. Diğer taraftan tam da bu anlamların -ileri gitme ve fark edilebilir ardışıklık- kurdukları yakın bağ, CIVILISATI­ ON ve HISTORY (bkz. bu maddeler) özellikle 18. yüzyılda ye­ ni anlamlarına kavuşurken, sözcüğün seçilmesini doğallaştır­ dı. The Pilgrim's Progress'de Bunyan ( 1 678) , 1 7 . yüzyıla ait yolculuk şeklindeki birincil anlamını tespit etti, ancak başlığı­ nı sonlandırdığı şekliyle, "bu dünyadan gelecek olan dünyaya doğru" , kolayca fark edilen bir kader ve gelecek (ve özellikle gelecek'te ayırt edici bir yere sahip olacaktı bu) anlamlarını ba' rındınyordu, sonradan bu dünyevileştirilerek yepyeni bir içerik l\azanacaktı. Anlamın bazı sınırlı metinlerden çıkıp anah­ tar biÇimde özelleşmesi, hareketi kötüden iyiye doğru giden bir şey olaı:?k anlamaya bağlıydı. Progress'i CIVILIZATION ve IMPROVEMENT (bkz. bu maddeler) düşünceleriyle yakın ilişki içinde genel bir düşünce olarak üreten bu "hareket"in fark edilebilir tarihsel bir model olarak soyutlaştınlmasıyla ol­ muştur. Bunun gözle görülür ve fark edilebilir genel bir tarih­ sel hareket olduğu yolundaki yeni düşünce, özellikle Aydm­ lanma'nın Evrensel Tarihleri'nde soyutlaştırmayı tamamlamış­ tır. Daha yüksek formlara doğru gelişme içkin ilkesinin birin­ cil anlama sahip olduğu EVOLUTION [evrim] (bkz. bu mad­ de) düşüncesinin gelişmesiyle bu anlam daha fazla destek buldu. l 742'de Young, progress'i iyileşme anlamında kullana­ caktı:

295

Nature delights in progress; in advance From worse to better; but when minds ascend, Progress, in part, depends upon themselves. [Doğa gelişmeden, zevk alır Kötüden iyiye doğru ilerlemekten; ancak akıllar yükseldikçe, tlerleme, onlara yaslanır kısmen.] Ancak bu bile içkin toplumsal ve tarihsel ilerleme sürecinin soyutlaştınlmasından farklıdır. 18. yüzyıla dayanmasına rağ­ men Progress düşüncesinin, tarihsel bir yasa olarak ('ilerleme durdurulamaz'), asıl gelişimi 18. yüzyılın ikinci yansı ve 19. yüzyıldaki siyasal ve endüstriyel reformlara bağlıdır. llginç olan, bu değişimlerin karışık nitelikleri dolayısıyla Prog­ ress'in, sadece muhafazakar ya da metafiziksel konumlardan değil, tarihte farklı ve çelişik hareketler görenler tarafından da sorgulanması ya da reddedilmesidir ki, bu da Progress'in ev­ rensel toplumsal veya tarihsel yasa olarak soyutlanmasını iDE­ ALiST (bkz. bu madde) kılmışur. 20. yüzyılda, iyileşme önce­ likli anlamını korumuş, ancak onu sadece değişim olarak ka­ bul eden daha önemli (ve de ironik) bir anlamı da olmuştur: eski anlamıyla, bir eğilimin belirgin aşamalarla ilerlemesi. Her­ hangi bir progress tamamıyla farklı ölçülere göre onaylanabi­ lir ya da reddedilebilir bu durumda. Progressive politikada zor bir sözcük olmuştur, çünkü ar­ dında bu tarih yatar. Hala muhafazakar sözcüğünün karşıtı olarak kullanılabilir; yani değişime açık ve değişim yandaşı olan kişiyi anlatmak için. En genel ve gelişen anlamıyla tüm partilerin önerilerini niteleyen bir sıfat olmuştur. Buradaki önemli karmaşa bir taraftan terimin, progressive-minded pe­ ople'da [ ileri görüşlü insanlar] olduğu üzere Sol hakkında (Sol'un belli kısımlan tarafından) kullanılması, fakat diğer ta­ raftan da "ılımlı ve düzenli" değişimin taraftarlarını ayırt et­ mek için kullanılmasıdır (tıpkı REVOLUTION [ devrim] karşı­ tı olarak EVOLUTION [evrim] gibi (bkz. bu maddeler)) . Bu ikincisinde belli bir yönde adım adım yapılan durgun bir yol-

296

culuğa gönderme yapılır, "ilerici ama sosyalist olmayan bir parti" ya da "Muhafazakarlık düzenli ilerleme'dir; asıl ilerici parti biziz" gibi. Tüm siyasal eğilimlerin kendini artık ilerici olarak sunmak istemesi kesinlikle çok anlamlı, ancak sözü ge­ çen nedenlerden dolayı, artık tanımlayıcı olmaktan çok, ikna edici bir terim haline gelmiştir. Bkz. CIVILIZATION, DEVELOPMENT, EVOLUTION, EXPLOITA­ TION, HISTORY, IMPROVE, REACTIONARY, REFORM, REVOLU­ TION

PSYCHOLOGICAL [Psikolojik] 16. yüzyılda Almanya'da Latince psychologia'dan yeni bir de­ yim türedi. Yunanca'daki psyche -nefes, ruh- Latince'de mane­ viyat, ruh, akıl (krşl. Latince anima - hava, nefes, yaşam, ruh) olarak gelişmişti. Almanca'da başlangıçtaki kullanım, psycho­ logia anthropologica, sive animae humanae doctrina idi ve bu in­ san ruhuyla aklının bilimi anlamında Fransızca üzerinden 17. yüzyılın ilk yansında Ingilizce'ye psychology olarak geçti. Ilk an!amı ruhlara dair öğretiydi (Fransızca'da hayaletlerin bilimi . şeklinde bir anlamı vardı) . Empiric psychology [ampirik psi­ koloji] daha modem bir anlamla, 1 732'de Almanca'da Wolff tarafından tanımlandı ve bu kullanım, Hartley tarafından 1748'de lngi�izce'ye alındı. Yine de 19. yüzyıldan önce çok faz­ la kullanılmış değildir. Psychological [psikolojik] ilk 1 794'te kaydedilmiştir: "psychological unity we call the mind" [akıl adım verdiğimiz psikolojik birlik] . 1812'de Almanca'dan bir referansla D'Israeli tarafından da kullanıldı. 1818'de Shakespeare'in "iki yönte­ mi... Psikolojik. .. Şiirsel" arasındaki ayrıma dikkat çeken Co­ leridge, "bu insolens verbum kullanımı için özür. . . " diler: "ama bu dilimizin çok ihtiyaç duyduğu bir sözcük. insan Zihninin Felsefesini ifade edebilecek tek bir sözcüğümüz yok." Bütün bu kullanımlar sözcüğün sonunda ulaştığı asıl anlamından uzaktı. Psychological hala psychology'den türemiş özgül bir

297

sıfattır: 'psikolojik araştırma', vs. Ancak belki psikoloji ekolle­ rinin etkisiyle, bir de bize PERSONALITY [kişilik] , PRIVATE [özel] ve SUBJECTIVE'in [öznel] (bkz. bu maddeler) modem anlamlarını kazandıran daha genel bir oluşumla bağlantılı ola­ rak, psychological iki farklı anlam kazandı: (i) 'içsel' duygula­ ra ait; (ii) karakter ve davranışın bu bakış açısından görülme­ si. Psychological moment'da olduğu gibi üçüncü bir anlamı yaklaşık 1870'ten itibaren, bir eylemin özellikle başkalarının ahlak ve duygularına etkisi bağlamında yaygındı. Açıkça görülüyor ki, bilimsel kullanımları dışında, psycho­ logical normalde Coleridge tarafından tanımlanan kapsamı, yani bir bütün olarak insan zihnini anlatmıyor. "Akıl', "idrak" ya da "bilgi"den çok, "duygu"ya dair olan zihin alanı diye dü­ şünülen şeyi ifade ediyor (krşl. UNCONCIOUS) . Psychologi­ cal reasons [psikolojik nedenler] kolay anlaşılır, bu sadece bu nedenlerin psychology temelli olmasından değil (başkalarının duygularını ve karakterlerini anlamak şeklinde görece daha genişletilmiş anlamı dışında) , aynı zamanda varsayılan bu ala­ na gönderme yaptığı içindir. (Burada sociological [sosyolojik] ile ilginç bir karşılaştırma yapılabilir; 20. yüzyılın ikinci yan­ sından itibaren sociology'den türeyen kuramları ve durumları açıklamaktan çok, social'ın [toplumsal] bir biçimi olarak kul­ lanılmıştır: "bu grevdeki sosyolojik etkenler" . SOCIETY [top­ lum] ve INDIVIDUAL [birey] (bkz. bu maddeler) arasındaki geleneksel ayrıma göre genelde sosyolojik etkenler toplumsal ve psychological factors [psikolojik etkenler] ise bireysel'dir. So­ cial, sociological'ın bu popüler kullanımına bir alternatif olarak kalsa da, psychological için böyle basit bir alternatif yoktur; psychic ve psychical'ın [psişik] , psyche [psike] ve psycho­ logy'nin eski kullanımlarından kalma çok farklı anlamlan var. Benzer bir oluşum da, technical denmek istenen yerlerde kul­ lanılan technological'dır: technology'ye dair şeylerden çok, 17. yüzyıl -sanat ve zanaat çalışmaları, teknik terminoloji- sonra­ lan, temel olarak 20. yüzyılda, uygulamalı bilimsel ve endüst­ riyel bilgi ve yöntemlerin tümü, technique'e dair olan şeyler (funanca tekhne - sanat ve zanaat, 1 7. yüzyılda ise technical

298

anlamında; 19. yüzyılda

technique -sanatta yöntem, sonralan

genel olarak yöntem-) . Psychology ve psychological için, akademik ve bilimsel ba­ kış açılarından konulan çekinceler ne olursa olsun, şu anda baskın olan "duygu" ve "karakter" sorunlarına yaptığı gönder­ medir. Bu anlamda başka bir sözcükler kümesine girer: perso­

nality, subjective, individual, sensibility ve bazı sonradan gelişen art [sanat) , interest [ilgi) , creativity [yaratıcılık) .

anlamlarıyla

Bu önemli kültürel oluşumla psychology'nin daha sınırlı an­ lamlan arasındaki gerilim, farklı bir düzeyde; deneysel fizik çalışmalarından tutun kişilerarası ilişkilerin deneysel incelen­ mesine (social ve industrial psychology'de özelleşmiş uygula­ malarıyla) , birçoğu bizzat bu oluşumda yer alan anahtar söz­ cüklere dayalı hem tedaviye dönük hem de felsefi türden öğre­ tilere ve pratiklerine kadar uzanan çok tartışmalı kapsamıyla bizzat psychology içinde, kendini yineler. Karakteristik olarak psychology'nin sınırlı anlamı bu değişken eğilimler arasında karşılıklı olarak reddedilir. En genel anlamın önemli bir etkisi, psychological'm belli kullanimlarında kendini gösterir: özellikle psychological re­ alis:\11 [psikolojik gerçekçilik) ve psychological novel [psiko­ lojik roman) . Ayrılabilir ya da en azından açıkça aynını yapıla­ bilir bir içsel dünya kabulü olmasa, bu içsel dünya'da duygu, ilişki v� etkinlik süreçleri "kendi içlerinde" tanımlanabilir ve bu süreçler öqcelikli olarak kabul edilip, dış dünya -doğa ya da

toplum- ikincil ya da zorunsuz şeklinde kabul edilmeseydi; bu terimler bulunamaz, hala da akla uygun biçimde kullanıla­ mazdı. The psychological ve

the social arasındaki şu anda ge­

leneksel olan aynın, bir bütün olarak bu oluşumun en önemli işaretlerinden biridir.

Bkz. BEHAVIOUR, PERSONALITY, PRIVATE, SENSIBILITY, SOCI­ OLOGY, SUBJECTIVE, TECHNOLOGY, UNCONSCIOUS

299

R RACIAL [lrksal] Race [ırk] 16. yüzyılda İngilizce'ye Fransızca yakınkök

race,

İtalyanca razza'dan geçmiştir. Daha önceki kökenleri bilinmi­ yor. Önceki kullanımlarında bir dizi anlamı vardır: (i) "blood" [kan] ve 14. yüzyıldan itibaren eski İngilizce stoc -gövde ya da kök- sözcüğünün genişletilmiş eğretilemesi olarak kullanılan, eşanlamlısı "stock"ın [soy] önceki kullanımlarında olduğu gi­ bi, soyun devamı anlamında nesil -"race and stock of Abra­ ham" [lbrahim'in soyu ve nesli] (1570)-; (ii) bitki (1596) ve hayvanların (1605) cins ya da türleri;

(iii)

genel sınıflandırma,

"human race" [insan türü/soyu] (1 580) gibi; (iv) , (i)'in anla­ mından genişletme ve izdüşümlerle ve (ii)'nin etkileriyle, bir grup insan - "the last Prince of Wales of the Brittish race" [Britanya soyunun son Galler Prensi] (1600). Bu anlam yelpazesi devam etmiştir, ancak (i)'in etkileriyle birlikte (iv)'ün anlamından dolayı, ve özellikle de anlamı göre­ ce kolay olan (ii) ve (iii)'ün çakışması ve karışması ile sözcük sorunlu hale gelmiştir. Race sımflandıncı biyolojide hem

ge­

nus hem de species ile yan yana kullanılmıştır, ama bütün zor­ luklar türün içindeki bir grubu belirtmek için kullanılmaya

başladığında ortaya çıktı, "insan ırklan"nda olduğu gibi. Bir düzeyde bu "kan" ve "soy"un eski anlamlarından türemekte­ dir, ancak takip edilebilen özgül bir soy anlamından çıkarak, çok daha geniş toplumsal, kültürel ve ulusal grupları içine ala­ cak biçimde genişletilmiştir. Bununla beraber, başka bir dü­ zeyde, Blumenbach'ın ( 1 787) ciddi fiziksel antropolojisi, in­ sanlar arasında geniş farklılık gösteren grupların izini sürüyor­ du; Blumenbach'ın sınıflandırması daha çok kafatası ölçümle­ rine dayanıyor ve Kafkaslılan, Moğolları, Malayalılan, Etiyop­ yalıları ve Amerikalıları (Kızılderili) birbirinden ayırıyordu; aynı zamanda deri rengini de hesaba katıyordu -beyaz, san, kahverengi, siyah, kızıl. Bunu, insanlık-öncesi ve başka insan-

300

sı türleri de içeren, ancak "asıl insanlar"ın ortaya çıkışıyla ke­ sinlikle tek bir tür olan insanoğlu içindeki farklılıkların izini süren daha karmaşık fiziksel antropoloji sistemleri takip etti. 19. yüzyılda, bu ciddi bilimsel çalışma, toplumsal, siyasal düşünce ve önyargılardan gelen başka düşüncelerle iyiden iyi­ ye karıştı. "Ari ırk" (Sanskitçe Aryan'dan -soylu- genişletile­ rek, 19. yüzyılın başlarından itibaren, karşılaştırmalı dilbilim tarafından kurulmuş Hint-Avrupa dil "aile"sini ya da, daha kı­ sıtlı olarak, bu "aile"nin Hint-Iran sınıfını tanımlamak için yaygın biçimde kullanılmıştı) düşüncesini ortaya atan Gobine­ au'nun Essai sur !'inegalite des races humaines [insan ırklarının eşitsizliği üstüne deneme] (1853-5) bir dönüm noktası oldu. Dilsel olandan fiziksel (racial) gruba geçiş, özellikle de Gobi­ neau'da olduğu gibi, an bir soy, bunun içinde "Kuzey Avrupa ırkı"nın üstünlüğü düşüncesi, sonra da doğuştan gelen racial eşitsizlikler anlayışıyla birleşince, çok yanıltıcı bir hal aldı. As­ lında racial'm İngilizce'de kullanılmaya başlanması, 19. yüzyı­ lın ortalarından itibaren olmuştur. Bir de "Sosyal Darwinizm" olarak- anılacak düşüncelerin etkisi kendini gösterdi. Bu görü­ şe 1 göre, yaşamını devam ettirmek için rekabet ederek savaş vermek ve "en uygun olanın hayatta kalması" şeklindeki ev­ rim düşünceleri, türler arası ilişkilere ait olan biyolojik kayna­ ğından' genişletilerek, tek bir tür, insan içindeki toplumsal ve siyasal çatışma ve sonuçlara uyarlanmıştır. Race ile bağıntılı olarak bu en'·etkin biçimini, "iyi döl üretimi" anlamında Yu­ nanca köklerden 1883'te Galton tarafından türetilen eugenics [ öjenik, insan ırkının kalıtım yoluyla ıslahına çalışan sözde bi­ lim dalı] ile aldı. Eugenics'in bazı dallarında hem class [sınıf] hem de racial üstünlük düşünceleri gitgide yayılmış; değişken kalıtıma ilişkin bilimsel kanıtlar da, "an ırksal soy" ve kültürel olarak edinilmiş özelliklerin (Galton bunu reddetmiştir) kan ve soyla birlikte kalıtımına ilişkin bilim-öncesi anlayışlarla ka­ rıştırılmış ve çoğu zaman da bu anlayışların altında ezilmiştir. Irksal üstünlüğe dair kalıtım öğretisi, kaba biçimlerinde, siya­ sal egemenlik ve özellikle IMPERIALISM (bkz. bu madde) dü­ şüncesiyle etkileşim içindedir. "Distinctions of race-character

301

in goveming (Negroes)" [ (Zencileri) yönetmede ırk karakteri­ ne ilişkin ayrımlar] ( 1866) sözündeki kullanımım bulmak çok olağandır. "Anglo-Saxon" ve "Alman" ırklarının (sonradan birbirleriyle 'ulusal' bir çatışma içinde olacaklardı) sözde tarih­ sel görevleri büyük ölçüde artmıştı. Böylece racial çevresindeki sözcük grubu, race çevresindeki daha eski sözcük grubundan fiilen ayrıldı, gerçi grupların hiç­ bir zaman tam olarak ayrılamayacakları çok açıktır. Racialism [ırksalcılık] sözcüğü 20. yüzyılın ilk yıllarında ortaya çıktı; ra­ cialist [ırksalcı] ilk defa 1930'da kaydedildi. Bu sözcükler ırk üstünlüğü veya aynmcılık savunucularının görüşlerini veya eylemlerini anlatan neredeyse hep muhalif sözcüklerdir (son yıllarda daha çok racism [ırkçılık] ve racist [ırkçı] olarak kı­ saltıldı ve sonrasında hep muhalif oldular) . Kalıtım ve insan türleri arasındaki çeşitliliğe ilişkin bilimsel araştırmanın hala çok önemli ve üretken olduğu fiziksel antropoloji ve GENE­ TICS'te (bkz. bu madde) kullanılmaya devam ederek, sözcük­ ler belli ölçüde bir orta yol buldular. Race-hatred [ırka dayalı kin] terim olarak ilk 1882'de kul­ lanıldı, gerçi Macaulay'm "ırk düşmanlığını lngiltere'den daha ileri götüren hiçbir ülke olmamıştır" (1849) ifadesini de kay­ detmek gerekir. Modem toplumsal ve siyasal anlamlarıyla ra­ ce'in taşıdığı bulanıklığın, başıboş ve zarar verici etkisine yol açtığı çok açıktır. Sınıflandırma açısından çok farklı olan grup­ lara ilişkin olarak kullanılmıştır: Yahudiler (en genel bağlam­ da, kültürel olarak özgül Avrupalılar ve Kuzey Amerikalılar) , Amerikalı siyahlar (Birleşik Devletler'in heterojen nüfusunda karışık bir azınlık) , "Doğulu"lar ("San Tehdit" algılamasında olduğu gibi) , "Batı Kızılderililer" (coğrafi kökenle tanımlanan karışık bir nüfus, ama bunun uygulanılabilirliği geçtiği halde, terim varlığını sürdürmü ş ) ve başka açılardan, "Ari" (Hint-Avrupa) kabulünün son sınırlarına kadar dışlayıcı bi­ çimde genişletildiği hem lrlandalılar hem Pakistanlılar. Fizik­ sel, kültürel ve toplumsal-ekonomik farklılıklar ele alınıp, yansıtılıyor, genelleniyor ve öyle karıştırılıyor ki, farklı türden yanbiçimler birbirinin yerine geçiriliyor ya da birbirini içerim-

302

liyor. Genelde bunu takip eden ya da karışıklıklarla akılcılaştı­ rılan önyargı ya da acımasızlık, kendi başlarına kötü olmakla kalmaz; bunun yanı sıra, insan farklılığı ve mevcut toplulukla­ rın (önyargısızca) algılanmasında gerekli olan dili derinleme­ sine karmaşıklaştırır ve belli alanlarda tehdit eder.

Bkz. ETHNIC, GENETIC, IMPERIALISM, NATIONALIST, NATIVE

RADICAL [Kökten, radikal] Radical İngilizce'de sıfat olarak 14. yüzyıldan itibaren ve isim olarak 17. yüzyıldan itibaren kullanılmıştır: geç Latince yakın­ kök

radicalis, Latince kök sözcük radi.x

-

kök. tık kullanımları

daha çok fiziksel anlamdaydı, doğuştan ve temel nitelikleri ifade etmeye dönüktü ve 16. yüzyıldan itibaren daha genel ta­ nımları içine alacak biçimde genişledi. Bu genel kullanımda hep gizil biçimde var olan siyasal konulan kapsaması, 18. yüz­ yılın sonlarına aittir; özellikle Radical Reform ifadesinde. Ra­ dical Teform'u savunanları anlatmak üzere isim olarak radical,

1 9 . yüzyılın başlarından itibaren yaygındı: "Radical is a word in very had ödour here, being used to denote a set of blackgu­ ards" [bir grup edepsizi anlatmak üzere kullanıldığı için, radi­ cal burada çok gözden düşmüş bir sözcüktür. . . ] (Scott, 1819); "Love is a great leveller; a perfect Radical" [Aşk büyük bir top­ lumsal eşitleyicidir; kusursuz bir Radical'dir] (Cobbett, 1822) ; "the term Radical once employed as a name of low reproach, has found its way into high places, and is gone forth as the tit­ le of class, who glory in their designation" [bir zamanlar kaba ayıpların adı olarak kullanılan Radical sözcüğü, gözde mevki­ lere doğru yolunu buldu ve ünvanlarıyla övünen bir sınıfın adı konumuna yükseldi] (1830) ; "the radical mob" [radikal gü­ ruh] (Emerson, 1856). 19. yüzyılın başlarında Radicalism bu kullanımdan türedi ve onu da radicalize [radikalleştirmek] ta­ kip etti. Sözcüklerin bundan sonraki tarihçesi tuhaftır. Özel­ likle büyük harfli Radical 19. yüzyılın ikinci yansından itiba­ ren

liberal

kadar saygındı ve Radicalism genelde peşinden ge-

303

liyordu. Fakat radical bazı kullanımlarda hala daha keskin olan 1 9 . yüzyılın başlarındaki anlamıyla bulunuyordu. 1852'de "türemekte olan radicalism, sözleşmeci eğilimler veya sosyalist belirtiler" gibi bir ifade bulabiliyorken, 19. yüzyılın sonlarından itibaren Radical'ler ve Sosyalistler arasında kesin bir aynın vardı ve zamanla başka ülkelerdeki Radical partile­ rin çoğu siyasal yelpazenin epey sağında yer alıyordu. Sözcüğün 20. yüzyıldaki kullanımı karmaşıklaştı. Büyük ya da küçük harfli radical, LIBERALISM'in (bkz. bu madde) da­ ha faal öğelerini ve daha genel olarak görece faal ve etki alanı geniş reformları anlatmak için kullanılmaya devam etti. Bu ha­ liyle genelde "dogmatik"

sosyalizm veya devrimci programların

karşıtı olarak konumlandırıldı. Daha eski genel anlamıyla da yaygın biçimde kullanıldı; "radical re-examination"da [radikal gözden geçirme] olduğu gibi. lki başka kullanımı, sözcüğün karmaşıklığını artırdı. Daha geleneksel bir CONSERVA­ TISM'den [muhafazakarlık] (bkz. bu madde) farklı olarak, ya aşın sağ politikaları ya da daha kesin biçimde sağ değişime ilişkin aktif polititikaları dile getirmek üzere Radical Right [radikal sağ] ifadesindeki, artık yaygınlaşmış bir kullanımı gö­ rülür; diğer yandan özellikle Birleşik Devletler'de 1950'lerin sonlarından itibaren radical, 19. yüzyılın başlarına ait kullanı­ mına çok yakın bir anlamda yeniden benimsendi; bu haliyle genelde nerdeyse

sosyalist

ya da

devrimci'ye

eşdeğerdi ve bu

dönemde bu diğerleriyle aynı tepkiyi görmüştür. Avrupa ve di­ ğer yerlerde de taklit edilmesine rağmen, özellikle Birleşik Devletler'de radical'in seçilmesi, muhtemelen SOCIALIST ve COMMUNIST'in (bkz. bu maddeler ve krşl.

Marxist)

tanımla­

rında 20. yüzyılın ortalarında görülen güçlüklerle ilişkilidir. Radical, sert ve kökten değişim ihtiyacını yeniden ileri sürer­ ken, dogmatik ve hizipçi çağrışımlardan kaçınmak için bir yol sunuyor gibiydi. Aynca siyasal sisteme karşı militan muhale­ fetle silahlı kalkışım arasında gerekli aynını yaparak REVO­ LUTIONARY'deki [devrim] (bkz. bu madde) bazı zorluklar­ dan da kurtarıyordu. Radical böylece 20. yüzyılın ortalarında kabul edilen anlamlarının çok ötesine geçti, fakat ("dogma" ve

304

"hizip" ya da ilke ve örgütlenmeye ilişkin konulan kapsayan) tanım sorunları sonunda sözcüğün yeniden canlandırılmasıyla çözülmüş olmadı. Bu hareketlerden genişlemek suretiyle, radi­ cal technology'de olduğu gibi alternatif toplumsal perspektif­ lerle ilişkili bir dizi çağrışımı vardır. Eski radical reform (bkz. bu madde) ifadesinin, radical hareket içinde birbirlerine karşıt olan radical ve refomıist biçiminde ikiye bölünmesi ilginçtir; oysa başka yerlerde (militant'la birlikte) radical, moderate'in [ılımlı] (pratikte, ne kadar ısrarlı ve bağlı olursa olsun, radical olmayan herkese yönelik genelde örtmeceli bir terimdir) kar­ şıtı olarak işlev görür. Bkz. COMMUNISM, LIBERAL, PROGRESSIVE, REFORM, REVO­ LUTION, SOCIALIST

RATIONAL [Rasyonel, ussal, akli] Rational ve reason'dan [akıl] türeyen ve bunları içeren sözcük grupları çok karışıktır. Reasonableness ile rationalization ara­ sıı!ıda günümüzde bulunan uzaklığı düşünmemiz yeter. Bu sözçüklerin gelişimine karışan toplumsal ve entelektüel tarih çok geniş, yine de bazı temel noktalar seçilebilir. 13. 'yüzyıl lngilizcesi'ndeki ilk kullanımlarından beri re­ ason'ın (eski FrarıSızca yakınkök reisun veya raison, Latince rationem, Latince reri'nin geçmiş zaman ortacındaki bir kök­ ten -düşünmek- geliyor) iki tür anlamı vardı. Aynı anda hem özgül -hala "a reason for believing" ve "believed with re­ ason"da olduğu gibi bir yargı, açıklama ya da idrak- ve hem de gene 1 - (genellikle insana özgü olan) bir bağlantılı düşün­ ce ve kavrama yetisi. Bu iki anlamı illa karşı karşıya koymak gerekmez, fakat aralarındaki ayrım, hatta kökten karşıtlık uzun ve sürüp giden bir tartışmanın özellikleri olmuştur. Ço­ ğu zaman büyük harfle yazılan Reason'ın herhangi bir özel ne­ den veya nedenler verme anlamından kesin çizgilerle ayrıldığı zamanlar olmuştur. En önemli iki örnek, yeni türden reaso­ ning [akıl yürütme, uslamlama] ve rationality'ye [ussallık]

305

karşı, genelde

Right Reason

olarak vurgulanan

Reason'm 16.

yüzyılın sonları ve 17. yüzyıldaki teolojik kullanımı; ve EMPI­ RICAL [deneysel) (bkz. bu madde) doğrulama veya rational hesaplama süreçlerinden farklı olarak, ilk ilkeleri kavramaya dönük aşkın güç olarak

Reason'm 18.

yüzyılın sonları ve 19.

yüzyılın başlarındaki İdealist kullanımıdır. Bu karmaşıklık göz önünde tutulunca, en sert tartışmalarda tarafların kendilerinin haklı (to have

reason)

olduğunu iddia etmeleri şaşırtıcı değil­

dir. Özel anlamıyla, yani bir şeyin nedeni anlamında

reason,

görece tartışmasız olmuş ve yaygınlığını korumuştur. En genel anlamıyla, yani insan yetisi,

Reason

her zaman var olmuştur,

fakat o kadar çeşitli şekillerde kullanılmıştır ki, tek başına ele alınamaz: salt "bedensel akla" karşıt olarak "Tann'mn lütfuyla

reason'dan tutun, bağlantılı ve reason'dan farklı olarak bir grup evrensel ilke şeklinde anlaşılan reason'a değin bir dizi anlam. Bu tartışmanın bazı sonuçlan reasonable'ın [makul) de­ bilgilenmiş" şeklinde anlaşılan

serimlenen tartışma yetisi anlamındaki

ğişken ve çeşitlilik gösteren sonuçlarında görülebilir, fakat en önemli sonuçlar rational ve türevlerinin anlamlanndadır. Rational ve

reasonable

aynı temel anlamı taşırlar; bir mah­

luk olarak, akla sahip olma veya düşünce ya da eylem olarak akıl ile nitelenmiş olma. Fakat

reasonable

ortaçağ teolojik ba­

kış açısından insanlık durumunu kavrama biçimi hakkında çok şey söyleyen ılımlılık veya kısıtlılık şeklinde çok önceleri

resonable prayer [makuVakla yakın bir dua] (Chaucer, 1366), a resonable request [makul bir talep) (1399), ressonable desyris [makul arzu) (1561). Bunun özelleşmiş bir anlam geliştirdi; a

17. yüzyıldan itibaren sadece ılımlılığı anlatan daha genel kul­

"makul ücret talepleri"nde olduğu gibi; bura­ şimdiden makul ve talep arasında önemli bir gerilim

lanımlara (şu an da daha

vardır ve altında yatan ilkeler güçlü olsa da, pek açık değildir) doğru değil, ayrıca ucuzluğu anlatan sürekli bir kullanıma

reasonable" very reasonable

doğru gelişmesi ilginçtir: "when paper is more [kağıt daha makul olduğunda) (1677) ; "at a

cost" [çok makul bir fiyata) . Rational, "any rational person" [her akıllı adam) ya da "all rational men"deki [her akıllı in-

306

san] gibi polemik kullanımlarında ılımlılık anlamı çok uzak olmasa da, asla gerçek anlamda bu gelişmeye uymadı; burada özgül rationality ya da

reasoning'in sonuçlan genelde güvenle

peşin peşin kabul edilir. Rational, başat anlamıyla, görece sabit kalmıştır. Hala akıl yetisine sahip olma ya da açıkça bu yetiyi kullanabilme anlam­ larına gelir ve karşın, yani irrational buna tamamıyla uyar. Fa­ kat rationalist [akılcı] , rationalism [akılcılık] , hatta rationa­ lity başka bir konudur. Rational veya rationalist fizikçiler (krşl. EMPIRICAL) özel bir durum oluşturuyordu. Terim as­ lında, inançla, önceki ve yerleşik yasayla ilişkili olan Re­ ason'ın, hem reasoning ve reasonable'ın yeni kavramlarıyla, hem de taruşmanın karmaşıklığı içinde aklın (insan aklının) ötesine başvurma alışkanlığıyla mücadele etmek zorunda ol­ duğu teolojik ve onunla yakından ilgili 17. yüzyılın toplumsal, siyasal ve entelektüel tartışmalarında görülüyordu. (Krşl. C. Hill: Change and Continuity, 1974; Böl. 4.) Dolayısıyla 1670 yı­ lında: "a mere Rationalist (that is to say in plain English, an Atheişt of the late Edition)" [tam bir rasyonalist (yani yalın bir lrtgilizceyle, son baskıdaki deyişiyle ateist] . Ayrıntılarda farklı­ lıklarla da olsa bu kullanım devam etti: krşl. "the Rationalist . . . makes the whole subject o f Religion and Revelation. . . a matter of se�ible evidence or intellectual demonstration" [Rasyona­ list. . . tüm din ve vahiy konusunu ... bir hassas kanıt ya da en­ telektüel kanıtlama meselesine dönüştürür] (Myers, 1841). Rationalism büyük ölçüde bu anlamda 19. yüzyılda türedi. Sürekli yapılan saldırılar karşıt terimi olan Irrationalism'e [akıldışılık, akıl dışını savunma] yol açtı. Bununla birlikte ( 1 7. yüzyıldan itibaren) a rationale hala gerekçeli bir düşünce ya da temel neden anlamına geliyordu. Artık zaman zaman rationale'i de, rational ve rationalist'i ise kesinlikle etkileyen, fakat en çok rationalize'da belirgin olan rationality'nin bir başka niteliğinin gelişimini izlemek ilginç­ tir. Teolojik kullanım bir zamanlar oldukça basitti: insanlar "tek başına akıl"m çözemeyeceği meseleler hakkında sonuç çı­ karmaya çalışırdı; ya vahiy ya da yetkin bir rehberliğin yardı-

307

mına muhtaçlardı; açık inançlı olsun olmasın her ikisini de reddedenler saf rationalist'tiler. Vahiy hakkındaki tartışma kendi yolunda ilerledi. Bu sırada Boswell'in "hoş kuru akılcı­ lık"ı ( 1 791) yeni bir tepkiyi ifade etti; bağlamı dinseldi, fakat rationality'nin

duygu veya

heyecan'dan ayrımının belirtisiydi.

Bunlar ya yerleşmiş duygular (rasyonalist düşünürlerin eleş­ tirdiği sadakat veya görev hissi) ya da (insanlar artık rasyonel olduğu kadar duygusal mahluklar da olduğu ve rasyonel in­ san doğasının sadece bir yönü olduğu halde, rasyonalist'lerin gerçek değerini vermeyip küçümsediği) her türlü duygudur.

Gerçek

olana karşıt olarak "sadece Zihinsel veya Rasyonel"

(Gale, 1677) şeklinde bir 17. yüzyıl kullanımı vardı, fakat rati­ onalize daha özel olarak 19 yüzyılın başlarında akılcı bir te­ melde açıklamak anlamından tevil etmek, kılıfına uydurmak anlamına geçti: "to rationalize away all the wonders" [ tüm mucizeleri tevil etmek] (Kingsley; 1855) . Bu önemli bir anlam olarak kalmıştır ve rationalist ile rationalism'in küçümseyici anlamlarını destekler. 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılda gele­ nekselleşen insan doğasının "iki yönü", yani

akıl ve duygu ara­

sındaki ayrım, 20. yüzyılda şaşırtıcı bir yeni dönüşüme girdi. Freudcu ve onunla bağlantılı psikolojide "duygular"a -içgü­ düsel tepkilere- üstünlük verildi; merkezi ve asli insan özel­ likleri olarak

reason

ve rational'in uzun tanımlama sürecinin

feshedilmesi demekti bu. Rationalization artık tanrısal ya da mucizevi olanı tevil etmiyordu; tamamıyla başka ("içgüdüsel") kökenleri olan bir eylem ya da hisse kılıf uyduruyordu. Bu yaygın kullanım haline gelince rationalization her türlü yanlış veya sahte

neden

için bile. Bunun

anlamına gelmeye başladı; "gerçek"

reasoning

neden

ve rationality'e bıraktığı konum

açık değildi. Rationalization yanlış muhakeme olarak ayrım­ sanabiliyordu, fakat ayrım o zeminde yapılmış olmadığından (ya da en azından sürekli olarak) irrational'den hala kaçınılır. Dahası, her ne kadar daha rahat sözcükler bulunsa da, ortak kam çoğunlukla insanların "aslında" veya "temelden" irrati­ onal oldukları yönündedir; o halde rational ikinci anlamıyla

reason-making 308

[gerekçe üretme] ve

reason-findingden

[gerek-

çe bulma] ibarettir. Diğer konularda olduğu gibi, bu konum bazı daha önceki, teolojik ya da idealist yapılan anımsatır ve muhafaza edildiği yerde reason böyle bir yapıyla tanımlanır. Bu yapıda rational tutarlı ve hassas olanla sınırlandırılabilir; reasonable "ılımlı"dır, "kaçınılmaz" sınırlamaları kabullenme meselesidir. Günümüzdeki kullanımlarıyla bu sözcük grubunda görülen diğer önemli gerilim, bambaşka bir anlamıyla irrational çevre­ sindedir. Rationale'leri olan ve çoğunlukla yaygın reasoning ta­ rafından desteklenen birçok yeni eylem türü, irrational diye reddedilir ("yeni irrationalism" ; bir başka yanbiçim de mind­ less [akılsızca] ) , çünkü geleneksel anlamda reasonable (ılımlı) değildirler.

Reasonable veya rational olmak demek, sımsıkı bağ­ unre­

lanılan, dolayısıyla da başkalarının onlara karşı çıkması

asonable {akla mantığa sığmaz] olduğu kadar, irrational (muh­ temelen de çok başka bir duygu ya da dürtünün rationalizati­ on'ı) olan belli amaç, sistem ya da yöntem varsayımlarına sahip olınak demektir. Böyle bir karışıklığa karşı güvenle akla davet edebUmek yardımcı olurdu, fakat bunun nasıl değişken oldu­ ğunu gördük. Bununla beraber reasoning yine de direnebilir.

Bkz. EMPIRICAL, EXPERIENCE, SUBJECTIVE, THEORY, UN­ CONSCIOUS. \ '

REAcflONARY [Tepkili, tepkisel; tutucu, gerici] Reactionary şu an sağ tutum ve konumların tanımı olarak yaygın biçimde kullanılıyor (20. yüzyılda çok daha yaygın ol­ makla birlikte, 19. yüzyılın başlarından itibaren, Fransız parla­ mento yerleşimindeki özel durumdan dolayı, anahatlarıyla muhafazakar ve ilerici konumlar için kullanılan sağ ve sol te­ rimleri gelenekseldir). Fakat sırf progress [ilerleme] ve PROG­ RESSIVE'in (bkz. bu madde) karmaşıklaşmasından ötürü bile, reactionary karmaşık bir sözcüktür. Reaction [tepki] İngiliz­ ce'ye 17. yüzyılın ortalarında esasen fizik anlamda girmiştir: bir başka eyleme karşı çıkan ya da direnen eylem -böylelikle

309

action [eylem, etki] ve reaction [tepki] fizik yasaları oldular­ sonraları da daha geniş biçimde, özellikle kimya ve fızyoloji­ de, ama daha çok bildirilmiş veya gözlemlenebilir yanıt anla­ mında ( "buna tepkim" , "buna gelen halk tepkisi" ). Siyasal kullanımı ilk olarak, 19. yüzyılın başlarında Fransızca'da, gö­ rece kesin bir siyasal bağlamda ortaya çıkmıştır: Devrim'e kar­ şı çıkan ya da direnen tutum ve eylemler için devrim öncesi durumu yeniden kurmayı arzulama yolundaki güçlü bir an­ lamla birlikte kullanılmışu. Sözcük bu özel bağlamdan alınıp özelleşmiş İngilizce anlamına aktarılmıştı, fakat erken ve geniş bir kapsamla olmuştu bu: sonunda baskın çıkacak olan "re­ form'a karşı gelmek" anlamının yanı sıra, "hizipçi kavgaların sürdürülmesi" (Scott, 1816) anlamı. Progress sözcüğünün baş­ harfinin büyük yazılmasına benzer şekilde, Reaction sözcüğü de büyük harfle yazıldı. Reactionary zor bir sözcük oldu, çünkü (i) reformlara karşı olan, (ii) belli bir eski duruma dönmeyi isteme, (iii) genişle­ meyle, belli bir (sağ) toplum yorumunu destekleme anlamları­ na gelebilir. Tüm değişim hareketleri (actions) Sol'dan ve tüm dirençler (reactions) Sağ'dan gelince pek sorun yoktur. Fakat örneğin, bir kapitalist parti değişiklik yapma safhasında ise ve­ ya bir faşist parti yeni bir toplumsal düzen öneriyorsa, her iki taraf da bir diğerini reactionary diye adlandırabilir: (i) çünkü kapitalizm ve faşizm sağ kanat olduğundan kendiliğinden re­ actionary'dir; (ii) çünkü belli değişim türlerine, özellikle kapi­ talizm ve kapitalist toplumdaki değişim ve yeniliklere diren­ mek reactionary (bir başka hali koruma ya da geri getirmeyi arzulamak) olarak görülür. Böylece reactionary Sağ'ı (genelde Liberal ve Sol'dan olduğu gibi, ilerici veya reformcu muhafaza­ karlardan da ayrılan aşın Sağ anlamında) fakat çoğu zaman (çok kötü olduğunu düşündükleri değişim türlerine karşı çı­ kan ya da yürürlükteki farklı türden değişimlerle karşıtlaştır­ dıkları demokratik veya sosyalist geleneğin özel anlamlarına dayanan) reactionary Sol'u da tanımlamamız istenebilir. Sözcük muhtemelen aşın muhafazakarlık şeklindeki başat anlamını koruyacaktır, fakat bu özel anlamın dışında tüm si-

310

yasal eylemler (action) iyi ve bundan dolayı tüm tepkiler (re­ action) kötü olsa, mesele çok basit olurdu. Reaction ve reacti­ onary'nin anlam özelleşmesi boyunca reaction'm yansız anla­ mını ve yansız sıfatı olan reactive'i muhafaza etmiş olması il­ ginçtir. Bkz. PROGRESSIVE, REFORM

REALISM [Gerçekçilik] Realism, sadece başat kullanımlarının gönderme yaptığı sanat ve felsefedeki tartışmaların muğlaklığından ötürü değil, kay­ naklandığı iki sözcük, real [gerçek (sıfat)] ve reality'nin [ger­ çek (isim), gerçeklik] oldukça karmaşık bir dilsel tarihçesi ol­ duğu için de zor bir sözcüktür. İngilizce'deki ilk Realist'ler, te­ rimin şu an dile getirdiği her şeyden çok uzaktılar, çünkü Re­ alist olarak bilinen felsefi okul, ilk başta geç 19. yüzyıl ortala­ rının koşullarında aşın realist'ler olarak sınıflandınlabilecek Nom�nalistlere karşıydılar. Eski Realism öğretisi, Platoncu an­ lamda tümellerin mutlak ve nesnel varoluşunu ileri sürmekti. Bu tümel Biçimler veya İdeaların ya içinde algılandıkları nes­ nelerden bağımsız var oldukları ya da bu nesnelerin kurucu özelli._kleri olarak var oldukları kabul edilirdi. Nominalistler için kırmızılık, birçok kırmızı şey için (kafa karıştırıcı) bir ad­ dan başka bir şey değildi; kavramsalcılar için bu genelleyici bir zihinsel düşünce haline geldi; Realistler içinse, kırmızı nesnelerden bağımsız veya bu tür nesneleri özleri bakımından kuran mutlak ve nesnel bir Biçimdi. Bu Realist öğretiyi günü­ müzde aşın IDEALISM (bkz. bu madde) diye adlandırabilme­ miz, çok çarpıcı ve kafa karıştırıcıdır. Bu kullanımın yitip gittiği söylenebilir. 19. yüzyılın başla­ rından itibaren tamamen farklı olan realist anlamlarının ve daha modern anlamdaki yeni realism sözcüğünün bunu silip süpürdüğü söylenebilir. Fakat bu tamamıyla doğru değildir. Appearance [görünüş] ve reality arasında yaygın olarak yaptı­ ğımız ayrım aslında eski kullanımdan gelir -"görünüşlerin al-

311

tında yatan gerçek"- ve realism hakkındaki tartışmaları önemli ölçüde etkilemiştir bu. Başlangıçtan beri Real, bu de­ ğişken çift anlama sahipti. Sözcük; eski Fransızca yakınkök re­ al, geç Latince realis, Latince kök sözcük res'ten -şey- gelir. 15. yüzyıldan itibaren İngilizce'deki ilk kullanımları, hukuk ve mülkiyet konulannda fiilen var olan bir şeyi anlatmaya dö­ nüktü. Bununla bağlantılı ve süregelen sonraki kullanımı, gay­ rimenkul mülkü anlatıyordu, hala real estate [ emlakçı] ifade­ sinde olduğu gibi. 16. yüzyılın sonlanndan itibaren fiilen var olan şey anlamı, imaginary [hayali] bir şey ile açık ya da örtük bir karşıtlık içinde genel kullanıma aktanldı: "ls't reall that 1 see?" [Şu gördüğüm gerçek mi? ] (AZZS Well That Ends Well, V, iii) ; "not lmaginary but Reall" [hayali değil gerçek] (Hobbes, Leviathan, lll, xxxiv) . Fakat aynı zamanda imaginary ile değil, apparent [görünüşteki, zahiri] ile karşıtlık içinde olan real'ın önemli bir anlamı vardı: bir tek Aşai Rabbani ayini malzemele­ rinde lsa'nın "reall presence"ı [gerçek mevcudiyeti] hakkında­ ki teolojik tartışmalarda değil, belirli bir şey ya da durumun doğru veya asıl niteliği hakkındaki daha geniş tartışmalarda da - gerçek şey, bir şeyin gerçeği. "Refusing to face the real facts of his situtation" [Durumunun asıl gerçekleriyle yüzleşmeyi reddetmek] veya "refusing to face reality" [gerçeklikle yüzleş­ meyi reddetmek] gibi ifadelerde, çoğunlukla böyle olduğu fark edilmese de, bu kullanım hala çok yaygındır. Maddi, elle tutulur, fiilen var olan bir şeyleri anlatmak için kullanımı da devam ettiği için sözcükte neredeyse sonsuz bir hareketlilik olduğu görülebilir. Sözcüğün 18. yüzyıl öncesi anlamıyla Re­ alist, real'i derinde yatan hakikat veya nitelik genel anlamıyla anlardı; sözcüğün 19. yüzyıl başlarındaki anlamıyla Realist ise, ( 14. yüzyıldan sonra soyut'la karşıtlaştınlan) somut varoluş (genelde karşı çıkılırdı buna) anlamıyla anlardı. 1 9 . yüzyılda Realism yeni bir kelimeydi. Fransızca'da 1830'lardan itibaren, İngilizce'de 1850'lerden itibaren kullanı­ lıyordu. Sözcük ayırt edilebilir dört anlam geliştirdi: (i) Nomi­ nalistlerin öğretilerine karşıt olarak Realistlerin öğretilerini ta­ rihsel olarak anlatan terim; (ii) zihin veya ruhtan bağımsız fi-

312

ziksel dünyaya dair yeni öğretileri anlatan bir terim; bu anla­ mıyla bazen NATURALISM veya MATERIALISM (bkz. bu maddeler) ile yer değiştirebilir; (iii) bizim hayal ettiğimiz ya da olmasını istediğimiz halleriyle değil, gerçekte olduğu haliy­ le şeylerle yüzleşmeye dair bir tanım -"duygusallığın yerine gerçekçiliği koyalım ve, görülsün görülmesin, istila edip hük­ meden şu basit ve korkunç yasaların maskelerini düşürmeye kalkışalım" (Emerson, 1860) ; (iv) resim ve edebiyatta bir yön­ tem veya tutumu -önce üstün derecede doğru temsil, sonra gerçek olaylan tanımlama ve nesneleri fiilen var oldukları şe­ kilde gösterme taahhüdü- anlatan bir terim. Özellikle (iv) numaralı anlam konusunda böylesine şiddetli ve çoğunlukla karışık bir tartışma olması şaşırtıcı değildir. (i) ve (ii) numaralı anlamlar artık doğal olarak göz ardı edilebilir: (i) çünkü artık yalıtılmış ve özel bir tarihsel göndermedir; (ii) çünkü tüm pratik amaçlar için bu anlamı

materialism

kendi

üstüne almıştır. (iii) numaralı anlam gündelik kullanımda ha­

la çok önemlidir. Emerson örneğinde real'in tanıdık rolü açık­ tır: yi}salar görülebilir veya görülmez. Fakat kullanım "haki­ katlerle yüzleşme" olarak yaşamını sürdürdü; 19. yüzyılın or­ talarına özgü yeni, karakteristik sıfat realistic'te olduğu gibi: "could not be reconciled to life by any plain view of things, by any �alistic calculations" [dosdoğru bir bakış açısıyla, gerçek­ çi hesaplamalarla uzlaştırılamaz hayatla] (Seeley, 1869). Sorun şu ki, bu kullanımında çoğu insan herhangi bir konuda kendi bakış açısının gerçekçi olduğunu iddia eder. Fakat, bir duru­ mun gerçekten kavranışı üstüne kurulu olma şeklindeki eski anlamından tutun,

practical'ın

anlamlarından birinin örtülü

tahammülsüzlüğünü paylaşan şu anda daha yaygın olan bir anlama kadar uzanan apaçık bir uygulama yelpazesi vardır. "Let's be realistic" [gerçekçi olalım] muhtemelen "let us look at the whole truth of this situation" [bu durumun doğruluğu­ na bir bütün olarak bakalım] (ki bu var olan gerçekliğin deği­ şebilir ya da değişiyor olmasına olanak sağlar) anlamından çok,

(limits

sözcüğü, genelde mevcut ve yerleşik biçimleriyle

güç veya paraya ilişkin

acı gerçekler anlamında

olmak üzere)

313

"let us accept the limits of this situation" [bu durumun kısıtla­ malarını kabul edelim] anlamındadır. Böylece, her ne kadar realistic (krşl. reasonable) işadamları ve politikacılar arasında çok gözde bir sözcük olsa da, bir tür sınırlı hesaplama nüansı edinmiştir; ve bu durumda genellikle, her iki bakış açısından da idealistic'e karşıttır. (iv) numaralı anlam en zor olanıdır. Amacın "şeyleri ger­ çekte oldukları gibi göstermek" olduğu söylendiğinde resim ve edebiyatta bir tartışmaya son verilmiş olmaz, yalnızca baş­ latılmış olur. Shelley'in Prometheu.s Unbound'daki Şair üzerine dizelerinde olduğu gibi eski idealism'den kalan bir anlamı vardır: Günün ilk ışıklarından karanlık çökünceye dek seyredecek Gölden yansıyan gün ışığını Yeşeren sarmaşıktaki san anlan Ne duyacak ne de görecek neler olduklarım onların; Ama bunlardan yaratabilir Canlı insandan daha gerçek biçimleri, Ölümsüzlüğün bebelerini.

Burada sadece gerçek değil biçimler de vurgulanmalı: göz­ lem nesnelerine karşı ilgisiz ve bunlara kesinlikle bağlı olma­ yan, ama ölümsüz öz veya kendilikleri fark eden [realize] şiir­ sel bir yaratım. (Realize'ın bu kullanımı 17. yüzyılda başladı ve 18. yüzyılın ortalarından itibaren yaygındı: "an Act of the Imagination, that realizes the Event however fictitious, or app­ roximates it however remote" [ne kadar hayali olsa da olayı anlayan, ne kadar uzak olsa da yakınlaştıran bir düşleme edi­ mi] Oohnson, Rambler, 60; 1750) . Bir şeyleri canlı şekilde ha­ yata geçirme yöntemleri ve etkisi'ni anlatacak biçimde kullanı­ lan terim, modem eleştiride popülerdir.) Sonuçta realism'den ayırt edilen ve realism ile bu gruptaki diğer sözcükler arasında karşıtlığa izin veren de, bu kullanımdı; Swinbum'ün "yavan gerçekçilik" ve "şiirsel gerçeklik" arasında kurduğu karşıtlıkta olduğu gibi ( 1880) . Bu tür konumlardan, realism real'dan kaçmakla suçlanmıştır defalarca.

314

Resim ve edebiyatta realism'in hem bir yöntem hem de ge­ nel bir tutum olduğunu anladığımızda zorluk daha da artar. Edebiyatta ROMANTICISM (bkz. bu madde) veya Hayali ya da MYTHICAL (bkz. bu madde) konulardan, yani gerçek dünyaya ait olmayan şeylerden ayrılır. Bir yöntemi tanımla­ mak için kullanıldığında genelde övgü ifade eder - karakter, nesne, eylem, durumlar gerçekçi betimlenmiştir: yani betimle­ me ya da görünüş olarak hayata benzerler; gerçekçilik göste­ rirler. Ayrıca çoğunlukla şu anlamlarda kusur veya kısıtlılık da belirtir: (a) iç gerçekliğinden çok dış

görünüşü

itibariyle be­

timlendiği ya da temsil edilenin sadece yüzeysel görüldüğü; (b) aynı itirazın daha modem biçiminde, nesnelerin görünü­ şünde ya sıradan gözlemle ulaşılamayan veya kusursuz biçim­ de veya hiç temsil edilmeyen birçok gerçek güç vardır -iç duygulardan derinde yatan toplumsal ve tarihsel hareketlere kadar- öyle ki "yüzeye ilişkin" bir gerçekçilik önemli gerçek­ leri görmeyebilir; (c) tamamen farklı bir itirazla, bu TEMSlTin (bkz. REPRESENTATION) içinde oluştuğu, dil veya taş, boya, film QRTAM'ı (bkz. MEDIA) ,

temsil edilen nesnelerden kökten

farklıdır, öyle ki "yaşama benzer temsil" etkisi, "gerçekliğin yeniden üretimi" en iyi haliyle sanatsal bir gelenek, en kötü haliyle REPRESENTATION biçimlerini gerçek olarak algılama­ mıza xol açan bir yanıltmacadır. (a) ve (b) itirazlarının karşısına, bu itirazların haklı olarak yapılabileceği NATURALISM'i (bkz. bu madde) biçim olarak kullanmış, fakat daha sonra "doğalcı" gözlemin tek başına se­ çemediği, realism'in ise tüm amacının keşfetmek ve ifade et­ mek olduğu işte bu gizli veya derinde yatan güç ve hareketleri kapsamak veya vurgulamak için, realism'i -bazen psychologi­ cal realism [psikolojik gerçekçilik] veya socialist realism [ toplumcu gerçekçilik] gibi daha da özelleşmiş biçimlerde­ alıkoyan özelleşmiş anlamıyla realism çıkarıldı. Real'ın anlam­ larının eski rolüne bağlıdır bu, fakat dinamik psikoloji veya MECHANICAL MATERIALISM'e [mekanik maddecilik] (bkz. bu madde) karşıt olarak DlYALEKTlK'TEN (bkz. DIALECTI­ CAL) türeyen anlamlarında olduğu kadar, artık doğal biçimde

315

realism'den bir terim olarak kaçınan idealist anlamda da önemli olmamıştır. Reality burada sadece durağan görünüş olarak değil, psikolojik, toplumsal veya fiziksel güçlerin hare­ keti olarak algılanır; realism o halde bunlan anlama ve tanım­ lamaya dönük bilinçli bir vaattir. Bu durumda belli özellikle­ rin realistic betimlemesi veya temsilini içerebileceği gibi içer­ meyebilir de. (c) itirazı ilk başta yaşam-benzeri anlamındaki realistic'e yö­ nelir. Realist resim veya edebiyat artık alıştığımız belirli bir MEDIUM'da (bkz. bu madde) diğerleri gibi bir CONVENTI­ ON (bkz. bu madde), bir dizi biçimsel REPRESENTATION (bkz. bu madde) olarak görülür sadece. Nesne gerçekten ya­ şam-benzeri değildir, fakat gelenek ve yinelemeyle öyle görün­ mesi sağlanmıştır. Bu görece zararsız veya aşın zararlı olarak görülebilir. Bunu zararlı görmek, bu durumda en azından (ve muhtemelen daha genel olarak) orada olan şey özel yazma, resmetme ve film çekme uygulamalanyla yapılmış bir şey olsa da, gerçekliğin bir sahte-nesnel yorumunun (tarihin belirli bir aşamasına veya insanlar arasında ve insanlarla şeyler arasında­ ki bir dizi ilişkiye dayandığı nihayetinde belli olacak bir yo­ rum) , gerçeklik yerine konulduğu sezgisine (mekanik madde­ cilik'te olduğu gibi) bağlıdır. Onu gerçeklik veya gerçekliğin sadık bir kopyası olarak görmek bu aktif öğeyi dışlamak ve aşın durumlarda bir FICTION [kurgu] (bkz. bu madde) veya CONVENTION'ı [uzlaşım] (bkz. bu madde) gerçek dünya olarak göstermek anlamına gelir. Realism'in sadık temsil iddialarının çoğuna karşı güçlü bir argümandır bu, fakat realism'in bu anlamıyla ilişkili argüma..: nın bütün bir hareket olarak realism'le ilişkili biçimde kabul edilebilmesi bir yol kazasıdır. Böylelikle naturalism'den aynlan realism anlamıyla ve özellikle gerçek güçleri kavrama ve be­ timlemeye ilişkin bilinçli vaat (en iyi haliyle böylesi her giri­ şimle ilişkili bilinçlilik ve sanatsal üretim [ composition] süreç­ lerini anlamayı kapsayan bir vaat) anlamıyla uyumlu hale geti­ rilebilmiştir. Bununla birlikte daha sık karşılaşılan tartışma, belli entelektüel oluşumlarda (aynntılı sanatsal üretim pratiği-

316

ne ve özellikle üretimin meydana geldiği temel biçim ve yapıla­ ra yönelik dikkat gücünün edebi, resimsel ve entelektüel pratik dışındaki güçlere ilgisizliğe eşlik ettiği ya da ilgisizliği haklılaş­ urmak için kullanıldığı) FORMALISM [biçimcilik) ve STRUC­ TURALISM'in [yapısalcılık] (bkz. bu maddeler) idealist yön­ temleriyle ilişkilendirilmiştir; oysa geniş anlamıyla realism'in amacı (hatta bazen safça) bu güçleri hesaba katmaktı. Re­ alism'in tarihsel önemi, toplumsal ve fiziksel gerçekliği (genel­ de maddeci anlamda) edebiyat, resim ve düşüncenin temeli ha­ line getirmiş olmasıydı. Tarihsel olarak bu amaçla ilişkili yön­ temlere karşı birçok marjinal itiraz öne sürülebilir ve açıkça idealist bir konumdan bizzat amacın kendisine karşı birçok ra­ dikal itiraz dile getirilebilir. Fakat yakın zamanda en sık mey­ dana gelen şey, sanki radikal sorunlarmış gibi marjinal sorunla­ rın gevşek surette genişlemesi oldu ya da marjinal sorunlara dikkat çekmek o kadar yaygınlaşu ki, maddeci veya idealist ba­ kış açısından, söz konusu radikal sorunlar, gerçekte unutuldu. Real, realistic ve reality kullanımının birçok örneğinde ge­ reken ,eleştirel dikkatin, en azından realism'in kullanımlarında görülen olağanüstü çeşitlilik konusunda da gerektiğini ekle­ meye pek gerek yok.

Bkz. CONVENTION, CREATIVE, FICTION, MATERIALISM, ' MYTH,'NATURALISM, PRACTICAL, RATIOANAL, SUBJECTIVE REFORM [Reform, yeniden yapılan(dır)ma] Reform fiil olarak İngilizce'ye 14. yüzyılda, eski Fransızca ya­ kınkök reform.er, Latince refonnare'den -yeniden şekillendir­ mek- geçti. tık kullanımlarının çoğunda iki gizil anlamı ara­ sında ayrım yapmak çok zordur: (i) asıl biçimini geri vermek; (ii) yeni bir biçim vermek. Her iki kullanımın da açık örnekle­ ri vardır, fakat birçok bağlamda bir şeyleri daha iyi olacak bi­ çimde değiştirme düşüncesi, daha önceye ait ve daha az bozul­ muş bir durumu geri getirme düşüncesiyle derinden derine karışıyordu (krşl. amend, Latince yakınkök emendare'dan -ku317

surunu giderme-; çoğu zaman reform yerine kullanılabilirdi, fakat daha belirsiz ya da kısıtlı bir gönderme ile ortaya çıktı; ayrıca krşl. reaction). Fiilden türeyen ilk isim 15. yüzyıldan iti­ baren reformation'dır ve bu da aynı anlam bulanıklığını sergi­ ler. 16. yüzyılın büyük dinsel Reformation'ı, bunu gerçekleş­ tirmek için yeni biçim ve kurumlara ihtiyaç duyduğunda dahi, güçlü bir arınma ve geri getirme anlamı içeriyordu. Reform sözcüğünde devam eden hareketlilik Ham!et'deki (III, ii) şu konuşmada açıktır: I hope we have reformed that indifferently with us, sir.

O, reform it altogether. [Umanın işi aramızda iyi hallettik (reforme ettik), beyim Bütünüyle yeniden yap.]

1 7. yüzyılın sonlarından itibaren alternatif bir yazımı, yani re-form ("Re-form ve New-Mold", 1695) kimi daha güçlü kul­ lanımlarını daha bir açık kıldı. Yine de en genel anlamıyla re­ form, bilinen ya da mevcut ilkeler ışığında var olan durumu ıs­ lah etmeye yönelik içerimler taşımayı sürdürdü ve bu kullanım

innovation'a [yenileme] olduğu kadar, restoration'a [yeniden kurma] doğru da kayabilir. 1 7. yüzyılın ortalarından itibaren yaygın isim reform biçimini aldı, fakat 18. yüzyılın sonlarına kadar hala asıl olarak reformation gibi bir süreç adıydı. 18. yüzyıla ait bir açıklama (Bailey) "Reform ... a re-establishment or revival of a former neglected discipline; also a correction of reigning abuses" [Reform ... ihmal edilmiş eski bir disiplinin ye­ niden kurulması veya canlandırılması; ayrıca mevcut suistimal­ lerin düzeltilmesi) diye yazıyordu. Özel bir ölçü için kesin bir isim olarak reform 18. yüzyılın sonlarından itibaren yaygındı. Aynı dönemde büyük harfle yazıldı ve asıl olarak Parlamento ve oy kullanma hakkıyla ilişki içinde siyasal bir eğilim olarak soyutlandı; bu dönemde tamamıyla yeni biçimler öneriliyordu, fakat genelde özgürlüğün yeniden

kurulması anlamındaydı bu.

Parlamenter temsil tartışmasında Reform radikal bir terim oldu (krşl. Radical Reform, 18. yüzyıldan itibaren) ve 1 641

318

gibi erken bir tarihte

subtle

[kurnaz] (kibar bir söz sayılmaz)

parliaınentary reformist'ler Jakobenlerle görüşüyordu (Wind­ ham,

1792)

ve

1830'da

Lady Granville tarafından violent re­

formist'ler ("ateşli" anlamında) olarak görülüyorlardı. Söz­ cükteki hareketlilik açıktır. Krşl. "these Unions were to be for promotion of the cause of reform, for the protection of life and property against the detailed but irregular outrages of the mob. . . " [bu birlikler reform davasının teşvik edilmesini, hayat ve mülkiyet hakkının kalabalığın ayrıntılı ama düzensiz saldı­ rılarına karşı . . . ]

(The Times, 1

Aralık

1830) :

"that reform

which had thus been obtained appeared to him to have been the ultimate means of strenghtening the hands of corruption and oppression" [bu şekilde elde edilen o reform, onlara ah­ laksızlığın ve zulmün ellerini kaçınılmaz olarak güçlendiren araçlar olarak görünmektedir. ] (Rider,

1834;

Leeds Times, 12

Nisan

bu ve bundan önceki örnek E. P. Thompson tarafından

alıntılanmıştır:

The Making of the English Working Class,

810-26; 1963). * . Söz�ükteki hareketliliğin desteklediği bu anlaşmazlıktan, re­

fonnism ve reformist'in 20. yüzyıl anlamı ortaya çıktı. Refor­ mi�m özellikle l.870 ve 1910 arasında sosyalist hareket içinde­ ki tartışmada türetilmiş yeni bir sözcüktü: tartışmanın konu­ su, kapitalist toplumun değişmesi mi gerektiği yoksa aslında aşamalı olarak, yerel ve özel yollarla kendiliğinden mi değişti­ ği; ya da kapitalizmin yerine sosyalizmin geçirilmesi gereklili­ ğinin üstünü örttüğü (REVOLUTION (bkz. bu madde)) veya fiilen bu yerine geçirmeyi önleme maksatlı olduğu için bu tür reformların önemsiz veya aldatıcı olup olmadığıydı.

20.

yüz­

yılda Reformism bu son iki anlamın ikisini de taşıyordu ve

16.

yüzyıldan itibaren çağdaşı olduğu reformer'a genelde eşdeğer olan reformist artık, reformer'ı eski genel anlamına terk ede­ rek, reformism anlamına özgü olmuştur.

Bkz.

FORM, RADICAL, REVOLUTION

(*) lngiliz lşçi Sınıjinın Oluşumu, çev. Uygur Kocabaşoğlu, Birikim Yay. , 2004. s. 961 ve s. 979.

319

REGIONAL [Bölgesel] Region İngilizce'ye 14. yüzyılın başlarında Latince yakınkök, regionem -yön, sınır, bölge- Latince kök sözcük regere'den -yönlendirmek veya yönetmek- geçmiştir. Region'ın "krallık" şeklindeki eski kullanımı, daha geniş olan ülke ya da büyük bir alan anlamından daha önemsiz hale gelmiştir, Caxton'da olduğu gibi: "came into the regyon of fraunce". Sözcük içinde, ayn bir alan ile belli bir bölge arasında çok açık bir gerilim var. Her iki anlam da hayatta kalmıştır, ancak önemli bir tarih taşıyan bunlardan ikincisidir. Anlamların ikincisinde her şey şu ilişkiye dayalıdır: nerenin bölgesi? Bir sürü genel kullanım mevcuttur: "infernal regions" [cehennemi bölgeler] ya da "etemal regions" [ebedi bölgeler] (Milton, 1667); ya da "reg­ yon of the ayer" [hava bölgesi/sahası] (Caxton, 1477) ; ya da "every region of science" [bilimin her alam] Qohnson, 1751) ya da " the region of mythology" [mitoloji alam] Qowett, 1875). Ancak kritik kullanımı dünyanın farklı bölgelerinin ta­ nımlanmasındadır: "Libya is a region or coste of the countree of Afrika" [Libya, Afrika kıtasımn bir bölgesi ya da kıyısıdır] (1542). Burada öncelikle siyasal kullanımın yolunu açan, hala fiziksel olan adlandırmadır ve region idari bir alana, böylece daha büyük bir siyasal bütünün parçasına dönüştü: "the Ro­ man govemor. . . gave charge that Macedonia should be divided into four regions or dioceses" [Romalı vali... Makedonya'mn dört ayn bölgeye ya da psikoposluğa ayrılması talimatı verdi] (Hooker, 1600). İmparatorluk yönetiminde ya da kilise yöne­ timinde, sonradan merkezi ulus-devletlerin gelişiminde, regi­ on böylelikle sadece parça değil, daha büyük bir siyasal varlı­ ğın alt parçasına dönüştü (krşl. DIALECT). Bu etki en çok, 17. yüzyılın ikinci yansından itibaren, sıfat olarak gelişen regional'da [bölgesel] gözlemlenebilir. Kulla­ nımlarının birçoğu bu hükmetme ve buyruk altında olma var­ sayımları çerçevesindedir: "annext the Regional Church to the City-Church" [Bölgesel kiliseyi şehir kilisesine bağlamak] (1654). 19. yüzyılda regionalism [bölgeselcilik] önceleri as-

320

lında eksik merkezileşmeyi göstermek üzere ortaya çıktı: "that unfortunate 'regionalism' of Italy" [ltalya'nın şu talihsiz 'bölge­ selcilik'i] (Manchester Guardian, 1881) . Bölgelerin ayırt edici özelliklerini yeni kimlik biçimleri veya "öz-yönetim" derece­ lerine bir temel yapmaya kalkışan bazı karşı hareketler ortaya çıkmış olmasına rağmen, öncelikli siyasal içeriği bu anlam bünyesinde devam etti. Bu karşı hareketin boyunduruk altına alan tarafı kabullenmesi çok ilginçtir. Krşl. önceki veraset ve kalıtım anlamlarından iktidarı devretme anlamına doğru geliş­ miş olan "devolution" (Latince kök sözcük devolvere -aşağı yuvarlanmak-) sözcüğünün kullanımı, özellikle de Blacksto­ ne'da ( 1765): "this devolution of power, to the people at large, includes in it a dissolution of the whole form of govemment established by that people" [genel olarak halka iktidarın dev­ redilmesi, o halkın kurduğu bütün bir yönetim biçiminin çö­ zülüşünü de kendi içinde barındırır] . Blackstone'da ya da çağ­ daş tartışmada süreç iktidarın aşağıya devri olarak görülür: egemenlik ve itaat koşullarıyla ilgili bir sözleşme. ·

Yirı_e de kültürel bir terim olarak regional'ın daha karmaşık

bir geçmişi vardır. DIALECT gibi o da "tabi" ya da "aşağı" bir biç.imi belirtmek için kullanılır, tıpkı (bir tek derslikte değil) bir yerlerde bir "ulusal aksan" olduğunu içerimleyen regional accenfda [yerel ağız] olduğu gibi. Ancak regional novel'da [bölge romanı] , bu da kısıtlayıcı bir yargı olmakla birlikte, ayn bir yer ya da yaşam tarzı olduğu kabulü bulunabilir. Londra veya New York'ta geçen bir roman değil de, Göller Bölgesi ya da Comwall'da geçen bir romanın sıkça regional olarak adlan­ dırılması ilginç bir noktadır. Meşhur

metropolitan-provincial

[büyük kent-taşra] kültürel ayrımıyla örtüşür bu. Basit siyasal aynından ortaya çıkmıştır: Yunanca yakınkök metropolis -ana kent, dolayısıyla önde gelen kent; province, eski Fransızca ya­ kmkök

province'tan, Latince kök sözcük provincia- (fethedil­

miş) topraklardan oluşan bölge ya da yönetim. 18. yüzyılın ortalarında, özellikle 19. yüzyılda

metropolitan ve provincial,

incelmiş ya da ince görgü ve zevkler ile görece ilkel ya da kı­ sıtlı görgü ve zevklerin karşıtlığını anlatmak üzere kullanılma-

321

Provincialism 18. yüzyılda ortaya çıktı; met­ ropolitanism ise 19. yüzyılın ortalarında. Dolayısıyla egemen kullanımda provincial ve regional referans alman bir merkeze

ya başladı gitgide.

göre daha alt düzeyde bulunmalarıyla vurgulanırlar. lngilte­ re'de regional ve

provincial'a

rastlamak için ne kadar ilerilere

gidilmesi gerektiği ilginç bir noktadır. Londra'ya yakın olan (Middlesex, Surrey, Kent, Essex; hatta bazen Hertfordshire ve Sussex)

Londra etrafındaki idare merkezleri (Home Counties) ile

ilgili bir tuhaflık vardır. Burada geçen bir roman regional ola­ rak anılmaz. Merkezi yasa ve yönetim melen yasal

Home Circuit'den

(Home Counties muhte­

türemişti) metropolitan varsa­

yımlarını komşuluğa göre genişletirler, bununla birlikte aynı türden kültürel farklılık bu kez de

suburban

[banliyö] (1 9.

yüzyılın sonlarından itibaren bu anlamı taşır) ile dile getirilir. Ancak regional,

provincial ve

suburban'dan farklı olarak, re­

gionalism'in modem kullanımlarının gösterdiği karşı hareket­ te olduğu gibi, alternatif bir olumlu anlama sahiptir. Özellikle mimari ve yemek kültürüyle ilgili olan, kendine has değerli bir yaşam tarzı içerimleri taşır. Yayınlar (radyo, televizyon, ga­ zete) ile ilişkili olarak,

local

bir kısmını taşımıştır. Ancak ya

overcentralization'a

[yerel] ile birlikte bu içerimlerin

centralization

[merkezileşme] ve­

[aşın merkezileşme] ve

megapolitan

(Yunanca megas'tan gelen büyük, büyük ana kent anlamında değil,

megalomaniac

ile bağlantılı olarak ya da fazlaca büyük

bir ebatla çarpıklık anlamı) diye nitelenen

metropolitan

[bü­

yük kente özgü] niteliklere karşı gözlemlenebilen günümüz­ deki düşünce hareketi hala öncelikle geçmişteki itaat çerçeve­ sinde ifade edilmektedir.

Bkz.

CITY, COUNTRY, DIALECT, STANDARDS REPRESENTATIVE [Temsilci, temsili]

Represent'in merkezinde yer aldığı sözcükler grubu çok kar­ maşıktır, ve uzun zamandır hep böyle olmuştur. Represent İn­ gilizce'de ilk

322

14.

yüzyılda belirir, present zaten bir fiil olarak

'to make present' [var etmek] (bir şey sunma anlamı 14. yüz­ yılda çıktı) anlamında kullanılmaktaydı. Represent kısa süre­ de var etme ile ilgili bir dizi anlam kazandı: birinin kendini fi­ ziksel anlamda genelde otorite sahibi bir kişi huzuruna çıkar­ ması; ayrıca bir şeyi kafada oluşturmak anlamında ("Aulde storys that men redys, Representis to thaim the dedys, Of stal­ wart folk" , Barbour, 1375) ve resimde ("representid and purt­ raid", yak. 1400) ya da piyeslerde ("this play. . . representyd now in yower syght" , yak. 1460) göze görünür kılmak anla­ mında. Ancak gene 14. yüzyılda represent "simgeleme" veya "yerine geçme" anlamlarında kullanıldığında önemli bir geniş­ leme gerçekleşti ('ymagis that representen pompe and glorie of tho worlde', Wyclif, yak. 1380). Bu aşamada (a) akılda oluş­ turmak ve (b) mevcut bulunmayan bir şeyin yerini tutmak an­ lamlarının ciddi bir biçimde örtüştüğü çok açık. Bu anlamlar arasında ayrışmaya götürecek olan şey, bazı kullanımlarda, o dönemde ayrışma olarak bile algılanmamış olabilir. Ayırt edi­ lebilen "başkalarının yerini tutma" anlamının ortaya çıkışının izlerini sürmek kolay değil. Birçok eski siyasal kullanımın "ye­ rihe geçme" yerine "simgeleme" anlamı vardır. 1. Charles, Par­ lamento Kamaralarını 'the Representative Body of the Kingdo­ me' [krallığın temsil organı] (1 643) diye tanımladığında, özel­ likle 'tartışma ko�usu olan şeyi hatırlarsak, ifade edilen şey Parlamento üyelerinin seçmenlerin görüşlerini "temsil ettiği" değil, Krallığın somutlaştırılması ve simgelenmesi olduğu açıklık kazanır. Yani, varsayılan bütünsel hal ya da durum bel­ li bir kurum tarafından temsil ediliyordu; representative nite­ liği, dağınık ve farklı görüşlerin bir araya getirilmesi ve, daha modern anlamda, temsil edilmesinden çok bir bütün olarak durumdan kaynaklanıyordu. Bu kullanım hala "ülkenizi yurt­ dışında temsil etmek" gibi ifadelerde görülür. Siyasal temsilci siyasal imgedir. Başkaları yerine geçme anlamı asıl olarak 17. yüzyılda, çok daha ayrı bir yoldan kullanılınaya başladı. Her zaman bir baş­ kasının adına temsil eden anlamında represent kullanılmıştı ("our Generall sent Cap. jobson, repraesentinge his person

323

with his authoritie" [generalimiz otoritesini temsil etmek üze­ re Yüzbaşı Jobson'ı gönderdi] , 1595). Bu anlam özellikle hu­ kuki konularda kullanılmaya elbette devam etti. Genişletilmiş siyasal anlamı, 17. yüzyılın ortalarında görülebilir: "the Bur­ gesses (the representatives of the people)" [Kasabalılar (halkın temsilcileri)] (1658), burada eski anlamı hala kısmen mevcut­ tur; Cromwell'in

"I have been careful of your safety, and the

safety of those that you represented" [Sizin güvenliğiniz ve temsil ettiklerinizin güvenliğine özen gösterdim] ( 1655) sözü; ve Coke'un "We will therefore enquire. . . whether a House of Commons, as it now stands, can be their Representative" [Do­ layısıyla Avam Kamarası'mn şimdiki haliyle onların temsilcisi olup olamayacağını araştıracağız] (1600) sözü. Bu kullanımla­ rın hiçbiri modem represent ile eşdeğer olup olmadığı konu­ sunda yeterince açık değildir ve bazı açılardan bu belirsizlik bizzat terimin bünyesinde de sürmüştür. Bir taraftan Steele'in 'Seçilmiş olan, Seçmenlerin gerçek Temsilcisi haline geldi'

( 1 713) diyerek zorunlu bir niteliği getirdiğini görüyoruz ve "Junius" "İngiliz ulusu, temsilcileri tarafından ağır bir biçimde incitildiklerini beyan etmektedir" (1 769) cümlesinde gerekli bir aynın yapmıştır. Ancak bir diğer taraftan Burke'ün repre­ sentative ile delegate [delege] arasında yaptığını fark ettiğimiz dikkate değer aynın, representative'in siyasal anlamından çok (onu seçenlerin görüşlerini temsil etme, ortaya koyma) kıs­ men simgesel anlamına dayanmaktadır (kendi koşullarında başkalarım temsil etmek) . Bu aynın hala birçok politikacı ta­ rafından geleneksel olarak tekrarlanmaktadır ve representati­ ve hala açıkça bu anlam karmaşıklığı ve bulanıklığını barın­ dırmaktadır. Günümüzdeki, temsilcilerin emir altında olmala­ rı (yani onları seçen ve görüşlerini temsil ettikleri kişilerden talimat almaları) mı gerektiği, yoksa

azledilmeye tabi tutulma­

ları mı gerektiği (yani seçmenlerin temsilcinin kendi görüşle­ rinin temsilcisi olmadığı beyanında bulunabilmesi) üzerine süregiden tartışmada gözlemlenebilir bu.

Emir ve azil düşün­

celerine (represent'in tek bir anlamını çıkarıyor gibi görünü­ yorlar) itirazın öz niteliğine bakıldığında, representative'in

324

hazır bulunmayan başkalarının genel veya simgeleme niteliği şeklindeki başka bir anlamının yoğun biçimde kullanıldığı gö­ rülür. Representative'in

1 7 . yüzyıldan beri herkesçe kabul

edilen, tipik örnek veya numune anlamındaki genel kullanımı bunu kolaylaştırır. Temsili DEMOCRACY (bkz. bu madde) ile ilgili tartışma­ larda bu nokta çok önem kazanır. Bu kavram şu anlamlara ge­ lebilir (i) örnek kişilerin belirli aralıklarla seçimi veya (ii) ge­ nelde seçmenleri

için

(onlar "adına" ya da "namına") konuşan

kişilerin belirli aralıklarla seçilmesi ya da (iii) onları seçenle­ rin görüşlerini sürekli temsil edecek (onların yokluğunda var edecek) kişilerin belirli aralıklarla seçilmesi. Bu görevlerin her birine genelde temsili demokrasinin özü olarak vurgulanan rekabetçi seçimle gelme olgusu, görevlerin kendilerinin birbi­ rinden kökten farklı olduğu yönündeki bir o kadar önemli gerçeği değiştirmez. Pratikte

emir ve azil hakkındaki tartışma­

lar anlam (iii)'ü kullanır ve (i) ve (ii)'ye dayalı tartışmalarla buna karşı çıkılır. Tartışmalar

katılımcı demokrasi gibi alterna­

tif tanımlar üretecek kadar hararetli olmuştur. Bu kavramda vurgu, insanların 'temsilcileri' tarafından yönetilmelerinden kt\lldi kendilerini yönetmelerine kaydırıldığı ölçüde, anlam (i) ve (ii)'yi bertaraf edecek ancak pratik nedenlerden ötürü çoğu zamatı anlam (iii)'ü alıkoyacaktır. Bu arada represent'in resim ve edebiyatta yaşadığı gelişme, en az bu kadar karmaşıktır. Gördüğümüz gibi representative, bir simge veya imge ya da göze veya akla sunma anlamlann­ daydı. 18. yüzyıldan itibaren

tipik/örnek anlamıyla representa­

tive, karakterlerin ya da durumların betimlenmesinde kulla­ nılmaya başladı.

19. yüzyılın ortalarından itibaren bu yaygın­

laştı ve REALISM veya NATURALISM'in (bkz. bu maddeler) belirleyici bir unsuru olarak geniş biçimde kullanılmaya başla­ dı. Sonralan representation'm eski bir anlamı -bir şeyin gör­ sel olarak vücut bulması- özelleşerek birebir "yeniden üretim" anlamına gelmeye başladı ve bu anlamda, muhtemelen

20.

yüzyılda, kendine özgü representational art [ temsili sanat] kategorisini doğurdu. Ancak ne represent ne de representati-

325

on'ın genel anlamlarında bu özelleşmeyi kaçınılmaz kılan bir şey vardır. Aslında birebir yeniden üretme'ye yapuğı vurgu, si­ yasal anlamın ana gelişimine karşıt olarak işlemiştir. Ancak şu anda çok sağlam biçimde yerleşmiş, hatta (geçmişi düşünül­ düğünde ironi oluşturarak) symbolic [simgesel] ve symboliZing [simgeselleştirici] anlamlarıyla karşıtlık içinde yer almıştır. (Symbol eskiden sahip olduğu işaret, alamet veya genel bir du­ rum, koşul ya da öğretinin özeti anlamlarından; başka bir şeyi represent eden şey şeklindeki ara anlamı vasıtasıyla, anlamlı ama özerk olan -representation değil, imge- başka türlü ta­ nımlanmayan ya da özellikle tanımlanmamış bir şeyi kendi içinde tanımlamayı ifade eden şey şeklindeki en son anlamı ile benzer bir anlam bulanıklığı geliştirmiştir.) Representative ve representational'm resim ve edebiyat terimleri olarak ayn an­ lamlan arasında bir çakışma olduğunu düşündüren örnekler vardır. Bu, REALISM (bkz. bu madde) ile ilgili tüm tartışmala­ rın genel özelliğidir, ancak typical ve birebir yeniden üretilmiş anlamlan arasında illa bir özdeşlik olması gerekmez; daha çok sınırlı bir tarihsel bağlantıdır bu. Siyasal ve sanatsal anlamlarında representative ve represen­ tation'ın ne derece çakıştığım kestirmek kolay değil. Typical anlamında, her iki bağlamda da başkaları ya da başka şeyler için ("gibi" ya da "yerine" ) olmak, muhtemelen derin bir yay­ gın kültürel varsayım yatmaktadır. Aynı zamanda bu varsayım­ da, hem representational ile representative arasındaki ilişkiler konusunda resimdeki tartışmalarda, hem de representative de­ mocracy'ye ilişkin tartışmalarda çelişki kendini gösterir.

Bkz.

DEMOCRACY, IMAGE, REALISM REVOLUTION [Devrim, ihtilal, inkılap]

Revolution'm bugün başat ve özelleşmiş bir siyasal anlamı var, ama bu anlamın tarihsel gelişimi önemlidir. Sözcük İngiliz­ ce'ye 14. yüzyılda eski Fransızca yakınkök revolucion, Latince revolutionem'den, o da Latince kök sözcük revolvere'den -dön-

326

mek, devretmek- gelir. tık kullanımlarının tümünde mekanda ya da zamanda bir dönme hareketini anlatıyordu: "in whiche the other Planetes, as well as the Sonne, do finyshe their revo­ lution and course according to their true tyme" [Güneş gibi öbür gezegenler de kendilerine uygun zaman içinde devirleri­ ni tamamlarlar] ( 1559); "from the day of the date heereof, to the full terme and revolution of seven yeeres next ensuing" [O

günkü tarihten, sonraki yedi yıllık dönemin bitip tamamlan­ masına kadar] (1589); "they recoyl again, and retum in a Vor­ tical motion, and so continue their revolution for ever" [Yeni­ den toparlanır ve dikey bir hareketle ebediyen dönmeye de­ vam ederler] (1664). Yinelenen fiziksel harekete ilişkin olan bu ilk kullanım, büyük ölçüde teknik bir anlamda motorlara ilişkin olarak hala yaşıyor: genelde revs olarak kısaltılan revo­ lutions per minute [dakikada devir sayısı] . Siyasi anlamın ortaya çıkışı son derece karmaşıktır. Önce­ den yerleşik düzene karşı harekete geçmeyi hangi sözcüğün anlattığına bakmak gerek ilk olarak. Elbette (yasal otoriteye ihanet şeklindeki köken anlamıyla) treason vardı, ama en genel sözcÜk rebellion idi. Bu sözcük 14. yüzyıldan itibaren İngiliz­ c{\'de yaygındı. Sözcük, Latince'de birebir "savaşın yenilenme­ si" anlamından, silahlı kalkışım ya da muhalefet, genişleme yoluyla da otoriteye açıktan açığa direniş anlamım geliştirmiş­ ti. Rebellion ve rebel (sıfat, fiil ve ad olarak) bu dönemde artık normalde (l!ma anlamlı bir biçimde her zaman değil) revoluti­ on ya da revolutionary dediğimiz şeyi anlatan temel sözcük­ lerdi. Bir de 16. yüzyıldan itibaren, Fransızca yakınkök revol­ ter, Latince revolutare'den -yuvarlanmak, dönme- gelen, baş­ langıçtan bu yana İngilizce'de siyasal bir anlamla kullanılan re­ volt'un anlamlı biçimde geliştiği görülür. İki sözcüğün, revolt ile revolution'm, döngüsel bir hareketten siyasal bir kalkışım anlamına gelecek biçimde gelişmesi pek rastlantı olamaz.

Revolution muhtemelen siyasal gelişiminde revolt'un yakın­ lığından etkilenmiş olmalı, ama İngilizce sözcüğün döngüsel hareket anlamı en azından bir yüzyıl daha sürdü. Döngüsel hareketten kalkışıma geçişin (hem revolt hem de revoluti-

327

on'da) muhtemelen iki temel nedeni var. Bir yandan aşağıda­ ki'nin üstünde yukandaki biçiminde normal güç dağılımına ilişkin basit bir fiziksel anlam vardı. Yerleşik bir otoritenin ba­ kış açısından, revolt normal bir siyasal düzeni devirmeye, ba­ şaşağı çevirmeye, alt üst etmeye dönük bir girişimdir: aşağı

kendisini yukan'nm karşısına, hatta bu anlamda üstüne koyar. Bu, Hobbes'un Leviathan, il, 28'inde hala belirgindir: "such as are they, that having been by their own act Subjects, delibera­ tely revolting, deny the Soveraign Power" [onlar öyledir ki, kendi eylemleriyle kulken, isyan ederek, Yüce Kudret'i inkar etmişlerdir. ] (1651). Öte yandan, ama sonuçta aynı vurguya neden olacak biçimde, sayesinde yaşamdaki pek çok olayın,

özellikle de birçok önemli kamu işinin buna yorulduğu bir Çarkıfelek imgesi vardı. En basit anlamıyla, insanlar Talih'in çarkında bir aşağı bir yukarı döner, daha doğrusu döndürülür­ dü. Uygulamada, çoğu kullanımda, vurgulanan aşağıya doğru hareket, yani fall [düşüş) idi. Fakat her durumda imgenin asıl anlamı yukarı ile aşağı arasındaki terse çevrilme idi: ister iste­

mez yer değiştirmesi gereken bir tepe bir de dip noktasının özel olarak belirlenmesi bakımından çarkın sürekli hareketine aslında o kadar benzemez. Revolution sözcüğünde asıl önemli değişiklik en azından kısmen bunun etkisinde olmuştu. Daha 1400 yılında bu nitelik vardı: it is 1, that am come down Thurgh change and revolucioun [Bu benim, yere indim, değişim ve döngülerden geçerek] (Romance of the Rose, 4366)

Revolution'ın değişme şeklindeki bir anlamı 15. yüzyıldan itibaren belirgindir: "of Elementys the Revoluciouns, Chaung of tymes and Complexiouns" [Elementlerin Döngüleri, zaman ve görünüşlerinin değişimi] (Lydgate, yak. 1450). 17. yüzyılın ortalarında bile fortune [ talih) ile ilişkisi belirgindir: "whereby one may see, how great the revolutions of time and fortune

328

are" [Bununla insan, zamanda ve talihte devrimin ne kadar büyük olduğunu görebilir) (1663) . Revolt'a zaten yeterince yerleşmiş olan siyasal anlam, 17. yüzyılın başlarında revolution'da ortaya çıkmaya başladı, fakat en eski örnekleri muğlaklaştırmaya yetecek kadar eski değişim anlayışıyla çakışma görülüyordu. Cromwell bir devrim yaptı, ama "Tanrı'mn devrimleri"nin bir tek insan icadına atfedilme­ mesi gerektiğini söylerken (Abbott, Writings and Speeches of Cromwell, III, 590-2), muhtemelen sözcüğü hala eski dışarı­ dan ve BELlRLEYlCl (bkz. DETERMINE) hareket anlamında (tıpkı Fortune'da, şimdi de Providential'da olduğu gibi) kulla­ nıyordu. Aslında bu sözcükler bütününün en şaşırtıcı yanı, 17. yüzyılda, Cromwell'in devriminin düşmanlarınca Great Rebellion [büyük ayaklanma) diye adlandırılırken, 1688'in da­ ha küçük olaylarının destekleyenlerce Great ve sonunda Glo­ rious Revolution [şanlı devrim) diye adlandırılmasıdır. Birçok kullanımdan, revolution'm 17. yüzyılda, fark edildiği üzere, genel değişebilirlik ya da Talih ya da llahi Takdir'in değişmele­ riyle hala çakışmasına rağmen, siyasal bir anlam kazandığı an­ la$ılmaktadır. Fakat 17. yüzyılın sonlarında küçük olayın Re­ voh.ıtion tanımını alırken, büyüğünün hala Rebellion diye ad­ landırılması anlamlıdır. Yani Revolution hala daha genel ola­ rak is�nilen sözcüktü ve 1 796 gibi geç bir tarihte bile bu ayn­ ını bulabiliriz: "Rebellion is the subversion of the laws, and Revolution is. that of tyrants" [Ayaklanma yasaların devrilme­ sidir, Devrim ise zorbaların] . (Fark edilecektir, subversion da aynı fiziksel imgeye, aşağıdan terse çevirmeye dayalıdır; krşl. overthrow.) Revolution'ın rebellion'a tercih edilmesinin temel nedeni, birinci sözcükteki döngüsel hareket anlamının önceki yasal otoritenin restoration [onarılması) ya da renovation'mmı [yenilenmesi] içerimlemesidir, böyle bir meşrulaştırma olma­ dan otoriteye karşı eylemden farklı olarak. . . 17. yüzyılın sonlarından itibaren, revolution'm İngilizce'de­ ki anlamı 1688 olaylarına yapılan özel göndermenin egemenli­ ğine girdi. Olağan olarak (Steele, 1 710; Burke, 1 790) "the Re­ volution" diye gönderme yapılıyordu ve revolution'a karışan

329

ya da destekleyen kişiyi anlatan ilk ad olan revolutioner önce­ likle bu özgül bağlamda kullanılıyordu. Yine de yeni bir genel anlam ağır ağır bunların arasından sıyrılıyordu ve rebellion ile revolution arasında ayrım yapmak için yeni bir neden vardı: bu bakış açısına göre, Amerikan eyaletlerinin isyanı ve bağım­ sızlık ilanı. Revolution bu kez hem yerel hem de genel olarak mücadeleyi kazandı. Belli bir hükümdara sadakatten çok siya­ sal sistemin yeterliliğinin esas alındığı yeni bir siyasal düşünce ikliminde, bağımsız değişimden yana olanlar revolution söz­ cüğünü rebellion'a yeğlemeye başladı. Bu bizim zamanımızda da önem taşır. Rebellion hala egemen iktidar ve dostları tara­ fından olup bitenin -kendi bağımsız neden ve bağlılıklarıyla birlikte- revolution olduğu itiraf edilinceye kadar (hatta edil­ dikten sonra bile) olağan biçimde kullanılır, gerçi bir büyük­ lük anlamı da eklenmiştir: "Sire ... it is not revolt, it is a revolu­ tion" [Efendim . . . ayaklanma değil bu, devrim) ( Cariyle, French Revolution, V vii; 1837). (Revolt ve revolting'in 18. yüz­ yılın ortalarından itibaren, eylemin yam sıra duyguya da uygu­ landığını belirmekte yarar var: iğrenme, tiksinme, revulsion duygusuna; bu da muhtemelen ayrımı derinleştirdi. Revulsi­ on'm köken bakımından rebellare'den -isyan etmek, başkaldır­ mak- gelen revel ile ilişkili olması ilginçtir. Revel sözcüğü gü­ rültülü kahkaha anlamından geçerek canlı şenliklere özgü ol­ du; rebel ise kendi istenmeyen anlamını aldı; kendini çekme şeklindeki fiziksel bir anlamdan gelen revulsion 19. yüzyılın başlarında iğrenerek çekilme anlamını kazandı.) Sözcükler arasındaki bu etkileşim aşamasında Fransız Dev­ rimi'nin özgül etkileri, revolution'm modem anlamını belirleyi­ ci kıldı. Zaman zaman meşrulaştırmak için kullanılan yasal otoriteyi onarma şeklindeki eski anlamı, PROGRESS'in [ilerle­ me) (bkz. bu madde) gitgide olumlu değer kazanan anlamının desteklediği yeni bir düzenin zorunlu olarak kurulması anla­ mına yenik düştü. Kuşkusuz insanın ORIGINAL (bkz. bu madde) haklarının kazanılması da etkiliydi. Yeni bir insan dü­ zeni kurma anlamı, eski bir düzeni yıkma anlamı kadar önem­ li olmuştur her zaman için. Ne de olsa, rebellion ile arasındaki

330

ya da sonuçta palace revolution (toplum biçimlerini değil li­ derleri değiştirme) denilen şeyle arasındaki can alıcı ayrımı buna borçluydu. Yine de silahlı kalkışmalar ve çatışmaların gerçek tarihinden doğan siyasal tartışmada, revolution şiddet taşıyan yıkma eylemi şeklinde özel bir anlam kazandı ve 19. yüzyılın sonlarından itibaren barışçıl ve yapıcı yollar getiren yeni toplumsal düzen anlamında EVOLUTION [evrim] (bkz. bu madde) ile karşıtlaştırılıyordu. Yepyeni bir düzen getirme anlamında revolution sosyalist hareket tarafından büyük ölçü­ de güçlendirildi ve bu da revolutionary [devrimci] ve

onary

evoluti­

[ evrimci] sosyalizm arasındaki ayrımın biraz karmaşık­

laşmasına neden oldu. Bir bakış açısından, ayrım eski düzenin şiddetle yıkılması ile barışçıl ve yapıcı değişim arasındaydı. Bir o kadar geçerli olan bir başka bakış açısından ise, yepyeni bir toplumsal düzen (CAPITALISM'e karşı SOCIALISM (bkz. bu maddeler)) için çabalamak ile var olan düzenin daha sınırlı bir değişimi ya da REFORM ("karma ekonomi" ya da "post-kapi­ talist toplumda" "eşitlik mücadelesi") arasındaydı. Çoğu za­ man -revolution'ı özelleştirmek için kullanılan yöntemler hak­ kındaki tartışma da genelde amaçlara ilişkin bir tartışmadır. flevolution, :revolutionary ve revolutionize [devrim yap­ mak] kuşkusuz, siyasal bağlamların dışında, çok geniş bir et­

kinli�er yelpazesi içinde kökten değişimleri ya da kökten yeni gelişmeleri anlatmak için kullanılır olmuştur. "Alışveriş alış­ kanlıklarında devrim" ya da "ulaşımda devrim" den söz edildi­ ğini okumak tuhaf gelebilir ve kuşkusuz sırf "dinamik" bir ye­ ni ürünü tanımlamak için kullanılan reklamcılık dilinden de ibaret olabilir. Fakat bir şekilde bu hiç değilse revolution'ın VlOLENCE (bkz. bu madde) ile ilişkilendirilmesinden daha tuhaf değildir, çünkü sözcüğün başlangıçtan bu yana, önemli anlamlarından biri, onarıcı olsun yenilikçi olsun, önemli ya da kökten değişim anlamı olmuştur. Fransız Devrimi'ne ömekse­ meyle 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın başlanna ait fabrika sistemi ve yeni teknoloji INDUSTRIAL (bkz. bu madde) Revo­

lution [Sanayi Devrimi] diye adlandınlmca, yeni kurumlar ve teknolojilerin revolutionary olarak tanımlanmasının zeminle-

331

rinden biri hazırdı. Industrial Revolution'ın [Sanayi Devrimi) yorumundaki -yeni bir toplumsal sistemden yeni icatlara uza­ nan- çeşitlilik bu kullanım üstünde etkili oldu. Transistor re­ volution [transistör devrimi) sözü social revolution [toplum­ sal devrim) anlamını bütün ciddiyetiyle anlayan biri için gev­ şek ya da önemsiz gelebilir ve technological [teknolojik) ya da second industrial revolution [ya da ikinci sanayi devrimi) po­ lemiğe açık ya da dikkat dağıtıcı tanımlar olarak gözükebilir. Yine de sözcüğün anlamı bu kullanımların herbirini destekler. Büyük devrimlerin yüzyılında daha da anlamlı olan, uygulama ile içerim arasındaki belirgin ayrımdır, böylece siyasal anlam çevresinde toplanmış olan fırtına bulutlan neredeyse dört bir yana estiklerinde serin ve zindelik veren rüzgarlara dönüşür.

Bkz. EVOLUTION, ORIGINAL, REFORM, VIOLENCE ROMANTIC [Romantik] Romantic karmaşık bir sözcük, çünkü modem anlamlarını iki ayn bağlamdan alıyor: romance'lann içerik ve niteliğinden ve de Romantic Movement'ın içerik ve niteliğinden. Bu sonuncu­ su genelde 18. yüzyılın sonları ile 19. yüzyılın başlan arasında tarihlendirilir; kendi içinde olağanüstü karmaşık ve farklıdır. Fakat romantic, bundan çok daha önce İngilizce'de, başat olan modem çağnşımlannın çoğuyla birlikte kullanımdaydı. Sıfat biçimi o dönemde anlaşıldığı biçimiyle romance'tan 17. yüz­ yılda türetilmişti; İngilizce romantic 1650'de yılında; Fransız­ ca romanesque 166l'de; Almanca romanisch 1663'te kaydedil­ miştir. (Fransızca romantique ve Almanca romantisch İngilizce sözcüğün 18. yüzyılda yapılmış uyarlamalarıydı. ) Fakat ro­ mance'ın kendisi de bu dönemde değişiyordu. Sözcük çeşitli biçimlerde, romanz, romaunz, roman, romant vb., eski Fransız­ ca ve Provansal aracılığıyla orta Latince romanice'ten -"Roma­ nic dilde olan"- geçer: yani, yeni Latin yerel dillerinde. Geniş bir biçimde söz edecek olursak, ortaçağ romansları manzum macera, şövalye veya aşk hikayeleriydi ve ta Paradise Lost'ta

332

Milton Romance'ı hala bu anlamda kullanıyordu: "what reso­ unds in Fable or Romance of Uther's son". Romantic'i doğura­ cak asıl gelişme, büyük ölçüde 16. yüzyıla ait İspanyol formla­ rına dayalı yeni düzyazı romance'ların popüler olmasıydı. Bunlar çoğunlukla duygusal ve abartılı, ama aynı zamanda düşgücünün özgürlüğüyle şekillenmiş kabul ediliyordu. Her iki anlam da yeni sıfat biçimine geçmiştir: "the romantic and visionary scheme of building a bridge over the river at Put­ ney" [Putney'de nehrin üzerine bir köprü kurmanın romantik ve geleceğe dönük tasarımı] (1671); "upon the onely security of Mr Harrington's romantick Commonwealth" [Mr. Harring­ ton'ın romantik Commonwealth'inin tek güvencesi" ] (1660) ; "these things are almost romantique, and yet true" [ "Bunlar neredeyse romantik şeyler, ama doğru da" ] (Pepys, 1667); "that Imagination which is most free, such as we use in Ro­ mantick Inventions" [ "Hayal gücünün, Romantik katlarda ol­ duğu gibi, tamamen özgür kılınması.. . " ] (1659). Bu kullanım yelpazesi devam etti ve yelpazeye belli yerlerin tanımı olan po­ püler: bir kullanım eklendi: "a very romantic seate" (Evelyn, Diary, 1654). �eni bir edebi, sanatsal ve felsefi hareket olarak romantic esasen 19. yüzyılın başlarına, öncelikle Almanya ve Fransa'ya ait (A., W Schlegel ve Mme de Stael) bir gelişmeydi. İngiliz­ ce'deki kullanımı büyük ölçüde, Romantic ile Classical arasın­ daki ayrımın (en etkili biçimi l 798'den itibaren Friedrich Schlegel'deydi) doğduğu Alman düşüncesinin etkisi altındaydı (krşl. Lovejoy ve Eichner) . Yine de Romantic movement ya da Romantic poets ( 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın başları) hakkında kullanıldığı biçimiyle Romantic 1880'lerden önce genel kullanıma girmiş değildi. Üstelik, belli dönemler ve üs­ luplara gönderme yapılan özel bağlamlar dışında, bu anlamda Romantic'i önceki genel anlamlardan ayırt etmek kolay değil­ di. Özgür ya da serbest düşgücüne ilişkin mevcut anlam kuş­ kusuz büyük ölçüde güçlenmişti. Kurallar ve geleneksel bi­ çimlerden kurtulma biçimindeki genişletilmiş anlam da, bir tek sanat, edebiyat ve müzikte değil, duygu ve BEHAVI-

333

OUR'da da (bkz. bu madde) güçlü bir biçimde gelişti. Buna denk düşen güçlü duygu anlamı, aynı zamanda taze ve authen­ tic duygu anlamı da önemliydi. Romantic hero abartılı bir ka­ rakterden ideal karaktere doğru gelişti. "İrrasyonel", "bilinçdı­ şı" ve "efsanevi" ya da MYTHICAL (bkz. bu madde) şeklinde­ ki yeni değerlendirmeler, içinde bu malzemelerin bir kısmının bulunabildiği folk-cultures'a ilişkin yeni değerlendirmelerin ya­ nı başında ve, farklı bir boyutta, özgürleşmiş düşgücü ve güç­ lü ORIGINAL (bkz. bu madde) duyguya yapılan vurguyla bağ­ lantılı olan SUBJECTIVITY'ye (bkz. bu madde) ilişkin yeni de­ ğerlendirmelerin yanı başında gelişmiştir. Bu anlamlarla önce­ ki anlamlardan bir kısmı arasındaki çakışmanın derecesi orta­ dadır: yeni olup da kesin çizgiler çekilmesi zor olan şey, önce­ den özgül ve ayırt edilebilir özellikler olarak görülen şeyin ge­ nel felsefi temeliydi. 20. yüzyılda tarihsel bir tanım olarak ve tartışmalı ama hala 18. yüzyılın sonlanna ait felsefi ve edebi hareket için gerekli bir genelleme olarak Romantic yaygınlığını korudu. Fakat es­ ki kullanımlan belli bir bulanıklıkla birlikte hala canlıdır. Ro­ mantic bir yer hala onay görür; romantic plan ise görmez. 19. yüzyılda türemiş sözcükler, romanticism ve romanticize (öz­ gül kültürel gönderimlerin dışında) büyük ölçüde istenmeyen türdendir. Romantic feelings ve romance'm kendisi bu arada (artık romantic fıction olarak özelleşmiş bulunan pek çok ro­ mance ve romantic stories'in desteğiyle) çoğunlukla erkekler­ le kadınlar arasındaki sevgiye özgü olmuştur. Romantic sevgi ile cinsel sevgi arasında ikincil bir aynın vardır, fakat cinsel bir ilgi hala popüler kullanımda romance'dir ve romantic yerler ile romantic durumlar bundan çok etkilenir. Çoğu zaman, gerçek terimlerin çok farklı niteliklerini koruduğu eski Ro­ mances ve Romantic literature'ın anlaşılmasını da etkilemiş­ tir bu.

Bkz. CREATIVE, FICTION, FOLK, GENERATION, MYTH, NOVEL, ORIGINAL, SEX, SUBJECTIVE 334

s SCIENCE [Bilim] 19. yüzyıldan önce başka anlamlarının olduğunu hatırlasak bile, science şu anda çok kolay bir sözcük gibi görünebilir. Yi­ ne de, özellikle bu anlamlardan kopmasında, önemli ve hala etkin bir toplumsal tarih görülür. Science Ingilizce'ye 14. yüz­ yılda girmiştir, Fransızca yakınkök science, Latince scientia'dan -bilgi- gelir. En eski kullanımları çok geneldi. "for God of sci­ ens is lord" [Bilen Tanrı için lord. . . ] (1340) gibi kullanımlarda bilgiyi anlatan bir sözcüktü ve bu kullanım Shakespeare'de ha­ la canlıydı: ...hatlı not in natures mysterie more science Then I have in this Ring [doğanın esranndaki ilimden , çok fazlası benim bu Yüzüğümde vardır. ] (Al!S Well That Ends Well, V, iii)

Bir şeyi sözgelimi kuramsal olarak bilmekle (science) inanç ve bağlılıkla bilmek (conscience) arasındaki farkı anlatmak üzere, bu anlamı bazen consience'dan ayrılırdı. Fakat belli bir bilgi ya da beceri grubunu anlatmak için, çoğu zaman art ile yer değiştirebilecek biçimde, science daha çok kullanılır oldu: "his science Of metre, of rime and cadence" [Vezin, kafiye ve Kadanstaki ilmi] (Gower, 1390) ; "thre Sciences . . . Divinite, Fisyk, and Lawe" [Ilahiyat, Fizik ve Hukuk ilimleri] ( 1421); "Liberal Sciencis... fre scyencis, as gramer, arte, fisike, astro­ nomye, and otheris" [ Serbest ilimler, dilbilgisi, fizik, sanat, astronomi ve ötekiler] ( 1422) . Bilgi ve öğrenmeyi anlatan genel kullanım ile belli bilgi dal­ lan ya da gruplarını anlatan özel kullanımlar, 19. yüzyılın baş­ larına kadar sürdü. Krşl. "those seeds of science call'd his ABC" (Cowper, 1 78 1 ) ; "no science, except reading, writing

335

and arithmetic" (Godwin, 1 794). Fakat 17. yüzyılın ortaların­ dan itibaren belli değişimler göze çarpmaya başladı. Özellikle art'tan [sanat] ayrıldı: bugünkü modem ayrım değildi elbette (bkz. ART), ama kendi tarzında anlamlı bir ayrımdı. 1678'de "dyallings" (kadran yapımı) "originally a Science . . . yet. . . now. . . no more difficult than an Art" [Bir zamanlar ilimken şimdi bir sanattan öte bir şey değil] olarak tanımlanıyordu; bu kullanım kuramsal bilgi gerektiren beceriyle yalnızca pratik gerektiren beceri arasındaki bir ayrımı anlatmaya dönük gibi­ dir. Ardından l 725'te: "the word science is usulally applied to a whole body of regular or methodical observations or propo­ sitions . . . conceming any subject of speculation" [Bilim keli­ mesi, genellikle, herhangi bir düşünce alanında, düzenli ya da yöntemli bir gözlemler ya da önermeler denetimi anlatmak için kullanılır] . Kuramsal kanıtı ya da, daha yaygın olarak, tar­ tışmada serimlemeye dönük kanıtı anlatan, scientifıc'in (16. yüzyılın sonları, Latince yakınkök scientificus) daha eski bir kullanımıyla uyum içindedir. (Scientifıc de daha önceden, Li­ BERAL (bkz. bu madde) ile nöbetleşerek, bilgi gerektiren sa­ natları MECHANICAL (bkz. bu madde) sanatlardan ayırmak için kullanılıyordu.) Bu şekilde bütün bir bilgi toplamından ortaya çıkan anlam, kuramsal düzeyde, hem yöntem hem de serimleme öğeleri içeriyordu; bilim konudan çok bir tür bilgi ya da savunuydu. llk bakışta modem bir örnek gibi görünen 1 796 tarihli şu cümle için bile böyledir: son zamanlara kadar "mineralogy, though tolerably understood by many as an art, could scarce be deemed a Science" [çoğu tarafından bir sanat olarak anlaşılması hoş görülebilirse de mineraloji bilim olarak pek kabul edilemez] ifadesinde, ayrım muhtemelen pratik ile kuramsal bilgi arasındadır. Kuram her konuda kendini göste­ rebilecek yöntemsel serimlemeyi içeriyordu ister istemez. Kilit ayrım önce science'da değil, experience [deneyim] ile experiment [deney] arasındaki 18. yüzyılın can alıcı farkınday­ dı (bkz. EMPIRICAL). 1 7 ve 18. yüzyıldaki genel anlamlarıyla art ve science arasındaki bir fark olarak ifade edilen pratik ile kuramsal bilgi arasındaki ayrımı destekliyordu bu. Şimdi ex-

336

perimental science [deneysel bilim] dediğimiz, ve artık geriye dönük olarak scientific revolution [bilimsel devrim] denilen şeyin uygulanması 17. yüzyılın ortalarından itibaren gözle gö­ rülür biçimde ilerliyordu. Yine de science, 18. yüzyılın sonla­ rında, hala yöntemsel ve kuramsal serimlemeyi anlatıyordu ve belli incelemelere özelleşmesi henüz belirgin biçimde gerçek­ leşmemişti. Ancak

experience ile experiment arasındaki daha

büyük bir değişimin göstergesiydi. Experience iki doğrultuda özelleşecekti: pratik veya alışılmış bilgiye doğru ve dışsal (ob­ jective [ nesnel ] ) bilgiden farklı olarak içsel (SUBJECTIVE (bkz. bu madde) ) bilgiye doğru. Bu anlamların her ikisi de ex­

perience'da zaten vardı, ama experiment'ın -bir olayın özel ola­ rak düzenlenmiş yöntemsel gözlemi- aynını, experience üzeri­ ne yeni bir özelleşmiş vurgunun yüklenmesine de olanak tanı­ yacaktı. DOGA'.ya (bkz. NATURE maddesi) ilişkin düşüncele­ rin değişmesi "dış dünya"ya yönelik yöntem ve serimleme dü­ şüncelerinin daha da özelleşmesini teşvik etti ve doğa'nın ku­ ramsal ve yöntemsel incelemesi olarak science'ın ortaya çıkışı­

expe­ rience'a uygulanan kuram ve yöntem (alanlardan biri metafi­

nı sağlayacak koşullar artık tamamlanmıştı. Diğer türden

zi),< ve dindi; bir diğeri toplumsal ve siyasaldı; bir başkası duy­ gu ve iç yaşam idi ki onun yeni yeni gelişen bir çağrışımı SA­ NAT, Çbkz. ART maddesi) ile bağlantılıydı) artık science değil de başka bir şey olarak işaretlenip bir yana bırakılabilirdi. Aynın 19-. yüzyılın başlarında ve ortasında katılaştı. Hala pek çok geçmişten kalma kullanım olmakla birlikte, 1867'de çok tereddütsüz, aynı zamanda çok bilinçli bir ifadeyle karşı­ laşırız: '"Bilim' sözcüğünü İngilizlerin çok yaygın olarak yük­ lediği bir anlamda, fiziksel ve deneysel bilimi anlatacak, teolo­ jik ve metafizik olanı dışta bırakacak biçimde kullanacağız" . Bu özel dışlama belirleyici bir tartışmanın doruk noktasıydı, ama özelleşme bu başlık altında başka pek çok bilgi ve öğren­ me alanını dışarıda bırakıyordu. Scientific, scientific method [bilimsel yöntem] ve scientific truth [bilimsel doğru] , doğa bilimleri'nin, özellikle fizik, kimya ve biyolojinin başarılı yön­ temlerine münhasırdı. Diğer çalışmalar kuramsal ve yöntem-

337

sel olabilirdi, ama artık önemli olan nokta bu değildi; tanımla­ yıcı olarak kabul edilen artık bu alanlarda kol kola giden mad­ de ve yöntemin somut

nesnel niteliğiydi.

1840'ta Whewell şöyle yazacaku: "we need very much a na­ me to describe a cultivator of science in general. 1 should inc­ line to call him a scientist" [genel olarak bilim üreten kişiyi ta­ nımlayacak bir ada çok ihtiyacımız var. Ben bilimadamı deme eğilimindeyim. ] Yeni yeni özelleşen vurgu içindeki genel bir gruplandırmanın önemli bir işaretidir bu. 1 830'lann başında British Association toplantılarında harıl harıl uygun bir söz­ cük aranıyordu (aslında science'm eski anlamlarıyla 16. yüz­ yılda sciencer ve 18. yüzyılın sonlarında scientist zaten ara sı­ ra kullanılıyordu) . "Leonardo zihnen hakikati arıyordu -bir bilimadamıydı; Correggio ise hakikat iddia ediyordu- bir sa­ natçıydı" örneğinde daha ileri bir aynın görülür. Bu tür ayrım­ lar 1836 gibi geç bir tarihte olsa bile gelenekselleşti ve Cons­ table inandırıcı biçimde şunları söylüyordu: "resim bir bilim­ dir ve doğanın yasalarının araştırılması olarak yürtülmelidir. Niçin . . . manzara resmi, tabloların deneylerden başka bir şey olmadığı, doğa felsefesinin bir dalı olarak düşünülmesin ki?"

(Fourth Lecture at the Royal Institution). Fakat başat eğilim baş­ ka bir yöndeydi. Yöntem tek bir yöntem türüne hasredilmişti, tıpkı serimlenebilir türden experience'ın belli bir experiment tü­ rüne hasredildiği gibi. Bunun sonradan kendi iç sonuçlan ola­ caktı, özellikle biyolojide ve fizikte. İnsanın diğer bilgi alanla­ rında da derin sonuçlan olacaktı; özel ve çok başarılı bir yan­ sız yöntemsel gözlemci ve dışsal inceleme nesnesi modeli, yal­ nızca science olarak değil fact [olgu] ,

ason

truth

[doğruluk] ve

re­

[akıl] ya da RATIONALITY [ussallık] (bkz. bu madde)

olarak genellik kazandı. Daha eski, ama artık özelleşmiş ve bir alana ayrılmış bir yöntem bakımından modelin geleneksel eleştirisiyle bu daha da kötü duruma getirildi:

öznel olgular ve

doğruların ve scientific yöntemden çok bunların uygun düş­ tüğü "alanlar"ın -dinsel, sanatsal, psikolojik, ahlaksal (toplum­

sal ise tereddütlüdür)- ayrılması. Science'ın özelleşmesi belki de İngilizce'de kendisine en çok

338

benzeyen dillerin çoğundan daha eksiksizdir. Bu da günümüz­ deki çevirilerden, özellikle Fransızca'dan, önemli sorunlara yol açmaktadır: krşl. science ile studies'in [çalışmalar, incelemeler) social [toplumsal) ya da human sciences'da [insan bilimleri) birbirlerinin yerine geçmesi ve de eski anlamıyla, yani "tartış­ mada serimlemeye dönük kanıt" ya da sonra gelişen "yöntem­ sel titizlik" anlamında kullanıldığında scientific üstünde olu­ şan baskı - öyleyse deneyler nerede ve bu, (öznel, yazınsal, kur­ gul) deneyim'den ibaret değil mi? Geleneksel bölümlemelerin basitleştirilmiş biçimleri, özellikle science ile art, öznel ile nes­ nel arasındakiler, daha da belirginleştikçe, tartışmanın sınırlı tek yanlılığını tanımlamak için scientism gibi eleştirel bir te­ rim kullanılmaya başlandı. 19. yüzyılın sonlarından itibaren scientism science'a özgü konumlan anlatıyordu, ama eleştirel kullanımlarında, (uygun olmayan) araştırma yöntemlerinin "fiziksel" bilimlerden "insan" bilimlerine aktanlmasım dile ge­ tiriyordu. "Öteki", aslında tamamlayıcı konumun aynı ölçüde apaçık sınırlarını tanımlamak üzere hala yaygın biçimde kulla­ nıldığı söylenemez (gerçi oluşumu edebiyat, estetik ve öznel gi­ bi şu anda yeniden incelenmesi çerçevesinde görülebilir) .

Bki:. ART, EMPIRICAL, EXPERIENCE, MATERIALISM, POSITI­ VIST, 'SUBJECTIVE, THEORY ...

SENSIBILITY [Duyarlılık, hassasiyet] Sensibility İngilizce'de 18. yüzyılın ortalarından 20. yüzyılın ortalarına kadar çok önemli bir sözcük oldu, ama son yıllarda bu önem büyük ölçüde azaldı. Tarihin bu dönemindeki hem anlamlan ve çeşitlemeleriyle hem de sense'in çevresinde topla­ nan karmaşık sözcük grubu içindeki ilişkileriyle çok güç bir sözcüktür. Bu grubun ne kadar güç olduğunu anlamak için bir tek sensibility'nin sensible olma durumunu anlatan genel bir ad olmadığım anımsamalıyız. Grubun iç ilişkilerinden bir kıs­ mı William Empson tarafından The Structure of Complex Words, 250-310; 195 1'de incelenmiştir.

339

Latince yakınkök sensibilitas'tan gelen sensibility'nin en es­ ki kullanımları, Fransızca yakınkök sensible, geç Latince sensi­ bilis'ten -(fiziksel) senses [duyular] aracılığıyla hissedilen, al­ gılanılan- gelen sensible'ın en eski kullanımlarına uygundur.

15. yüzyıldan itibaren görülen sensible'in bu kullanımı, 15. yüzyıldan itibaren görülen fiziksel duygu ya da duyu algısı an­ lamındaki sensibility'nin temelinde yatar. Fakat sık kullanılan bir sözcük değildi. Sense'teki dikkate değer gelişme, sürecin belli bir ürünü kapsayacak biçimde genişletilmesi şeklindeydi: yani sensible'in başat modem anlamının türetileceği sağduyu, doğru yargı olarak sense'i. (Common sense bu yolu izledi, ortak süreç sonucunda ulaşılan sense'e yaptığı daha önceki ve daha etkin gönderimin ardından besbelli olanın -herkesin bildiği ya da pratik olduğunu bildiği- kaba saba kesinlemesi anlamını aldı; burada COMMON'ın (bkz. bu madde) çeşitlemeleri çok önemlidir.) Fakat sensible bu kısıtlı kullanıma özgü olmadan önce, geçici olarak başka bir yöne, 16. yüzyıldan itibaren "se­ vecen" ya da "ince" duygulara doğru ilerledi. Bir tek sensible of ifadesinde yaşıyor bu (krşl. touched'ın özel kullanımı); sense of anlatımının daha geniş bir yelpazesi vardır, yansızlığı da kapsar. Sensibility'nin 1 8. yüzyılait önemli kullanımı da işte bu özel kullanımıyla sensible'dan türetildi. Fiziksel ya da duy­ gusal bir durumu anlatabilen sensitivity'den [duyarlılık] öte bir değeri vardır. Aslında belli kişisel niteliklerin toplumsal bir genellemesi, bir başka deyişle belli toplumsal niteliklerin kişi­ sel olarak sahiplenilmesi anlamına geliyordu. Bu şekilde TAS­ TE [beğeni] (bkz. bu madde) , cultivation [yetişme, eğitim] ile discrimination [ayrım] ve, bir başka düzeyde, CRITICISM [eleştiri] (bkz. bu madde) ve cultivated ile cultivation'dan türe­ miş bir kullanımıyla CULTURE'ı (bkz. bu madde) kapsayan önemli bir oluşuma aittir. Bu sözcüklerin hepsi çok genel insa­ ni süreçleri tanımlar, ama özelleştirecek biçimde; sık sık ima edilen fiilen dışarda bıraktıklarının olumsuz etkileri en iyi, hem iyi ve bilgiye dayalı yargı hem de belli gruplara haksızlık yapma süreci anlamında yaşayan discrimination sözcüğünde görülebilir. Taste ve cultivation, genellemeye ve aslında CON340

SENSUS'a [oydaşma, mutabakat] (bkz. bu madde) dayalı bi­ çimde varlıklarını yokluklarıyla karşıtlaştırmadıkça bir anlam ifade etmezler. 18. yüzyıldaki kullanımlarında sensibility, mo­ dem awareness'a [ayırdındalık] (bir tek consciousness [bilinç] değil, aynı zamanda conscience [bilinç] ) çok benzeyen bir kul­ lanımdan sözcüğün birebir anlattığı şeyin, yani hissetme yete­ neğinin güçlü bir biçimine bir dizi anlam ifade ediyordu: "de­ ar Sensibility! source. . . unexhausted of all that's precious in our joys, or costly in our sorrows" [Sevgili Duyarlılık! Sevinç­ lerimizde değerli veya üzüntülerimizde masraflı olan her şeyin tükenmek bilmez kaynağı! ] (Steme, 1768). Sentimental'la [duygusal] ilişkisi işte bu noktada önemli ol­ muştu. Orta Latince yakınkök sentimentum, Latince kök söz­ cük sentire'den -hissetmek- gelen sentiment, 14. yüzyıla ait fi­ ziksel duygu, bir kişinin kendisine ait hissi şeklindeki kulla­ nımdan 17. yüzyıla ait kanı ve duygu kullanımlarına değin bir dizi anlam taşıyordu. 18. yüzyılın ortalarında sentimental yay­ gın biçimde kullanılıyordu: "sentimental, so much in vogue among the polite . . . Everything clever and agreeable is compre­ h'ended in that word . . . a sentimental man . . . a sentimental paıty. .. a sentimental walk" [ "Duygusal" , kibarlar arasında pek revaçta... Zekice ve hoş olan her şey o kelimeyle anlatılıyor: duyg'u.sal bir adam, duygusal bir toplantı, duygusal bir yürü­ yüş . . . ] (Lady Bradshaugh, 1 749) . Sensibility ile o dönemde yakın bir ilişkisi vardı: duygulara bilinçli olarak açık olma du­ rumu ve duyguların bilinçli olarak tüketilmesi. Bu sonuncu kullanım sentimental'i savunmasız bıraktı ve 19. yüzyılda çoğu zaman kabaca vurgulanan bu anlamıydı: vapour of Sentimen­ talism, Philanthropy and Feasts of Morals" [Duygusallığın, in­ sanseverliğin, Ahlaki Ziyafetlerin gülpembe buğusu] ( Carlyle, 1837); "Sentimental Radicalism" [Duygusal Radikalizm] (Dic­ kens üstüne Bagehot, 1858). Niyet ve sonuç bakımından ah­ laksal ve radikal olanın büyük kısmı, sentiment'ın tedirgin ve­ ya kendine karşı hoşgörülü görüntülerini resmetmek için kul­ lanılan fırçanın aynısıyla silindi. Southey, muhafazakar olduğu aşamada, bu iki sözcüğü bir araya getirecekti: "the sentimental

341

classes, persons of ardent or morbid sensibility" [Duygusal sı­ nıflar, Coşkulu ya da Hastalıklı Duyarlılık sahibi kişiler] (1823). Bu şikayet "heyecanlarına yüz verenler" kadar "gere­ ğinden çok" duygulananlardandır. Bu karışıklık kalıcı biçimde

sentimental'e (sentimental value gibi anlatımlarda sınırlı sayıda olumlu kullanım yaşasa da) zarar verdi ve sentimentality'yi bü­ tünüyle belirledi. Sensibility bundan kaçtı. 18. yüzyıldaki yelpazesini korudu ve özel bir alanda, AESTHETIC [estetik] (bkz. bu madde) duy­

Sense and Sensibility'de, özelleşmiş olan terimlerin tanımladığı değiş­ gu konusunda önem kazandı. (Jane Austen, elbette ki

ken nitelikleri araştırmıştı. Emma'da "more acute sensibility to fine sounds than to my feelings"de [Benim duygularımdan çok ince seslere karşı keskin bir duyarlılık] bir eğilim seçmiş olabi­ lir (II, vi; 1815).) Ruskin "sensibility to colour"dan [renge du­ yarlılık] söz ediyordu (1843). Bir tek RATIONALITY'den [us­ sallık] (bkz. bu madde) ya da

intellectuality'den [zihinsellik]

değil, (18. yüzyıldaki çağrışımlarından birine karşıt olarak)

morality'den [ahlaklılık] de ayrılabilen bir ilgi ve tepki alanını ayırt etmek için sözcükler gitgide daha çok kullanılmış gibidir. 20. yüzyılın başlan itibariyle, sanatçıların çalıştığı ve hitap etti­ ği insan alanını anlatmak için anahtar bir sözcüktü. Reason [akıl] ve emotion [duygu, heyecan] arasındaki ayrımlara dayalı bir CRITICISM'in [eleştiri] (bkz. bu madde) daha sonra geliş­ mesinde,

emotional [duygusal] veya emotive'e [duygularla ilgili]

indirgenemeyen insan tepkisi ve yargısını anlatan genel bir söz­ cük olarak sensibility tercih ediliyordu. T. S. Eliot'ın 1920'lerde dissociation of sensibility [duyarlılığın ayrıştırılması] dediği şey, "düşünce" ile "duygu" arasında varsayılan bir ayrılmaydı. Sensibility görünüşe göre birleştirici sözcük oldu ve bir bütün olarak, tepki biçimlerinden belli bir zihnin oluşumuna karşılık gelen bir kullanıma geçti: yani ne "düşünce" ne de "duygu"ya indirgenemeyen, başlı başına bir algılama ve tepki verme biçi­ mi, başlı başına bir etkinliğe. Etkin bir şey ve oluşturulmuş bir şey biçimindeki anlamlarıyla EXPERIENCE [deneyim] (bkz. bu madde) aynı genelliği kazandı. Önemli bir dönem için, sen-

342

sibility kendisinden sanatın doğduğu ve kendisiyle sanatın alımlandığı şeydi. Bu sonuncu kullanımında, başlangıçtaki olu­ şumunda önemli ortakları olan taste ve cultivation, genel olarak yerlerini discrimination ve criticism'e bıraktı. Yaklaşık 1960'a kadar egemen olan bu aşamanın genel ilgisi için anahtar terim­ ler hala büyük ölçüde kişisel niteliklerin genellemeleri ya da, gitgide belirginleştiği gibi, toplumsal niteliklerin kişisel sahip­ lenilmeleriydi. Zihin'in zorlu içerimleri ya da düşünce ya da duygu'nun özelleşmeleri olmaksızın, sanatın kaynaklan tartış­ masında görünüşte yansız bir terim olarak sensibility, belli bir tepki biçimi için başvuru ya da onay sözcüğü olarak olduğun­ dan daha uzun ömürlü çıktı. Fakat, 18. yüzyıldaki ortaya çıkış­ ta olduğu üzere, adeta belirgin bir toplumsal olgu ya da süreç­ miş gibi, etkin bir kişisel niteliğin soyutlanması ve genellenme­ si, belli değerlendirmelerde fikir birliğine dayanıyordu ve bun­ lar çökünce ya da reddedilince, sensibility genel kullanıma gi­ remeyecek kadar derinlemesine onların rengini aldı. Sözcük canlı tartışmanın dışında kalmaya başladı, ama gerçek yelpaze­ sini:q (temelde söz konusu olan da budur) yerine geçebilecek yeterli bir ikamenin bulunamamış olması anlamlıdır.

Bkz. AESTHETIC, ART, CRITICISM, CULTURE, EXPERIENCE, RA­ TIONAL, SUBJECTIVE, TASTE SEX [Seks, cinsel ilişki; cinsiyet] Günümüzdeki başat anlamlarından biriyle -aslında egemen gündelik anlamıyla- "the sexes" [cinsiyetler] arasındaki fizik­ sel ilişkilere gönderme yaparken, eski kullanımları cinsiyetler arasındaki bölünmelerin tanımı olduğu için, sex'in ilginç bir tarihçesi vardır. İngilizce'ye 14. yüzyılda Latince yakınkök se­ cus ya da sexus'tan -insanlığın erkek ya da dişi section'ı [kıs­ mı]- geçti. Dolayısıyla 1382'de "maal sex and femaal" [erkek cinsi ve kadın] gibi bir kullanım görülür. Fakat sözcük 16. yüzyıldan önce yaygın olarak kullanılmaz. Bu genel anlamıyla o günden bu yana kuşkusuz sürekli kullanılıyor. 343

Bu durumda bu genel kullanımın arkasında karmaşık bir di­ zi gelişme var. Dolayısıyla "gentle sex" [zarif cins] (16. yüzyı­ lın sonları), "the weaker sex" [aciz cins] ( 1 7. yüzyılın başlan) , "the fairer sex" [güzel cins] * (17. yüzyılın ortaları) örneklerin­ de olduğu üzere sözcüğün kadınlara ilişkin belli bir anlam özelleşmesi görülür; üstelik 16. yüzyıldan itibaren tek başına "the sex" kadınlan anlatmak için sık sık kullanılıyordu. Bunun örnekleri 19. yüzyıl, hatta daha yakın zamanlara kadar bulu­ nabilir. Bir de 19. yüzyılın başlarından itibaren "the second sex" [ikinci cins] kullanımı vardır. Sexual [cinsel] 17. yüzyılın ortalarından itibaren betimleyi­ ci bir fiziksel anlamla kaydediliyor; sexless ise 16. yüzyılın sonlarından itibaren aynı göndermeyle kullanılmıştı. Açıkça sansüre, otosansüre ve utanmaya tabi bir konuşma ve yazı alanında, daha sonraki değişmelerin izini sürmek ko­ lay değil. Dolayısıyla Donne'ın The Primrose'unu ( 1630'dan önce) anlaşılan günümüzdeki anlamıyla okuyabiliyoruz: Should she be more than woman, she would get above All thought of sexe, and think to move My heart to study her and not to love. [Kadından öte bir şey olacaksa, Cinsellik düşüncesinin de üstüne çıkmalı, Yüreğim o zaman aşkı değil Onu incelemeli]

Fakat örneklerin çoğunda sex'in bilinen modern anlamı kastedilmez. Farklılık anlamı, daha sonra da özgüllük anlamı, kuşkusuz pek çok türden yazıda yaygındır, ama fiziksel ilişki ya da eylem anlamında sex'in 19. yüzyıldan önce pek yaygın olmaması olası değildir. Aslında, bu tür konuların alenen da­ ha konuşulabilir ya da yazılabilir olduğu dönemde benimse­ nip genelleşen nispeten kitabi ya da bilimsel bir sözcüğe ben­ ziyor bu durum (bağlantılı diğer fiziksel cinsel tanımlayıcı sözcüklerde olduğu gibi) . Önceden "carnal knowledge"dan (*) Osmanlıca'da da bunun tam karşılığı olarak "cins-i latif" kullanılırdı - ç.n.

344

[bedensel bilgi] "copulation"a [birleşme] bir dizi görece res­ mi sözcük ve çok seyrek olarak yazıya kabul edilen çok geniş bir gündelik dile özgü anlatımlar yelpazesi olmuştu. ("Have" [sahip olmak] fiilinin çevresinde toplanan, 19. yüzyıldan iti­ baren bol bol kaydedilen, ama çoğu durumda 16. yüzyıla ka­ dar gerilere giden, büyük ölçüde eril sözlerin oluşturduğu çok geniş bir yelpaze vardır.) Karakteristik özelliklerden çok süreçler ve ilişkilerle ilgili olan daha canlı anlamıyla sexual, 18. yüzyılın sonlarından itibaren tıp yazınında yaygındır: bu nedenle "sexual intercourse" [cinsel ilişki] 1 799 tarihinde; "sexual passion" [cinsel tutku, aşk] 1821 yılında; "sexual pur­ poses" [cinsel emeller] 1826 yılında; "sexual instinct" [cinsel içgüdü] 1861 yılında; "sexual impulse" [cinsel dürtü] 1863 yılında kaydedilir. 1815 yılında Sporting Magazine'de görülen bir cümle -"her looks, her turns, her whole manner of spe­ aking is sexual" [bakışları, dönüşleri, bütün konuşması cin­ sellik yüklü]- çok tanıdık gelir. Aynı zamanda eski karakte­ ristik özellikler anlamı hala yaygındı: Pater sexlessness'dan "bir \ür iktidarsızlık" (1873) diye söz edebiliyordu, fakat Eli­ z'abeth Pennell tarafından 1893'te şu cümleyle kastedilen belli ki, bu değildir: . "the new sham sexlessness of emancipation" [Özgürleşmenin getirdiği uydurma cinsiyetsizlik] . Sex-aboli­ tionhtt, 1887, bu bağlamda kadınlara karşı uygulanan top­ lumsal ve yasal disaiminations'm [ayrımcılık] kaldırılmasını (aynı dönemde discrimination'ın kendisi iyiyi kötüden ayırma anlamından, 19. yüzyılın sonlarından itibaren, haksız mu­ amele (discrimination against) anlamına doğru kayıyordu) sa­ vunanları anlatıyordu. Bu kritik anlamıyla sex-privilege [cin­ siyet ayrıcalığı] , 19. yüzyılın sonlarından itibaren kaydedilir, ama daha öncesinde eski, kadınlara özgü anlamıyla "the sex" e özel bir şey olarak privilege'ın [ayrıcalık] görece kibirli ya da ironik kullanımları görülüyordu. Feminism (bazen femini­ nism) 19. yüzyılın büyük bölümünde "kadınların nitelikle­ ri"ni anlatır, ama 1894'te Paris'teki "bir 'Feminist' grup"tan ve de 1895'te, artık daha genel bir hareket olan "Feminism öğre­ tileri"nden söz edildiği görülür.

345

Şimdi sözgelimi "televizyonda seks ve şiddet"e ilişkin gön­ dermelerle karşılaştığımızda, sex'in tarihçesinin büyük kısmı tuhaf görünür. Fiziksel cinsel edimleri ya da onların koşullan­ masını anlattığına açıkça güvenilerek kullanılıyor sözcük. Bu anlamıyla sex'in 20. yüzyılın başlannda, başka ve eski günde­ lik sözcüklere daha kibar bir alternatif olarak gündelik dile girdiği açıkça görülür. Dolayısıyla "gave him sex" [ (kadın için) onunla cinsel ilişkiye girdi] ve "having sex" [cinsel ilişki­ ye girme] gibi kullanımlara rastlanır. 1920'lerden itibaren yay­ gınlaştı, hatta basitleşti; aynı yıl Amerikan gazeteciliğinin ar­ dından İngiliz gazeteciliğinde sexy'nin [seksi] ve bu adla bir Amerikan yarışmasının 1920'lerin ortasında kaydedildiği sex appeal'in [cinsel cazibe, seksapel] ortaya çıktığı görüldü. Aynı dönemde sex-life [seks yaşamı] ile sex-repression [cinsel bas­ tırma] ve de undersexed [cinsel gücü az] gibi sözcükler de kaydedilir; gerçi oversexed'in [aşın seks düşkünü] ilk kullanı­ mı 1908'e aittir. Sexuality [ cinsellik] aynı gelişim çizgisini takip etti. 18. yüzyılın sonlanndan itibaren bilimsel tanıma yöneliktir ve ta 1888'de Handbook of Medical Science başlıklı bir kitapta şu ay­ vardır: "a man has sex, a spermatozoon sexuality" . Yine de 1893'te "alkolün güvenilmez ilhamıyla" "kıkır kıkır gülen nın

cinsellikler" den tanıdık şekilde söz edilir. Sözcük muhtemelen o günden bu yana daha genel ve soyut bir anlama doğru geri­ ledi, çünkü bu düzeyde pek çok kibar alternatif vardır. Cinsel ilişkilerin bilimi olarak sexualogy 1885'te kaydedilir, ama 20. yüzyılın başlannda Amerikan kökenli sexology'ye ye­ rini bırakmıştır. Kadınlara karşı aynmcı tutumlar ve uygulamalann eleştirel tanımlan olarak sexism ve sexist genel kullanıma, ilk olarak ABD'de, 1960'larda girdi. Biçimsel oluşumu önceden kullanı­ lan

racialism'den çok racism'e [ırkçılık] uygundur (krşl. RA­

CIAL) . Terimler daha sonra bazı eğilimlerle birlikte, the sexes arasındaki her tür ya da çoğu aynını (psikolojik, kültürel, top­ lumsal) eleştirmek üzere genişletildi. Bu nedenle, fakat muh­ temelen daha çok 20. yüzyıla özgü sex çevresinde toplanmış

346

çağrışımlar dolayısıyla (krşl. kadınların sex-objects [seks nes­ neleri] olarak görülmesi ya da sunulmasının reddedilmesi), bazı yazarlar gender [toplumsal cinsiyet] alternatifini kullan­ maya başladı. Bu sözcüğün kökü Latince generare'dir -doğur­ mak, baba olmak- fakat bağlantılı olan genre [tür, edebi tür) ve genus [cins] sözcükleriyle birlikte gender özel bir anlam, büyük ölçüde dilbilgisel bir anlam kazandı. Yine de terim ön­ ceden ara sıra dilbilgisi dışında da kullanılmıştır, Gladstone'un "Athene has nothing of sex except the gender, nothing of the woman except the form" [Atina, şekli dışında kadınca hiçbir şey, cinsiyeti dışında cinsellikle ilgili hiçbir şey taşımaz] (1878) cümlesinde olduğu üzere. Bu sözvarlığı alanındaki pek çok başka kullanım gibi bu da, dilde şimdiden şaşırtıcı boyut­ larda etkileri olan, sürüp gelmiş çok önemli bir tartışmanın zeminini oluşturur.

Bkz. FAMILY, INDIVIDUAL, UBERATION, PRIVATE, SUBJECTIVE SOCIALIST [Sosyalist] Socialist sözcüğü 19. yüzyılın başlarında felsefeye ait bir ta­ nım olarak ortaya çıktı. Dilsel kökü Social (sosyal, toplum­ sal)'tQ genişletilmiş anlamıydı. Ancak, kökten farklı siyasi eği­ limlerin terimin kullanımları üzerinde derin etkileri olmuş iki biçimiyle anlaşılabilir bu. Anlam (i)'de social şu andaki ağır­ lıklı ortak yaşam düzeni anlamıyla toplum'u anlatmak için sa­ dece tanımsal bir terimdi; sosyal reformcu bu düzeni düzelt­ mek istiyordu. Anlam (ii)'de social, bireye ve özellikle bireyci toplum kuramlarına açıkça karşıt olan etkili ve ayırt edici bir terimdi. Elbette, bu iki anlam arasında çok etkileşim ve örtüş­ me olmuştur, yine de değişik etkileri terimin oluşumunda baş­ langıçtan itibaren görülebilir. Anlam (i)'in yaygın biçimlerin­ den birisi, aslında LIBERALISM'in devamıdır: siyasi özgürlük, resmi eşitsizliğin ve ayrıcalığın sona erdirilmesi, (farklı birey­ ler ve gruplar arasındaki adalet olarak anlaşılan) sosyal adalet gibi başlıca liberal değerleri sağlamak, yaymak ve geliştirmek

347

için kökten yeniden yapılandırmayı içeren toplumsal düzenin yeniden yapılandırılması. (ii)'nin yaygın biçimi oldukça farklı bir yöne gitmiştir: Rekabetçi ve bireyci toplum biçimi -tam olarak söylemek gerekirse, endüstriyel kapitalizm ve ücretli emek sistemi-; üretim araçlarının özel (bireysel) mülkiyeti var olduğu sürece başarılamayan, pratik işbirliği ve karşılıklılığa dayanan gerçek sosyal biçimlerin düşmanı olarak görülür. ÖZEL (bkz. PRIVATE maddesi) mülkiyete dayanan toplum sosyal mülkiyete ve kontrole dayalı olanla yer değiştirmedikçe, gerçek özgürlüğe ulaşılamaz, başlıca eşitsizlikler sona erdirile­ mez, (mevcut sosyal düzen tarafından üretilen farklı bireyler ve gruplar arasındaki eşitlikten çok şimdilerde adil sosyal dü­ zen olarak anlaşılan) sosyal adalet sağlanamaz. Kendilerini socialist olarak adlandıran birçok grup ve eği­ lim arasında ortaya çıkan çekişme uzun süreli, anlaşılması güç ve şiddetli olmuştur. Her bir temel eğilim diğerleri için alter­ natif, çoğunlukla aşağılayıcı sözler bulmuştur. Ancak 1850'ye kadar sözcük herhangi bir başat kullanıma sahip olamayacak kadar yeni ve geneldi. İngilizce'de bulduğum en eski kullanım Hazlitt'tedir, On Persons One Would Wish to Have Seen (1826) , Winterslow'da ( 1850) yeniden basılmıştır, 1809'a ait bir söyle­ şiyi anımsatarak "bu derin ve ünlü sosyalistler, Thomas Aqu­ inas ve Duns Scouts," diye yazar. Aynca Kasım 1827 tarihli İn­ gilizce Owen'cı Cooperative Magazine'de daha modem bir kul­ lanım vardır; Fransızca'da kaydedilmiş ilk siyasal kullanımı 1833'tedir. Öte yandan, socialisme'in ilkin 183l'de Fransız­ ca'da ve 1837'de İngilizce'de kullanılmış olduğu görülüyor. (Owen, New Moral World, III, 364). (Socialismo'nun İtalyan­ ca'da 1803'teki kullanımının, sonraki gelişmelerle ilişkisi yok gibi; anlamı oldukça farklıydı.) 1820'lerde ve 1830'larda İngil­ tere'de ve Fransa'daki şiddetli siyasal atmosfer göz önünde tu­ tulunca, bir döneme ait anlamlardan daha az önemlidir tam tarihler. Üstelik, hangi sözcüğün belirleyici olacağı o zaman­ dan bilinemezdi. Siyasal sav ve oluşumların çok yoğun ve hızlı olduğu bir dönemdi ve taa 1 840'lara kadar diğer terimler ya socialist'le eşit düzeyde kaldılar ya da aslında daha yaygın du348

rumdaydılar: co-operative [işbirliği yanlısı] , mutualist [karşılık­ lılık yanlısı] , associationist [ortaklık yanlısı] , societarian [top­ lumcu] , phalansterian [birlik yanlısı] , agrarianist [tanın yanlı­ sı] , radical [köktenci] . 1848 gibi geç bir tarihte Webster Sözlü­ ğü (ABD) socialism'i "tanın yandaşlığım anlatmak için kulla­ nılan yeni bir terim" diye tanımlıyordu, oysa ki Fransa ve Al­ manya'da, daha az da olsa lngiltere'de socialist ve socialism artık yaygın terimlerdi. Etken fiiller, socialize ve socialiser, İn­ gilizce ve Fransızca'da 1830'lardan itibaren dolaşımdaydı. Bir diğer alternatif terim, COMMUNIST (bkz. bu madde), 1840'tan itibaren Fransa ve lngiltere'de kullanılmaya başlamış­ tı. Bu sözcüklerin anlamı belli ulusal bağlamlarda değişiklik gösterebiliyordu. lngiltere'de 1840'larda communist'in güçlü dinsel eklentileri vardı ve bu önemliydi, çünkü Robert Owen tarafından kullanıldığı üzere socalist, dine muhalefetle ilişki­ lendiriliyordu ve kimi zaman sözcükten bu nedenle kaçınılı­ yordu. Fransa ve Almanya'daki gelişmeler farklıydı: Öyle ki Engels 1888'deki önsöz'ünde dönüp 1848'de Manda birlikte yazdığı Communist Manifesto'ya bakınca şu gözlemde bulunu­ yordu:

'

Sosyalist manifesto diyemezdik. 1847'de Sosyalizm bir orta sı­ nıf hareketiydi. Sosyalizm, en azından kıtada, saygındı; Ko-

' münizm ise tam tersiydi.

Communist Fransızca ve Almanca'da militan bir hareket an­ lamına geliyordu, o sıralar lngiltere'de sözcük socialist'e tercih ediliyordu, çünkü ateizmi kapsamıyordu. Modem kullanım 1860'lardan itibaren yerleşmeye başladı ve önceki farklılıklar ve ayrımlara karşın, başat sözcükler soci­ alist ve socialism oldu. Bu dönemde ortaya çıkan bir diğer şey de, ilgili sözcük dizisinin -co-operative, mutualist, associationist ve yeni (1850'lerden itibaren) COLLECTIVIST (bkz. bu mad­ de)- doğallaştırması sonucu, anlam (ii)'nin ağırlık kazanma­ sıydı. Her ne kadar hala yoğUn ve karmaşık iç tartışmalar var­ dıysa da, socialist ve socialism bu dönemden itibaren kabul görmüş genel terimlerdi. 1840'larda yapılan ayrıma rağmen 349

Communist, çok daha az kullanılıyordu ve Marksist gelenekte­ ki partiler social ve socialist'in çeşitli değişkelerini ünvan ola­ rak aldılar: genellikle socialism'e bağlılığı anlatan Social De­ mocratic'i. Hatta 1880-1914 dönemindeki yeniden ortaya çıkan şiddetli tartışmalarda bile, bu ünvanlar korundu. COMMU­ NISM, bu dönemde daha önceki bir toplum biçiminin tanımı -primitive communism [ilkel komünizm)- ya da socialism'den geçerek ulaşılacak nihai biçimin tanımı olarak kullanıldı en çok. Yine de, bu dönemde de, kendisini socialist olarak tanım­ layan hareketler, sözgelimi İngiliz Fabianları; alternatif ve kar­ şıt bir toplum kuramı olarak değil de socialism'in liberalism'i tamamlamak için gerekli görüldüğü anlam (i)'i güçlü biçimde yeniden canlandırdı. Shaw ve diğerleri için, socialism "demok­ ratik idealin ekonomik yanı"ydı (Fabian Essays, 33) ve gerçek­ leştirilmesi Liberalism'in temsil ettiği önceki eğilimlerin kaçı­ nılmaz biçimde ömrünün uzatılmasıydı. Bu görüşe karşı çıka­ rak ve böyle "kaçınılmaz" bir gelişmeye kapitalist ekonomik sistemin direnişini vurgulayarak, William Morris communism sözcüğünü kullandı. Her ne kadar bundan türetilecek terimin communist mi yoksa communard mı olması gerektiği konusun­ da önemli bir tartışma vardıysa da, communist'in göreli militan­ lığı Paris Komünü örneğinden de etkilenmişti. Socialist ile communist arasındaki belirleyici aynın, bu te­ rimlerin gündelik dilde kullanıldıkları tek anlamda, 1918'de Rus Sosyal Demokrat lşçi Partisi'nin (Bolşevikler) Tüm Rus­ ya'nın Komünist Partisi (Bolşevikler) adını almasıyla ortaya çıktı. O günden sonra, genellikle social democrat ya da democ­ ratic socialist gibi destekleyici tanımlarla birlikte, socialist'in communist'ten ayrılması çok yaygınlaştı, gerçi tüm communist partilerin, daha önceki kullanımla uyum içinde, kendilerini socialist olarak tanımlamaya ve socialism'e adamaya devam etmeleri anlamlıdır. Her eğilim muarız ve rakiplerine bu ünva­ nı yakıştırmamayı sürdürmektedir, ancak gerçekte olan ise so­ cial'ın, ona bağlı olarak da socialist'in özgün halindeki değişik anlamların yeniden su yüzüne çıkmasıdır. Anlam (ii)'ye yasla­ nanlar diğer socialist türlerini liberalism'in yeni bir aşaması 350

olarak görmekte (ve böylece genellikle aşağılayıcı bir anlamda liberaller olarak adlandırmakta) haklıyken, anlam (i)'e yasla­ nanlar, liberal değerlerle socialism arasında doğal bir bağ gör­ mek suretiyle, onlara göre liberal geleneğin düşmanı olan soci­ alist'lere karşı çıkmak için haklı gerekçelere sahiptir (güçlük daima alternatif yorumlardadır: a) bireysel bir hak olarak anla­ şılan ve toplumsal olarak rakip siyasal partilerle karşılığını bu­ lan siyasal özgürlük; b) salt bireysel haklar ve siyasal rekabetin belirlediği kapitalizmin rekabetçi ve çatışmacı ahlak ve pratiği olarak anlaşılan bireycilik). llişkili kimi başka siyasal terimler işi daha da kanştırmakta­ dır. 1 9 . yüzyılın ortalarında ANARCHY [Anarşi] (bkz. bu madde) ve türevlerinin yeni siyasal anlamlarla gelişmesi söz­ gelimi: Anarchy 16. yüzyıldan itibaren İngilizce'de geniş bir anlamda kullanılmıştır: "this unleful lyberty or lycence of the multytude is called an Anarchie" [yığının bu kanunsuz özgür­ lüğüne ya da ruhsatına Anarşi denir] ( 1539). Genellikle tek bir yöneticiye muhalefet olarak yorumlanan bu özgül siyasal anla� -"Anarchism . . . the being itself of the people without a Prince or Ruler" [Anarşizm. . . halkın bir Hükümdar ya da Yö­ neı:ici olmaksızm kendisi olması) (1656) (burada anlam de­ mocracy'nin önceki anlamına yakındır)- daha genel olan dü­ zensit lik ve kargaşa anlamı kadar yaygın değildi. Ancak l 791'de Bentham arıarchist'i "yasanın geçerliliğini kabul etme­ yen. . . ve tüm insanlığı kitle halinde ayaklanmaya çağıran ve yasanın uygulanışına direnen" kişi olarak tanımlar ki, yine de­ mocracy'nin eski anlamına yakındır bu. Gerçekten yeni olan şeyse, 19. yüzyılın ortalarından itibaren terimin belli gruplarca olumlu biçimde, kendi siyasal konumlarının bir ifadesi olarak benimsenmesiydi; daha önceki tanımların çoğu karşı çıkanlar­ ca yapılmıştı. Anarchism ve anarchist, 19. yüzyıl sonu itibariy­ le, democracy ve, daha az yaygın biçimde socialism'in yeni ge­ nel ve olumlu anlamlar kazandığı bir sırada, democrat'm daha önceki anlamlarının özgül bir devamını temsil ediyordu . Anarchist'ler socialist hareketin büyük bölümünün devletçi [statist] eğilimlerine karşı çıktılar, ancak toplumun kendi ken-

351

dini örgütlemesinin ilkeleri olarak karşılıklılık [mutuality] ve işbirliği'ni [co-operation] vurguladılar. Belli anarşist gruplar belli zorbalıklara ve yönetimlere militan ve ŞİDDETLİ (bkz. VIOLENT maddesi) araçlarla karşı çıktılar, ama bu

anarchist

ilkelerin zorunlu veya evrensel bir sonucu değildi ve her halü­ karda bu tür politikalarla socialist DEVRİM (bkz. REVOLU­ TION maddesi) tanımları arasında bir örtüşme vardı. Yine de varlığını koruyan düzensizlik ve kargaşa genel anlamlan göre­

anarşistlere ak­ lawlessness'ın [kanunsuzluk] değişik anlamlan -etkin

ce kolaylıkla (genel olarak açıkça adaletsizce) tarıldı:

suçluluktan tutun başkalarının yaptığı yasalara uymamaya dek- bu bağlamda çok önemliydi. Bu arada

militant aynı tür­

den bir gelişme yaşıyordu: İngilizce'deki ilk anlamlan, adan­ mış etkinlik bağlamında askeri [military] anlamından daha güçlüydü ve ağırlıklı kullanımı, 19. yüzyılın sonlarına kadar, dindeydi: church militant [kilise savaşçısı] (15. yüzyılın başla­ rından) ; "our condition, whilst we are in this world, is mili­ tant" [bu dünyada olduğumuz sürece, savaşçı/azimli bir ko­ numdayızdır] (Wilkins,

Natura! Religion, 25 1 ; 1 672) ; "the

Church is ever militant" [ kilise daima savaşçı/kararlıdır] (Newman, 1873). 19. yüzyılda sözcük aslında dinsel etkinlik­ ten toplumsal etkinliğe aktarıldı: "militant in the endeavour to reason aright" [doğru akıl yürütme çabasında militan] (Cole­ ridge,

Friend, 57; 1809); "a normal condition of militancy aga­

inst social injustice" [toplumsal adaletsizliğe karşı normal bir militanlık durumu] (Froude, 1856). Siyasal militanlıktan en­ düstriyel militanlığa daha sonraki geçiş 20. yüzyıldadır ve söz­ cüğün önceki tarihçesinin büyük kısmı, yan kullanımları dı­ şında, unutulmuştu. Düzensizlik ve ŞİDDET (bkz. VIOLEN­ CE maddesi) anlamlarıyla -tıpkı

anarchism'de olduğu gibi­

hissedilir bir bağı vardı. Endüstriyel ya da siyasal eylemde bir­ lik anlamıyla

solidarity [dayanışma] , İngilizce'ye 19. yüzyılın

ortalarında, Fransızca yakınkök solidaritt'den (18. yüzyıl so­ nu) geldi. EXPLÖITATION [SÖMÜRÜ] (bkz. bu madde) İngi­ lizce'de 19. yüzyılın başlarından itibaren, ilkin bir alan veya maddenin kazançlı işlenişi anlamında ve 19. yüzyılın ortala-

352

rından itibaren başka insanları (bencilce) kazanç için kullan­ ma anlamında görülür; her iki anlamı da Fransızca yakınkök, exploitation'a ( 18. yüzyıl sonu) dayanır. Nihilist, Turgenyev tarafından Babalar ve Oğullar'da (1862) icat edilir. Anarşist'le karıştırılması yaygındır. Populist, Birleşik Devletler'de, Halk Partisi'yle 1890'ların başında ortaya çıkar; hızla yayılır ve artık socialist'ten ayn, belli (ilkeli) kuramlar ve hareketlerden çok popüler çıkarlar ve duygulara bağlılığı an­ latmak için kullanılmaktadır. Syndicalist Fransa'da 1904'te, İn. giltere'de 1907'de ortaya çıktı; anarchism (karşılıklılığa vurgu­ suyla) ve socialism'le çeşitli birleşimlere girmiştir. Hepsinin en genişi, Left [sol] parlamentodaki bir oturuş dü­ zeninden dolayı 19. yüzyıldan bu yana bilinmektedir, fakat ge­ nel tanım olarak 20. yüzyıldan önce yaygın değildi ve leftism [solculuk] ile leftist [solcu] 1920'lerden önce İngilizce'de kul­ lanılmamış gibidir. Alaycı lefty [solak] sözcüğü, 1930'lardan itibaren belli ölçüde kullanıma girdiyse de, asıl olarak 1950'ler ve sonrasına aittir.

�kz. 'ANARCHISM, CAPITALISM, COMMUNISM, DEMOCRACY, INDIVIDUAL, LiBERAL, SOCIETY SOCIETY [Toplum] Society'nin-iki anlamı artık belirgin: görece büyük bir insan topluluğunun içinde yaşadığı kurumlar ve ilişkiler bütünü için kullandığımız en genel terimimiz; ve bu tür kurumlar ve ilişkilerin içinde oluşturulduğu koşulu anlatan en soyut teri­ mimiz. Sözcüğe duyulan ilgi kısmen genelleme ile soyutlama arasındaki çoğu zaman zorlu ilişki dolayısıyladır. Büyük ölçü­ de tarihsel gelişiminin göz önünde tutulması "kurumlar ve ilişkiler" dememize olanak sağlıyor ve bunu · en iyi society'nin ilk anlamının arkadaşlık olduğunu hatırlayarak anlayabiliriz. Society İngilizce'ye 14. yüzyılda eski Fransızca yakmkök so­ ciete, Latince societas'tan, o da Latince kök sözcük socius'tan -arkadaş- geçmiştir. 16. yüzyılın ortalarına kadar kullanımı ar-

353

kadaşlıkta fiilen birlikten tutun, 138l'deki Köylü Devrimi'nde olduğu gibi, genel bir ilişki anlamı aracılığıyla -"they have ne­ ede one of anothers helpe, and thereby love and societie... gro­ we among all men the more" [birbirlerinin yardımına, dolayı­ sıyla insanlar arasında gitgide büyüyen sevgi ve arkadaşlığa ih­ tiyaçları var] (1581)- daha basit bir arkadaşlık anlamına -"your society" ( 16. yüzyılın sonları)- geniş bir çeşitlilik gösteriyordu. 1 563 yılma ait bir örnek, "society between Christ and us", bu birbirinden ayn anlamların uygulamada nasıl çoktan birbirle­ riyle çakışuğını gösterir. Genel ve soyut anlama eğilimi böylece içkin görünür, ama 18. yüzyılın sonlarına kadar öbür canlı ve dolaysız anlamlar yaygındı. Aynı yelpaze Shakespeare'den iki örnekte görülebilir. "my Riots past, my wilde Societies" [Geç­ miş isyanlarım, çılgın Toplumlarım] (Merry Wıves of Wındsor, III, iv) örneğinde society neredeyse ilişki ya da bizim associati­ ons [demek] duygularımıza karşılık gelirken, "our Selfe will mingle with Society" [Benlik Topluma Karışmış] (Macbeth, III, iv) örneğinde anlamı, bir araya gelmiş konuklar topluluğundan ibarettir. Belli bir amaç uğruna (burada toplumsal aynın, seç­ kinlik) bilerek bir araya gelme anlamı "societe of saynct Geor­ ge" (the Order of Garter, 15. yüzyıl) ile örneklendirilebilir ve bu özel kullanım çok geniş bir yelpazede varlığını sürdürdü. Genel anlamın 16. yüzyılın ortalarından itibaren güçlendiği görülür. "The yearth untilled, societie neglected" [ toprak iş­ lenmemiş, dostluk ihmal edilmişti] (1533) örneğinde araday­ dı, ama "a common wealth is called a society or common do­ ing of a multitude of free men" [bir ülke toplum, yani özgür insanların topluluğunun ortak işidir] ( 1577) örneğinde belir­ gin ama hala ayrımlaşmış değildir. "societie is an assemblie and consent of many in one" [topluluk bir biraraya geliş ve çokluğun birliğe rızasıdır] (1599) örneğindeyse belirgin ve ay­ rımlaşmıştır ve 1 7. yüzyılda bu tür kullanımlar daha kesin göndermelerle çoğalmaya başladı: "a due reverence . . . towards Society wherein we live" [içinde yaşadığımız topluma. . . duy­ mamız gereken saygı] (1650). Yine de sözcüğün bundan önce­ ki tarihçesi "the Laws of Society and Civil Conversation"

354

(Charles 1, 1642; conversation, burada, sonradan eklenen (16. yüzyıl) senli benli söyleşi anlamından önceki en eski anlamı olan yaşama biçimi anlamını taşıyordu; bu sözcükte de aynı deneyim işliyordu, ama tam tersi bir özelleşmeyle.) Soyut an­ lam da güçlendi: "the good of Humane Society" [insan toplu­ munun iyiliği] (Cudworth, 1 678; bkz. HUMAN) ve "to the benefit of Society" [toplumun yararına] ( 1 749). Bir yandan da soyutlama en geniş anlamıyla "a society" [toplum] kavramının gelişmesiyle iyice tamamlanmıştı. Yeni bir görelilik (krşl. CULTURE) anlamına dayalıydı bu, ama arkadaşlık ya da bir arada bulunmaya ilişkin genel yasalar anlayışından, özgül bir toplumu oluşturan özgül yasalar anlayışına geçişiyle, modem toplum kavramının zeminini hazırladı; burada toplumun ya­ saları pek de başka insanlarla geçinmeye dönük yasalar değil, aksine toplumsal kurumlan belirleyen daha soyut ve kişisiz [impersonal] yasalardır. Geçiş çok karmaşıktı, ama en iyi şu anda society ile state'i bir arada değerlendirerek anlaşılabilir. En genel ve sürekli olan durum (state of nature, state of siege, 13. yüzyıldan itibaren) ıinlamından state estate ve rank ile neredeyse yer değiştirebilen özel bir anlam geliştirdi (state de estate de eski Fransızca ya­ kmkök estat, Latince status'tan -durum- geliyordu) : "noble stat'�-( 1290) . Sözcük özellikle monarşi ve soylulukla, yani hi­ yerarşik bir toplum düzeniyle ilgiliydi: krşl. "state of prestis, and state of knyghtis, and the thridd is staat of comunys" [ra­ hipler tabakası, şövalyeler tabakası ve üçüncüsü avamın taba­ kası] (1300). States ya da Estates 14. yüzyıldan itibaren ku­ rumsal bir iktidar tanımıyken, kralın makamı olarak state 16. yüzyıl ve 17. yüzyılın başlarında yaygındı: "state and honour" ( 1 544); "goes with great state" (16 16) ; "to the King. . . your Crowne and State" (Bacon, 1605) . State bu birleşik kullanım­ lardan bilinçli bir siyasal anlam geliştirdi: "ruler of the state" (1538); "the State of Yenice" (1680) . Fakat state çoğu zaman belli bir hükümdarlık biçiminin belli bir mertebeyle birleşme­ sini anlatıyordu. Statist [devlet adamı] 17. yüzyılda politikacı­ yı anlatan genel bir terimdi, o yüzyılın siyasal çatışmaları için-

355

de, temel bir çatışma sonunda society ile state arasında yapı­ lan bir ayrım olarak ifade edilmeye başladı: Kavramlardan ilki özgür insanların bir araya gelişiydi, önceki etkin anlamların tümü kullanılıyordu; ikincisiyse bir iktidar örgütüydü, hiye­ rarşi ve kralın haşmeti çağrıştırılıyordu. Civil society gibi önemli bir kavram (bkz. CIVILIZATION) toplumsal düzenin alternatif bir tanımıydı ve işte bu yeni düzenin düşünülmesiy­ le birlikte society'nin en genel ve sonuçta soyut anlamlan pe­ kiştirildi. Sonradan ortaya çıkan pek çok siyasal değişme için­ de bu ayrım varlığını korudu: Çok genel ve kişisiz olsa bile, hepimizin ait olduğu yer society'dir; state de iktidar aygıtıdır. Society'nin en genel ve soyut anlamına (hala tanımı gereği state'den farklı bir şeydi) belirleyici geçişi, 18. yüzyıla ait bir gelişmedir. Sözcüğün kullanımlarını görmek için Hume'un Enquiry Conceming the Principles of Morals (1751) adlı yapıtı­ nı taradım ve de "company of his fellows"u [arkadaşlar toplu­ luğu] anlam (i) ve "system of common life"ı [ortak yaşam dü­ zeni] anlam (ii) kabul edince, 25 tane anlam (i) ve 1 10 tane anlam (ii) buldum; fakat tartışmanın bazı kritik noktalarında, society'nin anlamının belirleyici olabileceği yerde de, 16 tane ara kullanımla karşılaştım. Hume'da society en canlı ve dolay­ sız anlamım yitirirken, kaçınılmaz ayrımı da bir şekilde ör­ neklendirilir; tıpkı bizim hala kullandığımız gibi, company [ar­ kadaşlık ilişkisi] alternatifini kullanacaktı: Society deki karşılıklı sarsıntılar ve çıkar ile gurur çatışmaları insanlığın adalet yasalarını kurmaya zorladı... aynı şekilde, company de, insanların gurur ve kendini beğenmişliklerinin sonsuza dek çatışması Görgü ya da lncelik kurallarını getirdi. (Enquiry, VIII, 2 1 1 ) '

'

..

Aynı dönemde, aynı kitapta, society'yi tam da bu dolaysız anlamıyla kullanacaktı; bu kullanımlar konusunda bugün olsa biz, çeşitli nedenlerle eski anlamı . diriltmeyi dileyerek, "yüz yüze" ilişkilerden söz ederdik; genellikle bir COMMUNITY [topluluk] (bkz. bu madde) içinde diye de eklemeden ede­ mezdik.

356

18. yüzyılın sonlarında ortak yaşam düzeni anlamında soci­ ety başat durumdaydı: "every society has more to apprehend from its needy members than from the rich" [her toplumun zenginlerinden çok ihtiyaç sahibi üyelerinden öğreneceği bir şeyler var] (1 770); "two different schemes or systems of mora­ lity" [iki farklı ahlak düzeni ya da sistemi] aynı anda "every society where the distinction of rank [bkz. CLASS] has once been established" [mertebe ayrımının önceden kurulmuş ol­ duğu her toplum] (Adam Smith, Wealth of Nations, ll, 378-9;

1 776) için de geçerliydi. Genel anlamların da soyut anlamla­ rın da sonraki gelişimi doğrudan olacaktı.

Social war'da olduğu gibi "civil''in eşanlamlısı olarak kulla­ nıldıysa da, 1 7. y'da hem ortak hem de arkadaş canlısı anlamı­ na gelebilen social'da [ toplumsal] da benzer bir gelişme görü­ lebilir. 18. yüzyılın sonlarında sözcük büyük ölçüde genel ve soyuttu: "man is a Social creature; that is, a single man, or fa­ mily, cannot subsist, or not well, alone out of all Society. . . " [in­ san toplumsal bir yaratıktır; demek ki, tek bir adam, ya da aile bütün toplumun dışında tek başına yaşayamaz, ya da iyi yaşa­ yamaz] (gerçi dikkat edilecek olursa Society burada ali [bü­ tQ.n] nitelemesiyle, hala soyuttan ziyade etkin bir anlamdadır). 19. yüzyılda society, social reformer [toplumsal reformcu] gi­ bi oll1şumlara izin verecek bir nesne olarak görülebiliyordu be­ lirgin biçimde (gerçi social, şimdi olduğu gibi, kişisel arkadaş­ lık ilişkisini anlatmak için de kullanılabiliyordu; krşl. social li­ fe [toplumsal yaşam] ve social evening [toplantı akşamı] ) . Ay­ nı dönemde, society'yi bir nesne (ilişkilerimizin nesnel topla­ mı) olarak görmek suretiyle, man and society [insan ile top­ lum] veya the individual and society [birey ile toplum] ilişki­ sini sorun olarak tanımlamak mümkün olmuştu. Bu oluşumlar önceki etkin arkadaşlık anlamından sözcüğün uzaklığını ölçer. Toplumun gerçek gelişimi içinde işaret ettikleri sorunlar, 19. yüzyılın başlarında social sözcüğünün karşılıklı işbirliği olarak toplum düşüncesini bireysel rekabet olarak toplum (toplumsal sistem) deneyimiyle karşıtlaştıran kullanımıyla dikkat çekici biçimde ömeklendirilir. En genel ve en soyut anlamı bu dönem

357

itibariyle sağlamlaşmış olmasaydı, bu alternatif toplum tanım­ ları ortaya çıkamazdı. Yansızdan çok olumlu bir anlamda, ve de INDIVIDUATh [birey/bireysel] (bkz. bu madde) karşıt olarak, social'ın işte bu vurgusundan siyasal terim SOCIALIST (bkz. bu madde) gelişecekti. Alternatif bir sıfat, societal [topluma ait] , 20. yüzyılın başlarından itibaren etnolojide kullanılıyordu ve artık genel toplumsal oluşumlar ve kurumlara ilişkin daha geniş, daha yansız bir gönderimi var. Society'nin küçük bir özel anlamı da yorum değilse bile dikkat çekmeyi gerektiriyor. Good society'nin iyi arkadaşlık anlamındaki eski anlamı, bu tür insanların ölçülerine göre, so­ ciety'nin en seçkin ve moda kısmı olarak Society [sosyete] bi­ çiminde özelleşti: yani üst sınıf (bkz. CLASS maddesi) olarak. Byron (Don ]uan, XIII, 95) büyük ölçüde 19. yüzyıla ait olan (ve o dönemden kalma) anlamın iyi bir örneğini sunar:

Society is now one polish'd horde Forıned of two mighty tribes, the Bores and Bored. [Allı pullu bir sürüdür artık sosyete, lki kabileden oluşan: Başbelalan ve Canlan sıkılanlar] Bu özel terimin birinin (kendi sınıfından) arkadaşlarımn et­ kin dostluğu anlamında society'nin son belirgin kullanımı ol­ ması ironiktir. Bir başka yerde bu tür duygular gayet iyi tarih­ sel nedenlerle COMMUNITY'ye (bkz. bu madde) ve social'ın hala etkin olan anlamlarına doğru ilerliyordu.

Bkz. CLASS, COMMUNITY, INDIVIDUAL, SOCIALIST, SOCI­ OLOGY SOCIOLOGY [Sosyoloji, toplumbilim] Sociology sözcüğü ilk olarak 1830'da Comte tarafından kulla­ nıldı ve İngilizce'de ilk 1843'te görüldü: Mill, Logic, VI ve Blackwood's Magazine (Comte üstüne bir yazıda) . Spencer 1876 ile 1896 arasında Principles of Sociology'yi üç cilt halinde

358

yazdı. Fransızca'da Durkheim'ın ve Almanca'da Weber'in yapı­ tıyla birlikte, yüzyıl dönerken, konu gözle görülür biçimde ge­ nişledi. Terim SOCIETY ile SOCIAI.:ın (bkz. bu maddeler) sonradan gelişmiş anlamlarına dayalıydı. Çeşitli düşünce sis­ temleri içinde topluma ilişkin BlUM olarak (bkz. SCIENCE) tanımlandı. Sociological'm [sosyolojik] iki anlamı var: bu bili­ min biçimlerine ilişkin bir gönderme ve toplumsal bir olgu ya da eğilime (krşl. "sociological factors" [ toplumsal etkenler] ; aynca krşl. soyut oluşumdan aktarmanın yaygın olduğu

tech­

nological) ilişkin daha devşek ve genel bir gönderme (bu du­ social [toplumsal] ile yer değiştirir). tlkin

rumda çoğu zaman

daha genel biçimde toplumu inceleyen kişi anlamında kullanı­ lan sociologist, konu üniversite derslerinde tanımlandığı için, daha sınırlı bir mesleki anlam kazandı; ne var ki, hala genelde sociological'ın genel kullanımıyla aynı alanlarda kullanılıyor. Bu mesleki ve genel kullanımların çakışmasının ilginç bir so­ nucu, çoğu zaman sociology'nin kendisinin toplumsal süreç­ lere duyulan herhangi bir genel ilgiyi anlatmak üzere, kendile­ rini

�oplumsal olandan ayırabileceklerini kabul eden diğer ilgi

biçimleriyle karşıtlık içinde kullanılmasıdır. Bu arada meslek ol.arak sociology, özellikle zayıf olduğu ülkelerde, çoğunlukla toplumsal kuram veya toplumsal eleştiri'yle arasındaki mesafe­ nin '

Raymond Williams - Anahtar Sözlükler - PDFCOFFEE.COM (2025)
Top Articles
Latest Posts
Recommended Articles
Article information

Author: Errol Quitzon

Last Updated:

Views: 5661

Rating: 4.9 / 5 (59 voted)

Reviews: 90% of readers found this page helpful

Author information

Name: Errol Quitzon

Birthday: 1993-04-02

Address: 70604 Haley Lane, Port Weldonside, TN 99233-0942

Phone: +9665282866296

Job: Product Retail Agent

Hobby: Computer programming, Horseback riding, Hooping, Dance, Ice skating, Backpacking, Rafting

Introduction: My name is Errol Quitzon, I am a fair, cute, fancy, clean, attractive, sparkling, kind person who loves writing and wants to share my knowledge and understanding with you.